Bayramlarımız çalındı. Daha doğrusu gasp edildi, hem de gözümüzün önünde. Bayramlarımızın elimizden alınması, çocukluğumuzun yitirilmesi. Eksiliyoruz her gün. Eksilerek siliniyoruz yaşamdan.
Pek çoğumuz kendi yaşamımızın öznesi değiliz artık. Tedirginliği gün be gün artarak nesneye dönüşenleriz. Yeni ölümlerin, linçlerin, gaspların hedefiyiz. Özneliğimiz elimizden alınıyor. Taş değiliz. Hislerimiz var. Ve Hislerimizle varız. Bizi var eden hislerimiz de anlam dünyamızdan azade değil.
Yaşlanmanın belki de en belirgin habercilerindendir Bayramlardan eski tatları alamamak. Bayram, çocuk, çocukluk anılarıyla temsil edilir sıklıkla. Çocuklaşmak deyimi kullanılır sevinenleri tarif etmede. Normlardan silkinmek ile hafifleyen ruhun temsilidir aynı zamanda Bayram sevinci.
Çoktandır sevinemiyoruz. Bayramlar buruk. Ne dinsel ne ulusal olanlarında coşku var. Muhteviyatını çoktan yitirmiş. Deyim yerindeyse boşalmış, boşaltılmış içleri. Geriye şekli kimi ritüeller kalmış. Yıllık takvimlerde “tatil” koduyla işaretli günlerin ve/ya günler demetinin özleri bakımından aralarında pek fark yok.
Bayram, tatil, festival kelimelerinin etimolojileri benzer. Bayram gününü imlayen festival “neşe, coşku”nun yanında “şölen için uygun; kutsal, muhteşem, neşeli, mutlu” anlamları taşıyor. Türkçe etimolojide ise bayram (badrām) “neşe, coşku” sözcüğü ile eş kökenlidir; Orta-Farsçada neşe, huzur, mutluluk, sükûn anlamları vardır.
Bayram ya da festival, kelimenin birinci anlamıyla kutsal olanla neşeyi birleştiren içeriğe sahip. Semavi dinler perspektifinden bakıldığında çelişki gibi görünse de dinsel ritüel anlamıyla bayram tam da budur. Dilimize Fransızcadan geçen “dini tören veya tören, gelenek” anlamlarına gelen rituel, Türkçede ayin ile karşılanır.
Bayram, bir bakıma tam da ayindir. Ayin ya da rituel, bir dinin ayinini ya da kurumsal bir yapının formel uygulamalarının yerleşik prosedüre göre gerçekleştirilmesidir. Buradaki kilit kavram, yerleşiklik.
2022’de de 1 Mayıs İşçi Bayramı ile Ramazan Bayramı çakıştı. Çünkü Miladi taktim ile Hicri takvim kullanımında zaman zaman çakışmalar yaşanabiliyor. Böylece iki bayramı birlikte kutlamak, yaşamak imkanı oluştu.
İlgi
“Bayramsızlığa Bir İlgi” adını verdiğimiz bu yazılamada bayram kavramının kapsamına dinsel (ortodoks ve heterodoks), devletin ideolojik olarak kendi meşruiyetini berkittiği takvim günleri ile ortak hafızada kendine yer bulmuş Hıdırellez, Nevruz, Yılbaşı, Sevgililer Günü, İşçi Bayramı, Kuruluş ve/ya Kurtuluş günleri de alınmıştır.
Yoksulluk dövüştürür; varsıllık seviştirir.
Yoksullukla kendi kendine yetememek anlamındaki yaşlılık bir bakıma benzerlikler gösterir çünkü ikisi de olanaklardan yoksunluğu imler: Hayata katılamamayı. Yoksulluk, yoksunluklar manzumesidir bir bakıma. Herhangi bir şeyin yokluğundan ziyade yaşamak için ihtiyaç duyulan temel kalemlerden yoksunluğu.
Hayata katılamamanın yarattığı engellenme, ruhsal gerilimi artırır. Hani patlayacak bomba gibi denir ya kimileri için, yoksulluk, bir bakıma patlamaya hazır bombadır.
“Yoksulluğun ne gururu ne de ahlakı vardır" yerindedir bu söz. Hayatın estetik denebilecek öğelerinin yoksulun hayatındayeri yoktur. Bir bakıma yoksulluk, maskaralıktır. Alınan her nefesle ruhsal anlamda aşınma gerçekleşir. Esenlik ile karşılanan “well-being” tarumar olur. Bunun ruhsal, zihinsel, sosyal, politik anlamda pek çok sonucu vardır. Yoksulluk -ama kitlesel anlamda yoksulluktan söz ediyoruz- otokratik, totaliter rejimlerin en önemli varlık nedenleri arasındadır.
Yoksulluk tek başına belli bakımlardan üstesinden gelinebilir bir sorun ama belirsizlik iklimi altında değil. İkisi de majör denebilecek sorunlar. Ortalama bir ruh, bunlardan birinin üstesinden gelemezken ikisinin yarattığı heyula ile nasıl mücadele edebilir!
TÜİK'e göre yoksulluk: Dar anlamda, açlıktan ölme ve barınamamayı; geniş anlamdaysa, insanın hayatını sürdürebilmesini sağlayan gıda, giyim ve barınma gibi temel ihtiyaçlara sahip olmasına rağmen yaşadığı çevrenin genel seviyesinin gerisinde kalmayı ifade eder.
Yazılama dizimizin Gülhane’den Gezi’ye diye başlayan üst başlığı, bize ele aldığımız konu ya da kavramlara yaklaşımda belli bir tarihselliği gözetmek sorumluluğu yüklüyor; bu nedenle objektifi geçtiğimiz yüzyılın başlarına çeviriyoruz: 1908’de iktidar olan İttihat ve Terakki Fırkası (Birleşme ve İlerleme Partisi) ile 1910 yılında İstanbul’un Fethi kutlanmaya başlanır. İstibdat altında ezilen halk göreli bir nefes alır. Oysa İstibdadın rengi değişir, bir başka isim altında deri değiştirerek yaşar. Artan toplumsal, politik sorunlar için maziden bir gün İdeolojik olarak devşirilerek “halk” adı verilen canavarın önüne atılır: yemi Halk yerken semiren İktidardır.
I. Dünya Savaşı öncesine denk gelen kutlama doruk noktasıdır. Rumi 29 Mayıs, Miladi 11 Haziran’a denk geldiğinden 11 haziran 1914’teki kutlamalar, dönemin Tanin Gazetesi’nde şu şekilde yer alır: "Dün, İstanbul müstesna günlerinden birini daha yaşadı. Yakın vakte kadar milli heyecanın bu kadar beliğ bir misaline tesadüf edememiştik. Fetih gününün ebedi bir yadigârı olmak üzere, günümüze kadar gelen Ayasofya ile Fatih'in türbesi arasında yer alan bütün caddelerde, dükkanlar kapanmış, pencerelerden, kapılardan bayrakların kırmızı ve beyaz dalgaları taşmış, havanın çok kötü olmasına rağmen, bütün halk takım takım yollara düşmüştü."
İttikat ve Terakki’nin İstanbul’un fethi kutlamlarını servis edip buradan kimlik devşirme motivasyonu ile “Allah’ın lütfü” 15 Temmuz arasında kimi koşutluklar kurulabilir.
300’den fazla kişinin (biri Boğaziçi Köpürüs’nde boğazı kesilerek) öldü(rüldü)ğü, 1500 kişinin yaralandığı, sonrasında Olağanüstü Hal koşullarında çıkarılan KHK’larla onbinlerce insanın yaşamını alt üst eden 15 Temmuz’dan nasıl söz edeceğiz? Bunca acının yasını mı yoksa rejimin kanlı tarih yazışının kutsanarak kutlandığı “Demokrasi ve Milli Birlik Günü”nü mü?
II. Abdülhamit'in ardından esen güçlü Hürriyet rüzgarı yeni bir Anlatı üretir. Osmanlı toplumu başta matbuat olmak üzere pek çok alanda muasır medeniyeti kopyalamaya gayret eder.
Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu öncülüğünde 1 Mayıs 1886’daki 8 saat çalışma talebi etrafında başlayan iş bırakmaların üzerinden 20 yıl geçtiğinde Osmanlı’da işçiler emekleri için seslerini çıkarmaya başlar. İzmir’de 1906 yılında Arapça el ilanları dağıtılır. Göreli çapta ilk kutlama 1 Mayıs 1909’da Üsküp’te, 1 Mayıs 1912’de İstanbul’da yapılır. 1909 yılında İstanbul’da 31 Mart Ayaklanması’nın Hayaleti dolaştığı için uygun koşullar yoktur, o nedenle Örfi İdare kutlamaya izin vermez. İstanbul’daki kutlamalar ancak 1912’de yapılabilir. 1921’de İstanbul işgal altındadır ama tersane işçileri 1 Mayıs'ı kutlar. Ankara’daysa Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın örgütlediği İmalat-ı Harbiye işçileri 1 Mayıs düzenler. Millî Güvenlik Konseyi, 1981 yılında 1 Mayıs’ı tatil günü olmaktan çıkarır. 2008’de TBMM, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanmasını kabul eder. 2013’te Gezi Direnişi’ne giden yolda AKP 1 Mayıs’a ‘izin’ vermez ve kriminalize eder. Sonrası bu satırları okuyanlarca malum.
Özetlediğimiz yüz yıllık serüvenin ardından 2020’nin istatistiklerine bakalım: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin 2020 raporuna göre 2427 işçi, iş cinayetlerinde öldü/rüldü. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş) Mart 2022 verilerine göre, Türkiye’de dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 4 bin 927 TL. Türk-İş’e göre yoksulluk sınırı 16 bin 52 TL. 31 Aralık 2022’ye kadar asgari ücret net olarak 4.253,40 TL. Genç İşsizler Platformu’nun Aralık 2020 raporuna göre 15-34 yaş arasındaki yaklaşık 24,2 milyon gencin yalnızca %45,1’i çalışıyor.
Derin Yoksulluk Ağı’nın “Türkiye’de Çocuk Yoksulluğu” raporunda şu bilgiler yer alıyor: TÜİK tarafından 2019 yılında gerçekleştirilen “Çocuk İşgücü Araştırması”na göre, 5-17 yaş arasındaki çocukların istihdam oranı yüzde 4,4. TÜİK’in 2021 raporuna göre ülke nüfusunun yaklaşık üçte biri çocuk, her üç çocuktan biri de yoksul. Bu oran ‘düzensiz göçmen’ ya da mülteci çocuklar arasında yüzde 70’lere çıkıyor. Çocuk yoksulluğu en somut anlamda fiziksel, bedensel gelişim geriliği ile kendini gösterirken mental açıdan telafi edilemez handikaplar yaratıyor.
Ömür sınırlı. İçine doğduğumuz Dünya, zamanın içinde. Hayat, Demokles’in Kılıcı misali zamanın tazyiki altında akıp gidiyor. Ömrümüz, hele de çocukluk ve gençlik dönemimiz yoksul ve güvensizlik içinde geçiyor ise buradan umuda içkin bir Hayat üretmenin imkanı azalıyor.
Bu nedenle Türkiye'de 18-25 yaş arasındaki yaklaşık 7 milyon gencin yüzde 82,9'u "Türkiye'de gelir dağılımının dengesiz”, yüzde 87,3'ü "Türkiye'de çok fazla işsizlik” olduğunu düşünüyor. İşsizliğin temel nedenini "adam kayırmacılık ve torpil" olarak nitelerken yüzde 64,1 de "kamuya işe alımlarda ehliyet ve liyakate göre davranılmadığını", belki de bunların beklenen sonucu olarak da yüzde 73’ü ağırlıklı olarak Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere yurt dışında yaşamayı düşünüyor.
Ülkelerin sosyal adalet, yolsuzluk, ırksal eşitlik, modernlik, cinsiyet eşitliği, girişimcilik, iklim hedefleri gibi 76 ölçüte göre 78 ülkenin değerlendirildiği yaşanabilir ülkeler anketinde Türkiye 34. sırada yer alıyor.
Herkesin giydiği duygu
Bu iklimde geldi bayram/lar. Pek çok kişi, aile ekonomik nedenlerle bulunduğu noktadan kıpırdayamadı. Hayata katılamamanın neden olduğu engellenme ve yarattığı gerilim kim bilir kaç ruhta, ocakta yangınlara, çatışmalara, huzursuzluklara neden oldu, hesaplamak hiç de güç olmasa gerek.
Tatil döneminde ya da takvim günlerinde görülen melankolik ruh hali, “tatil hüznü ya da depresyonu” denir. Tatiller, genellikle mutlulukla, sevinçle, eğlenceyle özdeşleştirilse, bunların temsili olabilecek karelerler görselleştirip imgeleştirilse de kimi insanlar için üzüntü, yalnızlık, kaygı ve depresyon tetikleyicisi olabiliyor. Tatil hüznü denen bu ruh hali, bir tür regresyona (gerileme) neden olur. Çocukluk dönemindeki anı kareleriyle temsil edilen bayramların sığınak olması hiç de tesadüfi olmasa gerek. Bayramlar tıpkı çocukluğumuz gibi verili dünyadan uzaklaştığımız güvenli alanlarımızdır.
Gölgelidir bayram sabahı… Yası tutulmamış kırımlara uyanılır, işin yokluğunda çöreklenen anılar esir alır. Hesabı görülmemiş defterler açılır. İnsan kendiyle baş başa kalır. Varsa ailesiyle.
Yüzler kararır, dışarıda akıp giden Hayata katılamamanın ağırlığı basar. İşe yaramazlık, 4. sınıftan olmak hissi bir tür kusmukmuşçasına bakmasına neden olur kendine. Hane içindeki en az bir kişinin böyle bir ruh haline bürünmesi ayna nöronları dolayımıyla halka halka bütün hane üyelerini sarar: herkes aynı duyguyu giyinir.
Diğer yanda ise gözünün önünde olup bitenleri gören ama tanığa dönüşmeyenler evreni vardır. Tanıksızdır Hayat. Bu nedenle olanlar, olmamıştır. Hayat, her ne olursa olsun Tanığa ihtiyaç duyar, Tanıkla var olabilir. Tanıksızlığa Bir İlgi adını verdiğimiz yazılamada tam da bu olguya dikkat çekmek istedik. Komşun yastayken düğün tutamazsın... Aynı masayı paylaştığın biri hıçkıra hıçkıra ağlarken uzun uzun kahkaha atamazsın… Gelenek/sizlik... Kişi/sizlik… Özne/sizlik… Toplum/suzluk… ve daha pek çok şeyin yokluğudur bu iklimde belirip Habitata rengini veren.
Hayatı var eden her ne varsa bunların aşınmasıdır yaşanan. Geleneğe ihtiyaç duyarız. Hayat, Geleneklerin taşıyıcı ayak olduğu yapının üzerindeki kubbedir. Hayatı yaşayabilmek demek, onu gözetmek, muhafaza etmektir. Oysa bu zarif, işlevsel kavram günümüzde her ne varsa satmak ve/ya içini boşaltmak telaşındaki ‘Anlayış’ için kullanılmakta.
Muhafazakar adı verilen kişi ve kurumların neyi muhafaza ettikleri hiç de tartışılası bir konu değil. Her ne var ise satmayı ilke edinmiş, tarihi ve hayatı kendilerinden menkul sananların neyi muhafaza ettiklerini merak konusu. Muhafazakarlık, ne dünü ne de yarını yalnızca bugünü düşünen bir takımın İdeolojik perdesidir.
Walter Mischel, 1970’te Colombia Üniversitesi’nde 4-6 yaş aralığındaki çocukların kendilerini kontrol edebilme, duygularını yönetebilme güçlerini ölçmek amacıyla “Marshmallow” yani “Zevki Erteleme Becerisi Testi”ni yapar. Çocukların pek çoğu o testi geçemez. Yani o anın sonrasını düşünemez. Muhafazakarlık iddiasındaki İdeolojik Anlatıların toplumların çocukluk temsillerine çalışması işte tam da burada anılan ne dünü ne de yarını düşünebilenlerin dünyasını bizim için belirginleştirir.
Retorik düzeyde geleneklere atıf, altta yürütülen talanın örtüsü işlevini görür. Lüks otellerde güç pornografisine dönüşen zenginlik, iftar sofraları ile gelenek arasındaki korelasyon nedir?
Bayramlar ruha ne yapar?
İç boşaldıkça retoriğe ya da örtüye duyulan ihtiyaç artmakta. Dille alalamak, saklamak kifayetsiz. Neticede cismani bir varlık olmaklığını çoktan yitirmiş. Safi retorikten, çoktan mazide kalmış uygulamalardan söz ediyoruz. İşlevin kaybı, zamanın akışkanlışı ile devingenliğinde kaçınılmaz. Bunda ısrar etmek, muhafazakarlıktan ziyade katı bir bağnazlık; diğer deyişle Hayatın reddi. Zamanın dışında olmak iddiasıdır ki bu nafile, beyhude bir çaba.
Bu yazı dolayımıyla yukarıda kritiğini yaptığımız ‘Anlayış’ın muhafazakar kavramına çökmesi nedeniyle yeni bir kavram öneriyoruz: Radikal muhafazakar/lık. Yani fasadı ya da örtüyü değil, işleyen, Hayatı var eden ayakları gözeten türden muhafazakarlık, Radikal Muhafazakarlık.
Ayin, ruhun arınmasıdır. Eğlencedir bir bakıma Ayin, katharik işlevleriyle toplumsallığın zamkıdır. Bayramlar, cari Anlatının estetizasyonudur. Ruhu yücellttiği gibi kirletir de. Bayram, olağan güncelik yaşamın çöreklendiği ruhun nefes aldığı nişlerdir. Bayram zamanlarındaki nefes, ruhsal sıkışmanın tahliyesidir. Ruh, nefes alabildiği ölçüde esenlik bulur; bunlardan örülü topluluk toplum olabilir. Tahliye kanalları tıkalı toplumuluktan ne toplum ne de toplumsallık çıkıyor. Gülhane’den bu yana kim olduğumuza dair arayışlar ve harici kimlikler ithal etme girişimleri/miz sürüyor. Bu arayış, kendi şekilsizliğimizin ya da kılıksızlığımızın İkrarı olmasın!
Ruhumuz ağır. Tahliyesi olmayan, havası sürekli ekşiyen bir odadayız. Güvensiz. Hafızamız ortak değil. Eğlenmenin ne dinsel ne de seküler olanını becerebiliyoruz, havamız ekşidikçe ekşiyor. Ekşime üstümüzü aşıp tinimize, tinimizden ruhumuza siniyor: Ruhumuz ekşiyor... Bu halde bu iklimde nasıl gülebiliriz? Bize bayramımızı geri verin, eğlenmeye, ruhsal arınmaya hasretiz... Oysa karın tokluğuna bile yaşayamayan milyonların toplamıyız. Bu toplamın kaçınılmaz sonucudur çoraklaşma… Estetize edilemeyen Hayatların şiddet üretmesi işte bu nedenle şaşırtıcı değil!
Taşlaşmış dikotomimsilikler, strüktürel anlamda özdeşlikler kimlik inşasında temel araçlar olarak görülegeliyor. Buradan toplumdan ziyade toplumsuluk çıkıyor. Bu toplumsuluğun bayramının da bayramsı olması olağan.
Silikleşen kimlikler, estetikten yoksun ruhlar ve ürettikleri Hayatımsılıklar... Bayramsızlık, sevinçsizlik, toplumsallığın yitimi... Tek tek kişi ruhlarının da toplumun da tahliyeye duyduğu ihtiyaç derinleşmekte. Basınç artıyor. Patlama ya da infilak kaçınılmaz. Bayrama ihtiyacımız var.
Bayrama, o çok gerilerde kalan çocukluğumuza. Kısacası katharik ayinlere, o içinde güvenle eridiğimiz halaylarla, semahlara, danslara... Hayatın ağırlığını bir süreliğine de olsa unutmaya, nefes almaya…
Bayramsızlığınız kutlu olsun!
(MVB/EMK)