Çünkü olayın ertesi gün Türk egemen medyası konuyu haberin önemine nispeten uygun ve orantılı bir şekilde duyurmakla yetinirken, ertesi gün Genelkurmayın sert açıklaması derhal sürmanşetlere çıktı.
Burada hemen bir soru: Türk egemen medyasının yayın politikalarını kim tayin ediyor?
Egemen medya, Genelkurmayın açıklaması olmasaydı kuşkusuz olayı yeniden ısıtıp hele aşırı milliyetçi ve militarist bir üslupla sürmanşete çekmeyecekti. Burada "Apoletli Medya" kavramının bir kez daha ne denli uygulamaya yönelik ve işlevsel olduğunu hatırlattı bize, egemen medya.
Gelelim olayın bizatihi kendisine:
Televizyon karelerinden görebildiğimiz kadarıyla, Mersin'deki Newroz kutlama gösterileri polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtılırken, dolayısıyla etrafta bir kaçışma ve panik anı yaşanırken, 12-13 yaşlarında bir çocuk, elindeki Türk bayrağını yerlerde sürüklüyor.
Yakma girişim deniyor ama bu iddiayı doğrulayacak bir bilgi, bir görüntü yok.
Çocukların reşit olmaması, televizyon karelerindeki sahneler, olayın kasıtlı ve organize olmadığını gösteriyor. Çocukların, Türk bayrağına yönelik hakarethamis ya da saldırgan bir tutum içinde olduklarını gösteren bir emare de yok.
Bayrak mevzuu
Bayrak, boyutları, şekli, kumaşı yasa ile belirlenen resmi bir simgedir. Bir halkın ya da milletin değil bir devletin simgesidir. Bayrak bu nedenle resmi dairelerde bulundurulur, devlet protokollerinde kullanılır, resmi bayramlarda asılır. Bayrak, esas olarak bir halkın ya da milletin değil, devletin simgesidir.
Bir devletin siyaset ya da uygulamalarına karşı düzenlenen protesto gösterilerinde sözkonusu devletin simgesi olan bayrağın yakıldığına çoğu zaman tanık olmuşuzdur ya da televizyonda görmüşüzdür. Mesela Ortadoğu'da neredeyse her gün herhalde en az bir Amerikan bayrağı ve çok sayıda İsrail bayrağı protesto gösterilerinde yakılmaktadır. Bu sembolik bir eylemdir...
Amerikan ya da İsrail Genelkurmay Başkanlıklarının bu tür bayrak yakma eylemlerinin ardından Türk Genelkurmay Başkanlığınınkine benzer açıklamalar yaptığı pek görülmemiştir.
Ben şahsen, esas olarak devletin simgesi de olsa, o devlete yurttaşlık bağıyla bağlı insanları da rencide edebileceği için, ayrıca kimi bayraklarda o devletin yönettiği ulusun gelenek, görenek ya da kültürünün simgeleri de bulunduğu için protesto gösterilerinde, sembolik anlamı da olsa, bayrak yakılmasının pek anlamlı olmadığını düşünüyorum.
Diktatörlerin ya da zorba yöneticilerin kuklalarının yakılması mesela, bayrak yakmaya oranla daha anlamlı bir eylem gibi görünüyor.
Bu noktada, Fransız protest şarkıcısı Renaud'nun çok sevdiğim şu dizelerini de aktarmadan geçemeyeceğim:
"En güzeli kara olanı da olsa/ Nefret ederim tüm bayraklardan"
Türkiye ve ABD gibi kimi ülkelerdeki bayrak fetişizmine karşın, bazı demokratik ülkelerde bayrağın iç çamaşır olarak giyildiğini ya da başka tür dekorasyon malzemesi olarak kullanıldığını biliyoruz.
Bu bayrak meselesinde bir mantık sorunu var sanki: Sembole, temsil ettiği şeyden (devlet, kurum, kişi, din ya da fikir) daha fazla önem vermek, sembolü kutsallaştırmak hatta fetiş haline getirmek, hem ilkel bir davranışı yansıtıyor; hem de sembolün temsil ettiği kurumun gerçek kimliği, gücü konusunda kuşkular uyandırıyor.
Vitrine, dış görünüme, sembole bu kadar fazla önem vermek, bunu putlaştırmak, vitrin arkasındaki şey, içerik ya da esasın niteliği hakkında en hafif deyimiyle kuşku ve kaygı uyandırıyor.
Şimdi biraz da Genelkurmayın aşırı hassas hatta sert açıklamasını güncel konumu içinde yorumlamaya çalışalım. Genelkurmayın tepkisi sıradan bir tepki değil. "Kanımızın son damlası", "hainler, sabrımızı denemeyin" gibi deyimler içeren açıklama, Genelkurmay gibi bu ülkenin köklü, rasyonel, güçlü, yaygın ve egemen kurumlarından birinin yöneticilerinin demans ya da hezeyan anında yaptıkları bir açıklama olamaz.
Sorun patolojik perspektiften değil ancak siyasi-ideolojik mercekten kavranabilir. Açıklamanın içeriği ve üslubunun olayın içeriğiyle orantısız olduğunu herhalde herkes kabul eder. Bir kaç boyuta bakmak gerek:
Bayrak sevgisinin ardında
* Ortadoğu halklarının yüzlerce yıldır kutladığı bahar bayramı Newroz, son dönemlerde siyasal bir içerik kazanarak Kürtler tarafından da yoğun ve yaygın bir siyasal gösteri aracı olarak değerlendiriliyordu. Bu sürecin sonlarına doğru, AB ile uyum süreci yani dış dinamiklerin baskısıyla ile Kürt meselesindeki bazı sorunlar, örneğin dil meselesi, nispi ve geçici bir çözüme ulaştırılmış olmasına rağmen, Türk idaresi Kürt meselesini hem henüz tam olarak çözmüş değil hem de sağlanan olumlu gelişmeleri samimi bir şekilde kabullenmiş, içselleştirmiş değil.
Mesela ot ve hayvan isimleriyle uğraşan Türk İdaresinin faşizan kesimi, "w", "q", "x" gibi harflere de halen muhalefet ediyor. Bu arada Newroz ise olduğu gibi yasaklanamayıp ortadan kaldırılamayınca Orta Asya kökeni ön plana çıkarılıp Türkleştiriliyor ve Nevruz olarak resmen kutlanıyor. Bu metamorfozda bir içtenlik eksikliği var, çünkü yıllardır kutlanmayan Nevruzlar, Kürtlerin Newroz'u sayesinde birdenbire resmen kabul edilip kutlanır hale geliyor.
* Türk İdaresinin bu kesimi Kürt yurttaşlara karşı halen bir kaygı hatta düşmanlık besliyor. Evet, Mersin'deki gösteri izinsiz olabilir ancak bu gösteriyi yine ölçüsüz şiddet kullanarak dağıtırken meydana gelen olayları sadece polisiye gözle anlamaya ve aktarmaya çalışmak da İdarenin önemli bir zaafı olsa gerek.
Mersin'de göç ya da sürgün kurbanı çocuklar, Türk bayrağını yakabilirlerdi hatta başka yasadışı ve gayrımeşru eylemler de gerçekleştirebilirlerdi. Olgun bir İdarenin, bu durumlarda, bayrak fetişizmi ve şiddet yerine, çare olarak, kimi Kürt yurttaşlarının Türkiye Cumhuriyeti devletine neden bu kadar öfkeli olduklarını anlamaya çalışması gerekirdi.
Bir yetişkin ya da bir çocuk, yurttaşı olduğu devletin bayrağını yakıyorsa neden yakar? Bu soruya "Bunlar terörist, bölücü, dış kaynaklı ajanlar" gibi yanıtlar vermekle sorun çözülmüyor çünkü bu sorunun gerçek yanıtı bu değil. Devletle yurttaş arasındaki ilişkilerin bu denli bozulmasından sadece yurttaşı sorumlu tutmak, İdare'nin kendi tasarruf ve edimlerini gözden geçirmemesi sorunu çözmek yerine daha da vahim hale getiriyor.
* Genelkurmayın bu sert çıkışını değerlendirirken iki vakaya değinmekte yarar var: Son yıllarda iki önemli olayda Genelkurmayın açıklamalarını hatırlamak gerek. Amerikan işgali altındaki Irak'ta, Kuzey'de Erbil kentinde yapılan bir protesto eyleminde, Kürt göstericiler, kasıtlı ve organize bir şekilde Türk bayrağını yakmışlardı.
İkinci olay ise, Türk Silahlı Kuvvetlerinin seçkin bir birliğinin aynı bölgede Amerikalı askerler tarafından başlarına çuval geçirmek suretiyle yakalanıp sorguya çekilmeleriydi. Her iki olayda da Genelkurmayın tepkisi bugünkü kadar sert olmamıştı.
* Genelkurmayı iyi kavrayabilmek için yaptığı açıklamaların yanı sıra suskunluklarını da iyi değerlendirmek gerek. Mesela, Genelkurmay, kendi mensubu bir köylüye dışkı yedirdiği zaman susuyor hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde mahkum olmuş olan bu mensubunu bilahare terfi ettirebiliyorsa, hangi konularda hassasiyet gösterdiği konusunda yorumculara olumsuz bir ipucu vermiş oluyor. Keza, kendi mensupları rüşvet, irtikap gibi ithamlarla mahkemelerde yargılandığında Genelkurmay suskunluğunu bozmuyorsa, bu durum da Genelkurmay'ın siciline olumlu bir puan olarak kaydedilmiyor.
Olayın meydana geldiği dönemdeki bir dizi gelişme de Genelkurmayın "bir bardak suda fırtına koparmasına" gerekçe yaratmışa benzer:
* Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, büyük bir olasılıkla yakında, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden Abdullah Öcalan'ın yeniden yargılanmasını talep edecek.
* Avrupa Birliği'nin müzakere başlangıç tarihi vermiş olmasına rağmen Hırvatistan'la, bir suçlunun iade edilmemesini gerekçe göstererek müzakere başlangıcını ertelemesi Ankara'yı büyük bir huzursuzluğa sevketmiş görünüyor.
* Kıbrıs'ta özel olarak Genelkurmayın çok da arzulamadığı gelişmelerin cereyan etmesi Türk Silahlı Kuvvetlerinin saptayıp uyguladığı politikaların başarısızlığını tescil ediyor.
* Kuzey Irak'ta vakti zamanında resmen ilan edilen Kırmızı Çizgilerin neredeyse tümü çizilmiş ya da aşılmışken, Talabani'nin bütün Irak'ın Cumhurbaşkanı olma ihtimali, Genelkurmayın bir başka siyasal yenilgisi olarak da kabul edilebilir.
* AKP içinde Erkan Mumcu'nun istifasıyla başlayan yıpratma harekatında, Genelkurmay ile hükümet arasındaki bilek güreşinde belki de ilk raundda Genelkurmay kazançlı gibi gözükse de, orta ve uzun vadede muğlaklık henüz çözülmedi.
* 6 Mart'ta polisin kadın göstericilere karşı şiddet kullanması ve bu eylemin AB tarafından da kınanması, ülke içindeki AB yanlıları ve karşıtları arasında süregelen mücadelenin gidişatı hakkında bazı ipuçları veriyor.
Bu arada DEHAP yöneticilerinin "Türk bayrağı Kürtlerin de bayrağıdır" şeklindeki açıklaması kuşkusuz olumlu bir tutumu sergilese de yeterli değil. Çünkü bu açıklama Türk İdaresinin faşizan ve Kürt düşmanı kesiminde herhangi olumlu bir yaklaşımı, yumuşamayı sağlamadı.
Genel Kurmayın ateşlemesiyle toplumsal düzeyde yükselen, bayrak aracılığıyla kitlesel yani popüler bir milliyetçilik, son derece vahim sonuçlara yol açabilir. Cumhuriyetin kuruluş felsefe ve amacında yatan "irtica ve şekavete karşı Cumhuriyet" anlayışı, milliyetçiliğin hem dışlayıcı hem de şiddet içeren özü itibariyle sadece Kürt değil, siyasi İslamı savunan, ya da solcu, muhalif, feminist kısacası resmi ideoloji ve milliyetçilikle uzlaşmayan her kesimi hedef alabilir.
AB sürecindeki engeller nedeniyle milliyetçiliğe geri dönüş, en kısa ve kestirme yol gibi gözükse de bu yol başta AKP olmak üzere bütün toplumu ve ülkeyi ve tabi ki bu arada Türk devletini de uçurma götüreceği için olağanüstü bir şekilde soğukkanlı davranarak, siyasi-ideolojik yani barışçı mücadeleyi ön planda tutmak gerekiyor, gerekecek.
Barışçı olgunluk şart
Türkiye'nin içinde bulunduğu konjonktürel ortam, ayrıca Maraş ya da Sivas gibi trajik deneyimlere sahip olan toplum, medyanın tüm çabalarına rağmen bu tuzağa düşmeyecek olgunlukta. Mesela ben Çarşamba günü Ankara'da Kızılay medyadanında (Hani gösteri yasaktı orada?) bir sahneye tanık oldum:
Sağ eğilimli bir eğitim sendikasına mensup 15-20 kadar militan, öğretmenlerin tüm özlük hakları sorunlarını halletmiş olmanın verdiği rahatlık ve huzurla, ellerinde kocaman Türk bayraklarıyla kaz adımlarla yürüyorlardı: "Bayrağa kalkan eller kırılacak" , "Vatan sana canım feda" sloganları atarak alana doğru gidiyorlardı. Öğlen vakti tıklım tıklım olan meydanda bir yurttaş da kalkıp "Helal olsun size!" deyip alkışlamadı bu grubu. Yüz ifadelerine baktım insanların, öyle pek de mutlu ve huzurlu görünmüyorlardı. Karşı filan değillerdi tabi ki, ama yandaş da değillerdi. Onlar büyük bir ihtimalle ay sonunu nasıl getireceklerini düşünüyorlardı.
Bayrak bir simgedir, geleneği betimleyebilir, kültürden bir renk vardır, önemlidir, değerlidir belki ama faiz oranlarını da düşürmüyor, maaşları da artırmıyor, insanların vahim acil sorunlarına da çözüm üretemiyor. Dahası tüm bu yaşamsal alanlarda durumu daha da vahim hatta içinden çıkılmaz hale getirebilir.
"Kavgam" kitabı çok satıyormuş bu aralar hı? (RD/EÜ)