Sevgili okuyucular, her bayram aslında ne iyi bir ev kızı olduğumu tekrar hatırlıyorum. Serçe parmağı kalınlığında sarmaları sararken, misafirlere kolonya ikram edip zorla tatlı yedirirken, aile büyükleriyle el işi sohbeti yaparken yaşadığım hazzı anlatamam. Hele misafirler gidince biriken bulaşıkları yıkamak, şu fani dünyanın tüm dertlerini unutturuyor bana.
Benim için bu kalabalık ve gürültülü sohbetler, adeta yuvaya dönmek gibi. Okul çıkışı annemin yokluğunda sığındığım apartman ve akraba günlerinden yadigar üç zaafımı -hamur işine, dedikoduya ve el işi örtülere düşkünlüğümü- bana çocukluğumun en mutlu günlerini yaşatan ailemin kadın koluna borçluyum.
Evden gidene kadar hep aynı apartmanda yaşadığım ailemi bir arada görmek için artık tek fırsatım -pek konuşulmayan düğün ve cenazeleri saymazsak- bayramlar. O yüzden bu günlerde memleket ziyaretlerini ıskalamamaya özen gösteriyorum.
* * *
Persepolis, gitmek ve büyümek üzerine şahane bir filmmiş. Tıpkı Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz Büyücüsü romanı gibi. Bu iki eser bambaşka dünyalarda geçse de sonunda damakta bıraktığı buruk tat aynı: Gitmek, nedenleriyle, yaşattıklarıyla ve dönüşleriyle insanı büyüten bir eylem.
Her gidiş beraberinde bir travmayı barındırıyor, ya öncesinde ya sonrasında. Yuvadan, seni itinayla seven aileden uzaklaşıp kendinden mesul olmak pek kolay değil.
Persepolis’in kahramanı Marjane de önce ailesi tarafından daha iyi bir geleceği olsun diye Avrupa’ya gönderiliyor. Biricik evlatlarının cinayetin eksik olmadığı, savaş içinde bir ülkede büyümesini istemiyorlar. Onu daha iyi bir hayatın beklediğini bilmek, hasretlerinin tesellisi oluyor.
Marjane’se dilini bilmediği bir ülkede türlü tuhaflıklar içinde büyürken bir oğlana aşık oluyor. Çiçekler ve böceklerle şahane bir aşk tasviri akıp gidiyor ekrandan, taa ki oğlanı başka biriyle basana kadar. Havada parçalanan çikolatalı kruvasan Marjane'nin hayatında bir dönemi kapatıyor. Aşk acısıyla sokaklara düşüyor, bir yandan “değer mi böyle bir salak için üzülmeye” dese de iki ay yemeden içmeden kesilip, sağlığını kaybediyor. Bir gün gözlerini bir hastane odasında açınca da kendini onarmak için tek sığınağına, ailesinin yanına dönmeye karar veriyor.
Dönüş yolculuğunda haline şaşıyor: “Savaşın içinde yaşamayı başardın, boktan bir adam yüzünden ölüp gidiyordun” diye.
Hayat işte.
İyi bir gelecek hayali ya da aşk acısı… Gidenin kendince iyi bir nedeni oluyor. Yoksa kim yuvadan kopup bir an evvel büyümeye heves eder?
* * *
Bayramla Persepolis’in bağlantısı da benim gidişimden kaynaklanıyor. Marjane’le benzer sebeplerden huyunu suyunu bilmediğim başka bir memlekete gidiyorum.
Bir ay sonra sabah gözlerimi açtığımda evim diye bildiğim yerden kilometrelerce uzakta olacağım. İşte o sabahlarda, genelde ruh sıkıntısıyla gözümü diktiğim duvardaki noktayı bile arayacakmışım gibi geliyor.
İçimdeki korkudan ziyade, kopuştan doğan bir tatsızlık: Evimden, ailemden, dostlarımdan. Hayatımda farklı sayfaları kapattığım iki şehri, ve o topraklardaki ailelerimi de -hani derler ya aşıklar birbirlerine- daha gitmemişken özlüyorum.
En azından aile büyüklerinden hatıra dantellerimi örttüğümde, her yer evim olacak biliyorum.
* * *
Önümüzdeki üç bayram aile buluşmalarına katılamayacağım gerçeği biraz canımı sıkıyor. Tek avuntum, döndüğümde herkesi yerli yerinde bulma umudu.
Sevgili sevdiklerim, çok yaşayın e mi!(EK/EÜ)