Amerika için olduğu kadar dünya edebiyatı için de önemli bir yazar olan Paul Auster cephesinden epey zamandır iyi haberler gelmiyordu.
Oğlu ve torununun trajik ölümleri, medyada babalığının sorgulanması, kanserle mücadelesi derken okurları yeni bir kitap beklentisini yitirmişti. Yazar ise bir sürpriz yaparak geçen yılın sonunda Baumgartner’i yayımladı.
Ancak yeni romanın tanıtımı sırasında; yas, bellek, yaşlılık ve keder üzerine olduğu yönündeki açıklamalar yapılması yetmezmiş gibi yazarın da “yazdığım son roman olabilir” demesi bir Auster sever olarak bu kitabı okumamı çok kasvetli bir eyleme dönüştürdü.
Kitabı çıkar çıkmaz, arayarak bekleyerek hevesle edinmeme karşın uzun süre okumamak için direndim. 1987 yılında kaleme kaldığı New York Üçlemesi’nden bu yana Türkçeye çevrilen hemen her kitabını okuduğum ve anlattığı hikayeler kadar anlatımının gücünden etkilendiğim Paul Auster’la Baumgartner üzerinden vedalaşmak istemiyordum sanırım.
"Bir Katilin Güncesi"
Çok ilginç, yeni keşfettiğim Koreli bir yazar olan Kim Young-Ha’nın “Bir Katilin Güncesi” adlı romanını okuduktan sonra Baumgartner’i de okumaya cesaret ettim.
Bir Katilin Güncesi’nin ana karakteri Byıonğsu Gim de yetmişlerinde bir adam, Sy Baumgartner da. Byıonğsu alzheimer’a yakalanmış, hafızasını günden güne kaybediyor ve beyni ona inanılmaz oyunlar oynuyor. Kitap arkası yazısında okuduğuma göre Baumgartner da hafıza ve anı sarmalları arasında ilerliyordu.
Bir Katilin Güncesi’ni bir çırpıda okuyup, ilginç bir şekilde karakteri, yazarın dilini ve hikayeyi sevince hemen devamında Baumgartner’ı okumaya başladım.
Entelektüelliğin sıradanlığında bir kahraman
En baştan söyleyeyim ki iki kitabın ne konusu ne de karakterleri birbirine hiç benzemiyor. Byıonğsu eski bir seri katil, Sy ise bir felsefe profesörü, yazar ve bu doğrultuda entelektüel bir adam.
Ama yine de bir roman, en azından bir “baş yapıt” kahramanı olamayacak kadar sıradan biri, en azından başlangıçta. Ve bu adam Byıonğsu gibi yaşamla “onurlu” bir şekilde vedalaşmaya çalışmıyor, tutunacak bir dal arıyor.
Bunu keşfettikten sonra, Baumgartner’ı hüzünlü bir final olarak değil de; satır aralarından fışkıran umudu hissederek okudum. İnsan hangi yaşta olursa olsun, ne yaşarsa yaşasın, zamanın acımasızlığına ve büyük kayıplara karşın yaşama tutunmak için çabalıyordu.
‘Hayalet uzuv” sendromu
Roman Baumgartner’ın bir gününü neredeyse birebir aktararak başlıyor. Ön adı Sy olan karakterimizle eş zamanlı olarak yaşadığımız bu bölümde onun kahramanımızın rutini bozan bazı aksiliklere de tanık oluyoruz.
Ocakta bıraktığı tavada elini yakıyor, kız kardeşini araması gerekirken gelen bir telefonla yardımcı kadının kocasının bir iş kazasında iki parmağının kesildiğini öğreniyor ve bordum merdivenlerinden düşerek dizini zedeliyor.
İkinci bölümde ise Baumgartner, bir süredir üzerinde çalıştığı Kierkegaard’a ilişkin çalışmasını tamamlamış ve “hayalet uzuv sendromu” denilen grift zihin-beden muammasını araştırmaya başlamıştır.
Öyle ya kolunu ya da bacağını kaybeden insanlar kesik uzuvlarının hala yerinde olduğunu hissediyordur. Bir röportajında bu romana “Hayalet Uzuvlar” adını vermeyi düşündüğünü açıklayan Paul Auster, kahramanı Baumgartner’a yaptırdığı uzun araştırmalardan sonra bu sendromun aradığı mecazi tanım olduğunu söyletiyor.
Acı hafifler ama yok olmaz…
Bu noktada eminim benim gibi pek çok okuru derinden etkileyen bir bölümden alıntı yapmak istiyorum:
“Ölen çocuklarının yasını tutan annelerle babaları, ölen anneleriyle babalarının yasını tutan çocukları, ölen kocalarının yasını tutan kadınları, ölen karılarının yasını tutan erkekleri ve onları çektiği acının uzuvlarını kaybedenlerin duygularıyla ne kadar yakın olduğunu düşünüyor; çünkü yok olan kol ya da bacak önceden canlı bir gövdeye bağlıdır, yok olan bir insan da önceden başka bir canlı kişiye bağlıdır ve eğer siz geride kalan o canlı kişi iseniz, o kopan parçanızın, o hayalet parçanızın size hala derin acı vermeyi sürdürdüğünü hissedersiniz. Belirli birtakım çözümler acıyı biraz hafifletebilir, ama o acıyı kesinlikle yok edecek hiçbir çare yoktur.”
Sy da on yıl önce ölmüş karısı Anna’nın acısını hayalet bir uzuv gibi hissetmektedir ve artık en sevdiği insanın yokluğu ile yaşamayı öğrenmek zorundadır. Romanda da dediği gibi; gerçek, tencerenin yandığı, kendisinin merdivenlerden yuvarlandığı gün kafasına dank edivermiştir!
Bu keşif Sy’ın bir çevirmen ve şair olan Anna’nın yazılarını çıkarıp okumasını sağlarken, romanın akışını da değiştiriyor.
Bütün romanlarında bir kurgu ustası olduğunu gösteren Paul Auster, düz bir yazı gibi ilerleyen Baumgartner’da da Anna’nın notları, şiirleri, Sy’ın anıları, arayışları ve bu aşamadan sonraki eylemleriyle bir adamın yetmiş bir yaşında yeniden doğuşunu anlatıyor. Elbette bu doğuş, oldukça sancılı oluyor.
Albert Camus’ya atfedilen bir söz var: “Kendimi mi öldürsem yoksa bir fincan kahve mi içsem? Ama sonunda kişinin yaşamak için kendini öldürmekten daha fazla cesarete ihtiyacı var.” Sy da bu cesareti gösteriyor ve Anna’nın şiirlerini yayımlatmanın yanı sıra emekli olmaya, “Çarkın Gizemleri” adında yarı kurgusal bir kitap yazmaya karar veriyor.
Hatta daha da ileriye gidip, yeni bir aşka yelken açmayı, evlenmeyi bile düşünüyor. Alt orta sınıf Sy, zengin ailesinin sunduğu olanaklardan vazgeçip kendisiyle evlenen Anna’ya olan aşkını kalbine gömüp, yeni bir heyecana yelken açmaya niyetleniyor.
Hala hisseden, hala arzu duyan bir adam…
Lev Tolstoy “İnsan Ne ile Yaşar” kitabında der ki; “İnsanlar sadece kendi hayatları için kaygılandıkları, kendilerini kolladıkları için yaşar sanırdım, oysa onları yaşatan tek şey sevgiymiş…” Sy da sevgiyle hayata bağlanmak istiyor aslında, manayı birini severek bulmak istiyor.
Sevginin içinde paylaşımın önemli bir yeri olduğunu söyleyerek bu girişimini romantize etsem de, Sy kolaycılığa kaçarak, sevgiyi uzaklarda değil bildik, güvenli sularda arıyor. “Canının içi ölü” olsa da “hala hisseden, hala seven, hala arzu duyan, hala yaşamak isteyen” biri olarak Sy, kırk altı yıl sonra ikinci kez evlenme teklifi yapmaya hazırlanıyor, hem de karısıyla ortak dostları olan kırk dört yaşındaki Judith’le.
Bu konuda başarılı olup olmadığını roman okuruna bırakarak Sy’ın, Judith’e niyetini hissettirmek için Anna’nın şiirlerini kullanacak, kelime oyunları yapacak kadar gözü kara olduğunu söylemeliyim. Sanırım Sy’ın Judith’e ilişkin hayalleri entelektüel ve ruhani yoldaşlıktan biraz daha ötesi…
Sy’ın maceralarına ilişkin yorumlarımı hikayenin büyüsünü bozmamak adına kendime saklayarak, şu söylemekle yetinebilirim: Hikayenin ilerleyen sayfalarında Sy’ın kendi aile kökenlerinin detaylarına inmesi, ustaca yapılan şimdi ve geçmiş zaman geçişleri, Stanivlav’ın kurtları, doktora tezini Anna’nın yapıtları üzerine hazırlamak isteyen Ann’in ortaya çıkışı ile Auster kaleminin gücünü okuruna bir kez daha ispatlıyor.
Gerçekler ve unutmayı seçtiğimiz şeyler
Tüm bunların sonunda Seçkin Servi çevirisiyle Can Yayınları’ndan yayımlanan kitabın son sayfasına geldiğimde; başlarda hissettiğim hüzün duygusunun dağıldığını ve onun yerini yaşamın tuhaflığına ilişkin düşüncelerin aldığını söyleyebilirim.
Bence roman okuruna, her ne olursa olsun yaşama bir şekilde tutunduğumuzu, hayatın tüm acılara ve kayıplara rağmen ilginç olduğunu, insanın anlam arayışının hiç bitmediğini anlatıyor. Gerçekler ve unutmayı seçtiğimiz şeyler de bunun bir parçası…
“Bir olayın gerçek olarak kabul edilmesi için gerçek olması mı gerekir, yoksa varsayılan olayın gerçekliğine duyulan inanç mı onu gerçek yapar?” diye soran yazar nihayetinde hikayenin şaşırtıcı, çarpıcı ve dünya görüşünüzü değiştirip, geliştiriyorsa gerçek olup olmamasının bir önemi olmadığı sonucuna varıyor. Ve gerçek olsalar da olmasalar da şaire inanmayı seçiyor, kurtlara inanmayı yeğliyor….
Yazarımız “belki de son romanım” dese de Baumgartner’i ben kesinlikle bir veda romanı gibi okumadım, hele de son sayfaya geldikten sonra bunun yeni bir başlangıç olabileceğini, hatta sağlığına kavuşan Auster’dan yeni bir kitap bile okuyabileceğimi düşündüm. Yazarın “S.T. Baumgartner’ın destanının son bölümü başlıyor” cümlesi size de bunu hissettirmiyor mu?
Anna Blume, Auster’in ‘anima’sı mı?
Bu arada bir tavsiye; ilk defa bir Auster romanı okuyacaksınız, kesinlikte bu kitap Baumgartner olmamalı.
Zaten bir Auster severseniz eminim ki bu romanı okuyacaksınız. Belki Auster okurları yazarın dil oyunlarından keyif almakla birlikte, alışık oldukları üst kurmaca akışları, yapı sökümlerini, zihin oyunlarını bulamayınca hayal kırıklığına uğrayabilir. Ancak bu konuda yazarın satır aralarına bazı oyuncaklı ipuçları gizlediğine eminim. Mesela keşfedince pek mutlu olduğum ayrıntı gibi.
Düşünün bakalım Sy’ın eşinin adı size de bir yerlerden tanıdık gelecek mi? Evet, Anna Blume adında bir kadınla Auster’in dispotik romanı Son Şeyler Ülkesi’nde tanışmıştık. Orada gelecekteki bir dünyada yaşıyordu. Bu romanda ise Sy’ın sırrını çözemediği bir “öte” dünyada…
Belki de Anna Blume, Paul Auster’in “anima”sıdır, Carl Gustav Jung’un kolektif bilinçdışı teorisinde tanımladığı; bir erkeğin bilinçaltındaki feminen içsel kişiliğini simgeliyordur.
Belki de psikolojinin bir diğer önemli ismi Carl Ransom Rogers’ın tarif ettiği “ideal benlik”tir. Eminim ki Baumgartner üzerine farklı bakış açılarıyla, çok farklı okumalar yapılacak, sayfaların arasına gizlenmiş insan psikolojisine, yaşamın şifrelerine ilişkin pek çok detay bulunacaktır…
(NK/EMK)