Türkiye, 2009 yılına TRT Şeş'in yayına başlaması üzerine "devlet düzeyi"nde "etnik talepler" doğrultusunda "70 milyonun parasının harcanması"nı yanlış, hatta tehlikeli bulan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın sözleriyle girdi:
Türkiye'de bir RTÜK düzeni vardır. O RTÜK düzeni içerisinde nasıl özel televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı uygun gören bir televizyon çıkar yayını yapar. Buna kimse hiçbir şey diyemez. Ama devletin parasını, devletin kaynaklarını, 70 milyonun parasını sadece bir kesim vatandaşlarımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir. Yani bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır. Karşısındakinin etnik kimliğini görmemelidir. Dini inancını, mezhebini görmemelidir. Buna yönelik kaynak ayrılması para harcanması yanlıştır. Bu giderek, devleti her türlü etnik kimliğin talebine karşı güç bir duruma sokar.
Devletin [işi] etnik kimlikleri teşvik etmek değildir. Etnik kimliklerin devlet düzeyine çekilmesi çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Temel hak ve özgürlükler çerçevesinde her kesim örgütlenerek istediği gibi yayın yapabilir. Devlet bu işe para harcayamaz ... Yanlış bir istikamete gidiliyor. Bir süre sonra bunu çok ciddi sonuçları olacak. Devlet başka kesimlere karşı da benzer davranışlar yapmak zorunda olacak. Bu bir kamu hizmeti ise, o kamu hizmetini neden burada tutacaksın. Bunun içi personel yetiştireceksin. Belli bir dilin eğitimini, kültürünü devlet sorumluluğu olarak üstleneceksin (Baykal, Kanal 7, 2.1.2009, 15.00)
Bu, Baykal'ın ne ilk ne de son tüyler ürpertici sözleri... Aynı konuda benzer açıklamaları 2004 yılında da yapmıştı (Örneğin, 9.6.2004 tarihli Radikal gazetesinde Baykal'ın "devlet parasını hiçbir etnik grubun kendi ihtiyacı için harcayamaz" sözü yer almaktadır. Bkz. Timisi 2005: 472). Burada basit bir matematik hesabı yapıp mantık yürütürsek, "70 milyonun parası sadece bir kesim vatandaş"ın taleplerine göre harcanıyor olsa, bütün yayınların Kürtçe olması gerekir ya da şimdiye dek olduğu gibi Türkçe ya da... Bir kesim vatandaş da, diğer birçok kesim vatandaş da, vatandaştır; yayınlara erişebilmeli, yayın içeriğini anlayabilmeli ve kendi sözünü dillendirebilmelidir. Kültürel farklılıkları ve çoğulculuğu bölücülük sanan mantığın tersine...
CHP'nin bugün MHP'den daha milliyetçi, AKP'den daha mukadderatçı, ekonomik politika açısından diğer her partiden daha neoliberal olması, devletin sahipliğine soyunmanın günümüzde 'demokrasiye kör' (bu sözü Baykal'ın "devlet etnik kör, dini kör olmalı," sözünden esinlenerek kullanıyorum) olmayı gerektirdiğinin düşünülmesindendir belki de... Tam da devleti sahiplenmenin; politik açıdan yurttaşa rağmen devlet demekle, idari açıdan devletten özerk olması gereken kamusal bir kuruluşu doğrudan devlet organı olarak görmekle, çoğulculuğu sadece piyasada var kalabilenlere tevdi etmekle tanımlandığı bir uğrak...
Bu uğrak, tabii ki devletin kurucu partisi olma niteliğine sahip olan CHP'ye uzak değil. Partinin adında da taşıdığı "halk"ı hem seçkinci bir bakış içinden gerilikle, geleneksellikle işaretlemesi hem de ilerlemenin kaynağı gibi görmesindeki gerilim (Çelik 2008), tarihsel süreç içinde bir sosyal demokrasi vaadinden de geçtikten sonra bugün başka veçhelerle kendini gösteriyor.
Birlik-bütünlük söylemi, politikayı yine bir idare mekanizması olarak kavrayarak, XIX ve XX. yüzyılların bütün farklılık ve tanınma mücadelelerinin doğurduğu çoğulluğu da politik arenanın dışına iterek kendi içine kapanıyor. Bu kısa yazıda bu söylemsel kapanmayı ya da CHP ve partinin genel başkanı Deniz Baykal'ın sözlerini, kamu hizmeti yayıncılığının anlamı, TRT'nin konumu ve TRT'nin Kürtçe TV kanalı kurması üzerinden tarihsel bir politika-iletişim ilişkisi bağlamında kısaca, ana hatlarıyla tartışmaya çalışacağım. Bunu kamu yayıncılığı üzerine yeniden düşünmek için bir vesile olarak gördüm; o yüzden, azınlıklar ve anadilde yayıncılığa doğrudan eğilmeyecek, sorunu yurttaşlık şemsiyesinin altında değerlendireceğim (AB-Türkiye ilişkileri bağlamında bu konudaki ayrıntılı analizler için bkz. Timisi 2005, Kubilay 2005, Eraydın Virtanen 2006, Sümer 2007, Ermutlu 2008).
Kamu hizmeti yayıncılığı
1970'lerin ikinci yarısına kadar basın ile radyo-televizyon yayıncılığının, farklı tarihsel uğraklarda ortaya çıkmalarına ve teknik koşullarına bağlı olarak farklı biçimlerde örgütlenmiş olmaları herhangi bir tartışmaya konu olmamıştı. 1980'lerin neoliberal ekonomi politikaları ve teknolojik gelişmelere bağlı yayın olanaklarının artması, bu iki alanı aynı pazar mantığı içinde ve pazarı da serbestleştirme fikri etrafında bir araya getirdi. Baştan beri ticari yayıncılık anlayışının benimsendiği ABD için bile daha fazla serbestlik, pazarda daha fazla manevra olanağı demekti bu. 1980'ler sonrasında yazılan basın ve yayın tarihçeleri de, bu yüzden basın özgürlüğünü yayın özgürlüğüne, oradan da yeni toplumsal hareketlerin kazanımlarını ve yeni medyayı da kapsayacak biçimde iletişim özgürlüğüne genişleten anlatılarla kuruldular (Köker 1998).
Hem ekonomi politik bir yapılanmayı hem de politik mücadeleleri hesaba katan bir değerlendirmenin farklı uğrakları işaretlemesi gerektiğini, kamu hizmeti yayıncılığının ne olduğunun ve 1980'lerden sonra kurulan medyanın ve iletişimin örgütlenmesindeki birörneklik mantığının da ancak böyle gösterilebileceğini düşünüyorum. Bu yüzden, XVIII. yüzyılda burjuva bireylerin devlete karşı yürüttüğü mücadelede basının yeri ve kazanılan negatif özgürlükler arasında düşünce ve ifade özgürlüğü ile basın özgürlüğünün yer alışı, politik ve hukuki bir süreci anlamak açısından önemliyse, XIX. yüzyılda radikal basına uygulanan baskı ve denetim, burjuva basınının giderek ticarileşmesi ve tekelleşme eğilimleri de ekonomi politik açıdan belirleyicidir.
Peter Golding'e (1974: 14-19) göre, XIX. yüzyılın ikinci yarısında medyanın gelişmesi bir arz-talep ilişkisi içinde düşünülebilir: Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeyle oluşan iletişim endüstrisi ile artan kent nüfusunun gelirlerindeki ve boş zamanlarındaki artış, bir meta olarak enformasyonun arzını ve ona talebi yaratmıştır. Ancak Golding'in bu saptaması, radyo ve televizyona doğrudan uyarlanamaz. Bu iki araç XX. yüzyılın ürünleridir ve Raymond Williams'ın (1990: 25) deyişiyle, "yayıncılık olanaklarının arzı talepten önce gelmiştir." Bu bağlamda, kamu hizmeti yayıncılığının öncüsü İngiliz yayın kurumu BBC, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde birinci dalga refah devleti ve sosyal yurttaşlık anlayışı (Fraser ve Gordon 1994) açısından değerlendirildiğinde, devletin yurttaşlara sunduğu eğitim, sağlık gibi sosyal hizmetlerle bir tutulabilir.
Radyo yayıncılığı kısa süreli bir özel yayıncılık devresinden sonra hem frekans kıtlığı gibi teknik gerekçelerle hem de propaganda amaçlı kullanımı gibi siyasi nedenlerle denetim altına alınmış ve kamu hizmeti olarak örgütlenmiştir. Ne var ki, kamu hizmeti yayıncılığı doğrudan devletin yüklendiği görevlerden biri olmak yerine, (ne kadar başarılı olduğu tartışmalı da olsa) "kamu"nun kılınmaya çalışılmıştır. Öyle ki, İngiltere'de ticari yayıncılığa izin verildiğinde dahi, kamu hizmeti yapılanmasının olmasa da "kamu hizmeti ilkeleri"nin geçerli olacağı şartı koşulmuştur.
Bu haliyle kamu hizmeti yayıncılığının en genel ve en klasik tanımı şu unsurları içerir (Kuhn 1985: 47; Kaya 1985: 78):
1. Yayın kurumunun, siyasal iktidardan ve ticari odaklardan bağımsız bir kamu kuruluşu olarak örgütlenmesi (ki bu noktada kurumun gelir kaynakları önemlidir).
2. Bu kuruluşun yayınlarının toplumdaki herkes için eşit biçimde erişilebilir olması.
3. Kuruluşun yayınlarında haber verme, eğitme, eğlendirme işlevlerine göre dengeli program dağılımı sunması.
4. Siyasal konularda tarafsız ve dengeli bir yayıncılık anlayışını benimsemesi.
Kamu hizmeti yayıncılığı, 1970'li yıllarda başta İngiltere olmak üzere bu modeli benimseyen ülkelerde ciddi bir krize girmiştir. Bu krizin teknolojik, mali ve ideolojik boyutları vardır (Keane 1995).
Yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerindeki gelişme, sadece bilişim teknolojilerinin, uydular ve kablolarla dağıtım şebekelerinin, gösterim aygıtlarının ayrı ayrı gelişmesine değil, bunların tümleşikleşmesine bağlı kökten bir yenilikler silsilesi getirdi. Bu teknolojilerin işleme girmesi tabii ki ekonomi politikaları bağlamında gerçekleşti. Neoliberal anlayışın bir uzantısı da zaten mali sıkıntılar yaşayan kamu hizmeti yayın kurumlarını dönüştürmekti. (Örneğin, 1986 yılında BBC'nin finansmanını tartışan ünlü Peacock Raporu zamanında beklenen politikayı getirmediyse de, böyle bir rapor hazırlanması bile kendi başına özelleştirme zihniyetini örnekler.
Türkiye'de de Turgut Özal "TRT'yi 15-16 kanala çıkaracağım PTT vasıtasıyla... Kim daha çok parayı bastırırsa o alır" diye demeç vermişti. Kejanlıoğlu 2004). Bu kurumlar ortak yapımlara girmek, programlarının bir kısmını özel girişime açmak, pazarlama etkinlikleri yürütmek yoluyla ticarileşmek zorunda kaldılar. İngiltere özelinde farklı yerel ve global radyo ve televizyon kanallarına erişim sonucunda BBC'nin hem ulusal boyutta daha az izlenmesi hem de ayrı bir kuruluş yoluyla kendisinin global aktör haline gelmesi, kurumun finans kaynağı olan, İngilizlerin her yıl ödedikleri lisans ücretlerinin de sorgulanmaya başlamasına neden oldu.
Kamu hizmeti yayıncılığı, özellikle programcılık ve farklı grupların radyo ve televizyonda temsili açısından da eleştirilerin hedefi haline gelmişti. 1960'ların sonundan itibaren yükselen toplumsal hareketler, bu hareketlerin kazanımlarıyla güçlenen çevreciler, feminist gruplar, azınlıklar, vb. belli kalite, dengelilik, tarafsızlık standartlarını benimsediği iddiasında olan kamu hizmeti yayıncılığını seçkinci olmakla suçladılar. Marjinaller, azınlıklar, kadınlar, eşcinseller ya hep basmakalıp biçimlerde temsil ediliyor ya da temsil edilmiyorlardı.
Böylece, günümüze gelene dek kamu hizmeti yayıncılığının bağlamı, dolayısıyla da kapsamı ve anlamı hayli değişime uğramış oldu. Bu değişimde 1990'lı yılların başına rastlayan kritik bir noktayı, eleştirel araştırmacıların ilgilerini devlet ile kamu hizmeti yayıncısı arasındaki ilişkiden çok yayın kurumu ile izlerkitle arasındaki ilişkiye kaydırmaları oluşturdu (Sümer 2007: 210).
Özellikle, başat hale gelen ticari yayıncılığın seslendiği "tüketici"lerin karşısına "yurttaşlar" ve "kamusallık" düşüncesi yerleştirildi. Bir diğer kritik noktaya ise, 2000'li yıllarda "çoğulculuk", "çeşitlilik" gibi kavramların hem ticari çevreler hem de kamu hizmeti savunucuları tarafından kabullenilmesiyle gelindi; "tüketici tercihi" de kamu hizmetini savunanları kendine uymaya zorlayan bir kavrama dönüştü (Sümer 2007: 212).
Tabii ki, kamu hizmetini savunanlar ile piyasayı savunanların bu kavramlarda yakınlaşması bir saptama olmaktan öteye geçtiğinde çok sorunlu görünüyor. Tartışmaya hayli açık bu yakınlaşma ve dolayısıyla kamu hizmetini yeniden tanımlama gereği, Avrupa Birliği'nin politikaları nedeniyle basitçe ulusal bir konu olmaktan da çıktı (Sümer 2007: 212).
Bugün Türkiye'de kamu hizmeti yayıncılığından ve TRT'nin konumundan söz edebilmek, ancak yukarıda söz ettiğim kritik noktalar kavrandığında anlamlı olabilecektir. Aşağıda anadilde yayıncılık ve TRT Şeş'in, Deniz Baykal'ın baktığı çerçeveden değerlendirilmesinin, ancak bu değişimlere "kör" kalınmasıyla mümkün olabileceğini göstermeye çalışacağım.
TRT'nin niteliği ve Deniz Baykal'ın siyasi duruşu
Türkiye'de radyo yayıncılığı alanındaki "devlet tekeli" 1964 yılında sona ermiş, radyo ve ardından da televizyon yayıncılığında 1990'a dek sürecek olan "TRT tekeli" dönemi başlamıştır.
TRT, 1961 Anayasası gereğince 1963 yılında çıkan ilgili yasaya göre 1964 yılında "özerk bir kamu kişiliği" olarak kuruldu. 1971 askeri müdahalesi ve 1980 askeri darbesi, zaten fiilen özerk olamayan bu kuruluşu, yasal olarak da siyasal iktidara bağımlı kıldı. Gelirleri açısından da reklama, dolayısıyla da piyasanın girdilerine mahkûm edildi. Böylece TRT, örgütlenmesi ve gelirleri açısından ideal kamu hizmeti yayıncısı olma vasfını taşımaktan uzağa düştü. Erişim açısından zaman içinde büyük bir coğrafi alanı kapsadı. Yayınları bakımından da uzun süre hem yabancı programlara bağımlı (Cankaya 1990) hem de politik ve kültürel tercihlerde siyasi iktidara bağlı kaldı. Eğitim, haber verme, eğlendirme işlevlerini, bu bağımlılık halleri ve seçkinci zihniyete dayalı biçimde yerine getirdi.
Farklı biçimlerde ve farklı politik zeminlerde de olsa İngiltere'de BBC'nin paternalizminin, seçkinciliğinin; Fransa'da siyasi iktidarların etkisinin ve reklama yer verilmesinin yol açtığı eleştirileri dikkate aldığımızda, TRT'nin de Türkiye'nin ağır aksak kamu hizmeti yayıncısı olduğunu yine de söyleyebiliriz.
Ancak, önce fiilen, sonra yasal olarak da özerkliğin işlememesi, yayıncılığın; devletin sağlık ve eğitim gibi diğer sosyal ve ekonomik hizmetlerinden biri gibi görülmesine, TRT'nin "devlet tekeli" gibi algılanmasına yol açtı. Tabii ki özerkliğin işlememesi de, basitçe siyasal iktidarların tarafgirliğiyle açıklanamayacak biçimde, yayıncılık yasalarını (1961 anayasası ve 1963 yasası, 1971 anayasa değişikliği ve 1972 yasa değişikliği, 1982 anayasası ve 1983 yasası) koyanın bizzat askeri bürokrasi olması nedeniyle devletin ağırlığı yüzündendi.
1980'lerden sonra Türkiye'de pek de tartışılmadan ticari yayıncılık başladığında (buna daha sonra 1994 yasal düzenlemesinde yeniden "özerk" olan TRT dışında sadece şirketlere yayın hakkı tanınması da eklenince) devlet-piyasa ikiliği iyice pekişti. Tıpkı daha sonraki "kamusal alan" tartışmalarında tanık olunduğu gibi (bkz. Özbek 2004, Depeli 2007) "kamu" zaten devlet anlamında kullanıldığı için bu ikilik, kamu-özel ikiliği biçiminde de yaygınlaştı. Öyle ki, kamu hizmeti, devlet hizmeti sayıldı, sanıldı; yalnızca yayıncılık alanıyla sınırlayamayacağımız biçimde (özellikle günümüzde yükselen milliyetçiliği ve komplocu mantığı da eklersek) devlet dışı her girişimde de mutlaka ticari ve/veya yabancı (siyasi-askeri-ticari) çıkar aranır oldu.
Tabii ki, Kürtçe yayında "yabancı" parmağı var! "Ticari çıkar" ise, içinde "çıkar" sözü geçtiği için olumsuz bir anlam taşırken, ticari çıkarı var kılan "piyasa"ya daha çok olumlu anlamlar yüklendi.
Deniz Baykal'ın sözleri, en yüzeydeki boyutuyla işte böyle bir ön kabule yaslanıyor: Bir yanda devlet vardır ve onun yayın organı olan TRT; diğer yanda ise piyasa vardır ve ticari yayın kuruluşları:
Türkiye'de bir RTÜK düzeni vardır. O RTÜK düzeni içerisinde nasıl özel televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı uygun gören bir televizyon çıkar yayını yapar. Buna kimse hiçbir şey diyemez. Ama devletin parasını, devletin kaynaklarını, 70 milyonun parasını sadece bir kesim vatandaşlarımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir. Yani bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır (Baykal, Kanal 7, 2.1.2009, 15.00).
Bu yüzeydeki ikinci kiri kazıdığımızda ise, Baykal'ın devletten, TRT'den ve yurttaşlıktan ne anladığıyla ilgili daha korkutucu, dışı parlatılmış ama parlatılmaktan da aşınmış bir yüzeye geliyoruz. (Kuşkusuz, Baykal'ın rastgele kullandığı "RTÜK düzeni" sözü pek doğru bir söz değildir.
Türkiye'de bir yayıncılık düzeni vardır; RTÜK ise, düzenleyici kuruldur ve düzenlemeleri sadece özel radyo televizyonlarla sınırlı kalmamaktadır. Bu konu ayrı ve uzun bir "yayıncılık düzeni" tartışmasına girmeyi gerektirdiği için konuyu burada açmayacağım.) Devlet tekeli normatif medya kuramları açısından zaten otoriter bir anlayışa işaret eder. Tekel olmadığı halde kamu hizmetini devlet yayıncılığı olarak düşünmek de, TRT'yi devletin yayın ve propaganda organı gibi düşünmeye denk düşmektedir.
Otoriter anlayışa karşı savunulan liberter anlayış ise, basitçe ekonomik liberalizmi ve onun siyasete tercüme edilmiş serbest fikirler piyasası düşüncesine dayanır. Ama XIX. yüzyılın sonundan beri bilindiği gibi piyasa, eşitlik gözetmeyen bir tekelleşme eğilimiyle işaretlidir. Aslında bugün bu anlamlarda devleti savunmak ya da piyasayı savunmak baskıcı bir zihniyetin tezahürleridir. 1950'lerde kalan bu ayrıma dayanarak ikisini birden savunmak ise, çifte baskıcılıktan başka bir şey olamaz. Yurttaş burada homojen tebaa ya da tüketici anlamlarına hapsolmaktadır ki bu da siyasi liberalizme uymasa gerektir.
En sona bıraktığım yüzey, meselenin temeli: Azınlıklar, etnisite ve toplumsal-kültürel bir hak olarak anadilde yayıncılığı kapsayan yurttaşlık meselesinin haklar odağa alınarak açılması...
Devletin [işi] etnik kimlikleri teşvik etmek değildir. Etnik kimliklerin devlet düzeyine çekilmesi çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Temel hak ve özgürlükler çerçevesinde her kesim örgütlenerek istediği gibi yayın yapabilir. Devlet bu işe para harcayamaz... Yanlış bir istikamete gidiliyor. Bir süre sonra bunu çok ciddi sonuçları olacak. Devlet başka kesimlere karşı da benzer davranışlar yapmak zorunda olacak. Bu bir kamu hizmeti ise, o kamu hizmetini neden burada tutacaksın. Bunun içi personel yetiştireceksin. Belli bir dilin eğitimini, kültürünü devlet sorumluluğu olarak üstleneceksin (Baykal, Kanal 7, 2.1.2009, 15.00)
Bu noktada;
1. T. H. Marshall'in (1992; orijinali 1950) yurttaşlığı, medeni (sivil), siyasi ve toplumsal haklar bağlamında sınıflandırması ve G. Murdock ve P. Golding'in bu sınıflandırmayı deregülasyon ve özelleştirme politikaları sonrasında yorumlamaları ile
2. G. Jellinek'in negatif, pozitif ve aktif statü hakları sınıflandırmasını izleyen Levent Köker'in bu üçlüyü günümüzdeki politik ve kültürel çoğulculuk açısından değerlendirme biçimi bize oldukça anlamlı bir açılım sunar.
Marshall'a (1992: 8) göre, medeni haklar düşünce, inanç/vicdan ve ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi temel hak ve özgürlükleri; siyasi haklar siyasi iktidarın kullanılmasına katılmayı, ulusal ve yerel düzeydeki siyasi kurumlar için seçme ve seçilme hakkını; toplumsal haklar ise, ekonomik refah ve güvenlik, toplumsal miras paylaşımı ve toplumda hüküm süren standartlara uygun bir medeni yaşam hakkını kapsar.
Bu üçüncü haklar öbeği, XX. yüzyılın refah devletinin kurumsallaşması bağlamında düşünülmüştür, iletişim ve enformasyon olanaklarına ve araçlarına herkesin eşit erişimini de içerir. Golding ve Murdock (1989), Marshall'in bu hakları bir öncelik sırası olmadan sunmasına rağmen, toplumsal hakların diğerleri için bir önkoşul olarak belirdiğini söylerler. Çünkü yoksulluk, başlı başına, yurttaşların haklarını kullanmalarında bir engeldir.
Golding ve Murdock'a (1989) göre, Marshall bunları yazdığında İngiliz refah devletinin yapılanmasını yurttaşlık için temel kaynakları sağlamada geri dönülmez bir adım olarak görmüştü. Oysa 1980'li yılların özelleştirme politikaları bu yapılanmanın zeminine yerleştirilmiş bir dinamit gibiydi. Marshall'in kavrayışındaki bir başka sorun da, ortak toplumsal mirasın otoriter siyasal ve kültürel kurumlarca tanımlanan "ulusal kültür"e katılma hakkı olarak görülmesiydi. Bu yüzden de diğer kimliklerin kenara itilmesi, baskı altına alınması, sindirilmesi pahasına tanınan bir haktı.
Günümüzdeyse, toplumsal hareketlerin mücadeleleri sonucunda çoğulcu bir toplumsal üyelik anlayışının oluşması, farklılıklara yer açılması ve uzlaşmaların kısmi ve geçici olabileceğinin kabul edilmesinden söz etmek durumundayız. A. Melucci'nin (1988) vurguladığı gibi, her birey ve toplumsal grup kendini ifade etme, ne olduğu ve ne olmak istediği çerçevesinde tanınma hakkına sahiptir.
Marshall'in medeni haklar saptaması, G. Jellinek'te "negatif statü hakları"; toplumsal haklar, "pozitif statü hakları"; siyasi haklar ise, "aktif statü hakları" olarak karşımıza çıkmaktadır. L. Köker'in (2007) insan haklarını bu üçlü sınıflandırma üzerinden ele alırken yaptığı katkı, tarihsel bir anlayış içinde kültür-siyaset eksenlerini belirlemesindedir. Negatif statü hakları, dışarıdan karışılmayacak biçimde bireysel özgürlük alanının sınırlarını çizen yaşam, emek ve mülkiyet haklarıdır. Köker (2007: 61) negatif hakların soyut hukuki eşitlikçiliğinin, Ortaçağ Avrupa'sından sonra önemli bir gelişme sayılabileceğini ama siyasi haklarla pekiştirilmediği için toplumsal sınıfa, kültürel farklılığa, cinsiyete dayalı somut eşitsizliklere duyarsız kaldığını vurgular. XIX ve XX. yüzyıllar boyunca sınıf mücadeleleri ve kadın hareketinin kazanımları, bireysel özgürlükler alanına müdahale edilmemesi değil, tersine eşitlikçi yaşam koşullarını sağlamak üzere toplumsal yaşama müdahale edilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır.
Pozitif statü hakları da bu bağlamda çağının mücadelelerinin talepleri doğrultusunda sosyo-ekonomik haklar, işçi hakları, kadın hakları, kültürel haklar, azınlık hakları olarak gündeme gelmiştir (Köker 2007: 62). Bütün bu hakların kullanılabilmesinin koşulu, aktif statü hakları denilen siyasi hakların tanınmasıdır. Yurttaşların toplumsal ve siyasal yaşamın her alanına eşit ve özgür biçimde katılmasının güvencesini ancak siyasi haklar sağlayabilir.
Köker (2007: 64), bulunduğumuz tarihsel uğrakta bütün bu hakları, onları dikine kesen haklarla birlikte düşünmenin önemine dikkat çeker:
Hakların öznelerine göre işçi, kadın, çocuk, azınlık hakları gibi adlandırılmaları mümkün olmakla beraber, her bir hak kategorisi, kendi içinde, negatif, pozitif ve aktif hak kategorilerini de barındırabilmektedir. Örneğin azınlık hakları, hem azınlık olarak tanımlanan insan topluluğuna mensup olanların, örneğin eğitim faaliyetlerinde serbest olmalarına imkân veren bir negatif hak kategorisini içerebilir ve aynı zamanda da azınlık mensuplarının mesela kendi dillerini kullanabilmek için bazı imkânlara sahip olmalarını mümkün kılmak üzere kamu otoritesinden belirli taleplerde bulunmaları anlamında bir pozitif hak kategorisini veya azınlık kimliğinin siyasi ifadesini ortaya koyabilme imkânını veren aktif hak kategorisini de kapsayabilir.
İletişim, çokkültürlülüğe açılan böyle bir insan hakları anlayışı bağlamındaki aktif yurttaşlık için merkezi bir önemdedir. Olası en çeşitli enformasyon, tartışma ve temsile erişim, demokratik siyasetin işlemesi ve yurttaşlık haklarının her yönüyle kullanılabilmesi için olmazsa olmazdır. Örneğin, Türkiye'de iletişim özgürlüğü ile seçme ve seçilme hakkı diğer her yurttaşa olduğu gibi kendilerine de tanınmış ama sadece Kürtçe bilen kadınları düşündüğümüzde, hangi siyasal oluşumun neyi savunduğunu nasıl bilecek, kendi temsilini nerede bulacak ve nerede kendini ifade edeceklerdir?
O yüzden de demokrasiden söz edilecekse, genelde iletişim sistemi ve özgül olarak da yayıncılık, aktif yurttaşlık için gereken kaynakları sağlama görevi yüklenmiş bir kamusal kurumlar öbeği olmak zorundadır. Bu noktada liberal demokratlar yayın kuruluşlarının özel mülkiyette olmasını yeğleyebilirler ama sivil girişimin ve kamusallığın, çoğu zaman zor kullanarak, bunca ketlendiği bir ülkede, bir liberal demokrat dahi, çoğulculuğu ve aktif yurttaşlığın koşullarını sorgulamak zorunda kalacaktır.
Türkiye refah devleti olmadı, iktisadi açıdan hem sınıfsal hem bölgesel eşitsizlik hiç yok olmadı. Otoriter kültürel ve siyasi kurumlara bağlı bir toplumsal miras söylemi, hep var oldu ve bugün de özelleştirme politikaları ve sonuçlarıyla birlikte en temel baskı mekanizmasını oluşturuyor. Ama artık kamu yayıncılığı, kamuyu oluşturan ve yekpare bir bütün olmayan yurttaşların özerk kamu kuruluşu/kuruluşları yoluyla yine kamuya sunduğu temsillerden oluşmayacak mı? Oluşmayacaksa, kamu yayıncılığı da olmayacaktır.
Seçim yatırımı, dış baskı ya da her ne denirse densin, TRT Şeş, kamu yayıncılığı anlayışının oluşmasında demokratik bir açılıma gidebilecek önemli bir adımdır. CHP'nin ve liderinin etnik Türk milliyetçiliği, örtülü kadınlarla partiye üyelik gösterilerinin popülizmi ve piyasanın işleyişine duyulan güven söylemiyle ise, eğer kör olunacaksa ancak "çoğulcu demokrasiye kör" olunabilir –aslında bu da körlük değildir, tersine Türkiye'deki başat görme biçimidir; göz göre göre ama yine de... (DBK/TK)
* Bu yazının ilk halini okuyup önerilerde bulunan Dr. Burcu Sümer, Oğuzhan Taş ve Barış Engin Aksoy'a teşekkür ederim.
Referanslar
- Baykal, Deniz (2009) "70 milyonun Parasıyla Kürtçe TV Olmaz" Kanal 7, 2 Ocak, 15.00
- Cankaya, Özden (1990) Türk Televizyonunun Program Yapısı (1968-1985). İstanbul: Mozaik Basım Yayın.
- Çelik, Nur Betül (2008) CHP üzerine konuşma metni. Ankara: SETA Vakfı, 28 Aralık.
- Depeli, Gülsüm (2007) "Basındaki Köşe Yazılarında Kamusal Alan ve Türban Tartışmaları: Bir Analiz Denemesi." Kültür ve İletişim 10(1): 9-39.
- Eraydın Virtanen, Özlem (2006) "AB ile İlişkiler Çerçevesinde Türkiye'de Dil Politikaları." Türkiye'de Dil Tartışmaları. A. Menz; C. Schroeder. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 147-184.
- Ermutlu, Yonca (2008) "On the Rocky Road towards a Pluralist Democracy: Minorities and Ethnic Minority Media in Turkey." Fince yayın: "Vahemmistön" kiistanalaiset merkitykset ja etninen vahemmistömedia Turkissa." Onko Eurooppa olemassa? Eds., H. Nieminen, et al. Helsinki: Gaudeamus, 216-242.
- Fraser, Nancy; L. Gordon (1994) "Civil Citizenship against Social Citizenship? On the Ideology of Contract-versus-Charity." The Condition of Citizenship. Ed., B. Van Steenbergen. London: Sage, 90-107.
- Golding, Peter (1974) The Mass Media. New York: Longman.
- Kaya, Raşit (1985) Kitle İletişim Sistemleri. Ankara: Teori.
- Keane, John (1995) "Structural Transformations of the Public Sphere." The Communication Review 1(1): 1-22.
- Kejanlıoğlu, D. Beybin (2004) Türkiye'de Medyanın Dönüşümü. Ankara: İmge.
- Köker, Eser (1998) Politikanın İletişimi İletişimin Politikası. Ankara: Vadi.
- Köker, Levent (2007) "Hukuk Reformları Sürecinde Türkiye'nin İnsan Hakları Sorunu: Bir Değerlendirme Çerçevesi." İnsan Hakları Haberciliği. Hz. S. Alankuş. İstanbul: bia, IPS İletişim Vakfı, 51-79.
- Kubilay, Çağla (2005) "Türkiye'de Anadillere Yönelik Düzenlemeler ve Kamusal Alan: Anadil ve Resmi Dil Eşitlemesinin Kırılması." İletişim Araştırmaları 2(2): 55-85.
- Kuhn, Raymond, ed. (1985) The Politics of Broadcasting. London: Croom Helm.
- Marshall, T. H.; Tom Bottomore (1992) Citizenship and Social Class. London: Pluto Press.
- Melucci, A. (1988) "Social Movements and the Democratisation of Everyday Life." Civil Society and the State. Ed., John Keane. London: Verso: 245-260 (Türkçesi: "Toplumsal Hareketler ve Gündelik Yaşamın Demokratikleşmesi." Çev., L. Köker, Birikim 24, 1991).
- Murdock, Graham; Peter Golding (1989) "Information Poverty and Political Inequality: Citizenship in the Age of Privatized Communications." Journal of Communication 39(3): 180-195.
- Özbek, Meral, der. (2004) Kamusal Alan. İstanbul: Hil.
- Peacock Committee Report (1986) Financing the BBC.
- Sümer, Burcu (2007) The Impact of Europeanisation on Policy-Making in Turkey: Controversies, Uncertainties and Misfits in Broadcasting Policy, 1999-2005. An unpublished PhD dissertation. London, University of Westminster.
- Timisi, Nilüfer (2005) "Medya Politikalarında Kültürel Kimlikler: AB Sürecinde Türkiye." Avrupa Birliği ve Türkiye'de İletişim Politikaları. Pazarın Düzenlenmesi, Erişim ve Çeşitlilik. Der., M. Gencel Bek; Deirdre Kevin, Ankara: AÜ İLEF, 441-485.
- Williams, Raymond (1990) Television: Technology and Cultural Form. 2nd ed. London: Routledge (Türkçesi: Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev., A. U. Türkbağ. Ankara: Dost, 2003).