Friedman'a göre, "Avrupa'daki yegâne Müslüman serbest piyasa demokrasisi" olarak tanımladığı Türkiye'nin oynayacağı rol, bu kritik süreçte büyük önem taşıyordu. Ve Türkiye, ne olursa olsun Avrupa Birliği'ne alınmalıydı. Yazar, "Türkiye, AB üyeliği için muazzam reformlar yaptı" diyordu. "Bütün bunlardan sonra AB kapılarını Türkiye'ye kapatırsa, Müslüman dünyanın heryerinde aşırılar ılımlılara dönüp şöyle diyecek: 'Baskın, biz size söylemiştik - AB bir Hristiyan kulübüdür ve bizi asla içeri almayacaklar. O halde onların kurallarına uyum sağlamaya çalışmak niye?"
2003'ün sonlarına doğru Türkiye'ye geldiğinde ettiği bir lafı, o zaman bazılarınca belki şaka gibi algılanmış olabilecek bir lafı tekrarlayarak ikinci bölüme noktayı koyuyordu Friedman: "Türkiye'nin AB üyeliği o kadar önemli ki, ABD Türkiye'nin kabul edilmesi için Avrupa Birliği'ni sübvanse etmeyi bile düşünmeli. Bu da işe yaramazsa, Türkiye'yi NAFTA'ya almak için teklif götürmeliyiz."
Dizinin ilk yazısında Friedman, 11 Eylül sonrasının "3. Dünya Savaşı" anlamına geldiğini belirtmiş, 20 yüzyılda Naziler ve komünistlere karşı verilen savaşlardan sonra şimdi "totaliter dincilere, İslamcılar'a" karşı savaş verildiğini yazmıştı. Bir yerde kendi kendine şöyle soruyordu: "Binlerce nükleer füzesi olan Sovyetler Birliği ile El Kaide'yi nasıl karşılaştırırız?" Şöyle karşılaştırıyorduk: "Sovyetler'in hayata duyduğu sevgi bize duydukları nefretten büyüktü. Aramızdaki farklara rağmen medeniyetin temel taşlarında mutabakat içindeydik. Oysa İslamcı militan gruplar söz konusu olduğunda, bize duydukları nefret hayata duydukları sevgiden büyük olan insanlarla karşı karşıyayız.."
Kısacası, canlı bomba olmaya hazır, hayatını nefreti için göz kırpmadan feda edebilecek insanların varlığı, kıtalar arası nükleer füzeler kadar tehlikeliydi.
Batı'nın meziyetleri
2003'ün son günlerinde, Batı medeniyeti ve İslam, Batı'nın Doğu karşısında örnek alınacak evrensel değerleri, bizim basında da alabildiğine yoğun biçimde gündeme geliyordu. Bu yazılardan bazılarında, İran'da meydana gelen depremden yola çıkılıyordu. Hürriyet'te Oktay Ekşi 28 Aralık'ta " Deprem ve insana saygı " başlıklı yazısında şöyle diyordu:
"İnsanlara saygı kültürden gelir, demokratik rejimin bireyleri önemli kılan yapısından gelir ve dini inançtan gelir. İslam kültüründe bireye saygı, hiyerarşik bir temel üzerine kuruludur. Büyüklere saygı gösterilir, küçükler sevilir. Görev orada biter. Batı kültüründe ise saygı, bireylerin haklarını, özgürlüklerini korumayı amaçlar. Onlara kolaylık, refah ve mutluluk sağlamayı öngörür. Bu gerçeği, yani bireylerine, toplumlarına saygılı rejimlerle öyle olmayanlar arasındaki farkı daha açık görebilmemiz için size bu yıl içinde biri ABD'de, üçü de Japonya'da meydana gelen dört depremi anımsatmak istiyoruz: Geride kalan eylül ayının sonlarında Japonya'nın Hokkaido Adası civarında biri 8, diğerleri 5.8 ve 7 büyüklüğünde olmak üzere üç deprem meydana geldi. Ve bu üç depremde sadece 1 kişi hayatını kaybetti. Çünkü bireylerine saygılı rejim, tüm yapıların depreme karşı dayanıklı olmasını sağlamıştı. Öteki örnek, yakın günlerde California'da meydana geldi. İran'dakine yakın büyüklükteki (6.5) depremde sadece 3 kişi öldü. Sebep aynı... ABD'de de temel ilke bireylere saygıdır.."
Gazetem.net'teki 29 Aralık 2003 tarihli " Din, ölüm, hayat " başlıklı yazısında ise Ahmet Altan şöyle diyordu:
"İran, çeyrek yüzyıldır İslami kurallarla yönetiliyor. Yeryüzünde en fazla ibadet edilen, Allah sözcüğünün en fazla telaffuz edildiği, kadınların 'günahtan' korunmak amacıyla en fazla baskı altına alındığı ülkelerin başında geliyor. Ülkenin yönetiminde din adamları var. Günahın her türlüsü devlet eliyle cezalandırılıyor. Bu ülkede 6.5 şiddetinde bir deprem oldu. Bir kent neredeyse tümüyle yıkıldı. İlk rakamlara göre yirmi bin kişi öldü. Kaliforniya Müslüman değil. Hayat tarzlarına bakılırsa Hıristiyanlığı bile ne kadar ciddiye aldıkları tartışılır. İnsanların 'günahtan' kaçınmadıkları, ibadete pek önem vermedikleri, kadınların keyiflerince giyindikleri bir eyalet. Kaliforniya'da İran'dakinden çok şiddetli bir deprem oldu. Sadece üç kişi öldü.."
Altan, "bu iki olayı hiç demagojiye sapmadan açıklama" çağrısı yaptıktan sonra yazısını çarpıcı bir cümleyle bitiriyordu: "Müslüman dendiğinde gözümüzün önüne sadece baskı ve ölüm geliyor?"
Yüksek Mahkeme farkı, kültür ve bencil olmama
Radikal'de Murat Belge'nin demokrasi üzerine dizi yazıları da Aralık ayının son günlerinde başlamıştı. 26 Aralık 2003 tarihli " Neyin bekçisi " başlıklı yazısında Belge, Türkiye'nin demokrasi fakirliğini Amerikan demokrasisine referansla eleştiriyor, Türkiye'deki Anayasa Mahkemesi üyelerinin 82 Anayasası'na, anti-demokratikliğini kabul ettikleri halde sahip çıkmasını, Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin tutarlılığıyla karşılaştırıyordu:
"Amerika'nın bir 'Supreme Court'u vardır ve bütün dünyada Anayasa Mahkemesi tipinde kurumların esin kaynağıdır. Onun 'görev'inde ince ve anlamlı bir nüans vardır: Amerikan Anayasası'nda mündemiç özgürlük ve demokrasi ruhunu korumaktır görevi.
Buna göre, diyelim bir gün Pentagon'da generaller Amerika'nın artık bu Anayasa ile yönetilemeyeceğine karar verip bir darbe yaptılar. Congress'i tatil edip muhalif senatörleri Hawaii Adaları'na yolladılar yeni bir anayasa ('devleti bireye karşı koruyan') yazmaya giriştiler.
Bu koşullarda Supreme Court üyeleri, Supreme Court üyeleri olarak ortalıkta dolaşmazlar mantıken. Dolayısıyla yeni Devlet Başkanı (Pentagon'dan geldiğine göre 'Beşgen'de diyebiliriz) önünden bel kırıp el sıkarak tek sıra halinde geçmezler.
Çünkü görevleri özgürlüğün ve demokrasinin ruhunu korumaktır.
Hayatta her şey olur. Antidemokratik yasa çıkabilir; Anayasa Mahkemesi tarzı kurumlar demokratikliği tartışılan kararlar verebilir vb. Ama 'normal' dediğimiz ülkelerde böyle 'sapma'lar kısa zamanda giderilir.."
Belge, 27 Aralık tarihli " Gerçeklik millidir " başlıklı yazısında da , demokrasi açısından kültürün önemini vurguluyordu: "Genel kültüründe, kültürel geleneğinde, eğitim sisteminde vb. bu dünyanın felsefe tarihinden, aydınlanma değerlerinden etkilenmiş ve yararlanmış olma payı azaldıkça, başta 'milli bencillik', her türlü bencillik dozu yükseliyor.."
Teröristin almanağı
Oktay Ekşi ve Ahmet Altan'ın İran depreminin "olağan dışı" yıkımı üzerinde durmaları elbette isabetsiz değildi ve böylesine bir yıkımın "kader" olmadığını Japonya ve Kaliforniya depremleri daha önce göstermişti. Ama "demagojiye sapmadan" açıklanması gereken öyle çok şey var ki. Bir diktatörlüğe karşı neyin model alınacağı konusunda, Batı'nın giderek modellikten uzaklaştığını gösteren öyle şeyler oluyor ki..
Altan'ın yazısında daha bir hafta önce BBC İngiltere'de 2500 kişinin soğuktan ölümü üzerine bir haber geçmiş ve kış mevsiminin sonuna kadar ölü sayısının 50 bine varacağının tahmin edildiğini bildirmişti. 2003 yazında Avrupa'da, başta Fransa ve İspanya olmak üzere birçok ülkede on binlerce insanın sıcaktan hayatını kaybettiği de daha sonbaharda gündeme düşmüştü. BBC'nin 8 Eylül 2003 tarihli haberinde Fransa'da 11 binin üzerinde, Earth Policy Institute'un 9 Ekim 2003 tarihli haberinde www.earth-policy.org/Updates/Update29.htm tüm Avrupa'da 35 insanın sıcaktan öldüğünün tahmin edildiği bildiriliyordu.
Murat Belge'nin, Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin "hiç olmazsa tutarlılığı"nın altını çizdiği yazısının yayınlandığı günlerde, ABD'de 18 bin emniyet birimine FBI tarafından bir yazı gönderildi. Yılbaşı öncesinde terör konusunda uyarılar içeren bu yazı tarihî bir belgeydi, çünkü yazıda, yanında almanak bulunan kişilere dikkat edilmesi isteniyordu. Bir almanakta, istatistiklerden alıntılara, günümüzde yaşanan olayların kayıtlarından "tarihte bugün" sayfalarına kadar pek çok şey bulunur. Almanak, veri ve bilgi demektir. Başkaları gibi El Kaide teröristleri de -eylemlerinde- veri ve bilgiden yararlanabileceğine göre, almanak kuşkusuz "potansiyel bir terör edevatı" olarak sınıflandırılabilirdi ve FBI, "sonra bana ne derler" kompleksine hiç kapılmadan bu edevatı, bu "saatli bomba"yı, "şüpheliler" listesine dahil edivermişti.
ABD'nin, Batı medeniyeti ve demokrasisi açısından, evrensel hukuk normları açısından "normal şartlarda" geçerli kurallara ne kadar sadık olduğunu gösteren bir gelişme de, yeni yılın ilk günlerinde "Bağdat Büyükelçiliği" projesinin medyaya yansıması ile gündeme gelmişti. 2 Ocak 2004'de, ABD'nin Bağdat'ta olağanüstü bir "büyükelçilik kompleksi"nin yapımına hazırlandığı haberi yayınlandı. 3000 personelin görev yapacağı, yapımı üç ilâ beş yıl sürecek ve dünyadaki en büyük ABD büyükelçiliği olacak bu kompleks ile ilgili hazırlıklar, 1990'da kopan ABD - Irak diplomatik ilişkilerinin henüz yeniden tesis edilmediği bir ortamda, üstelik bir işgal ortamında sürdürülüyordu. Batı'nın öncülüğünü yaptığı varsayılan uluslararası hukuk normlarına göre, bir ülkenin bir başka ülkede diplomatik temsilinde, ikili ilişki olmazsa olmaz, temel şart değil miydi? Beyaz Saray yönetiminin meseleyi "hipermarket açmak" gibi ele alması, FBI'ın almanağı "terör edevatı" sınıfına sokması, en önemlisi de, ABD Anayasası'nı geçersiz kılan 2001 PATRIOT Kanunu, bugüne kadar ABD Yüksek Mahkemesi ya da başka bir adalet kurumunda depremlere mi neden olmuştu?
"Anti-demokratik Batı"ya doğru
ABD politik sisteminde ve bu ülkenin uluslararası politikalarında yaşananların "normal"den sapma olduğunu söylemek de kolay değil. PATRIOT Kanunu'nun 1996 Anti-Terör Kanunu 'nun (Clinton dönemi) doğrudan devamı olması gibi, son üç yıldır iç politikalarda totaliterliğe, dış politikalarda ise tek kutupluluk, hukuk tanımazlık ve saldırganlığa doğru atılan tüm adımlarda, ABD'nin iki ana politik akımı uzlaşma içinde davrandı. Bu noktaya bir günde de değil, bir sürecin belirli noktalarında gelindi.
2004, Batı'nın politik sistemlerine kendi değerlerini ve politikalarını dayatan, kendisi de bu sistemin bir parçası olan ABD yönetiminin kritik hareketlerine sahne olacak. Bir taraftan, 1949 Cenevre ve 1907 Hague kararları çiğnenerek mevcut Anayasası'na aykırı kanunlar ("Bremer kanunları") çıkartılan Irak'taki durumun geçiciliği ve meşruiyet dışılığı, kalıcılaştırılmaya, meşrulaştırılmaya çalışılacak. Bunun için kontrollu bir seçim süreci ile, işgal sonrası kanunları onaylayacak bir meclisin oluşturulması için çaba harcanacak. Bir yandan ABD içinde PATRIOT Kanunu'ndan kaynaklanan anti-demokratik devlet gücünün yeni bir kanunla (PATRIOT II) daha da genişletilmesi, özgürlüklerin daha da kısıtlanması için 2003'de başlatılan sürecin tamamlanmasına doğru ilerlenecek. Bir yandan da, 2004 Başkanlık seçimlerinde bugünkü politikaların aynı kararlılık ve hızda sürdürülmesi için Bush'un ikinci kez başkan seçilmesi için mücadele verilecek.
Toplumsal örgütlenme ve "belirli programlar çerçevesinde hayatı yeniden üretme" temelli Batı politik sistemleri ile Doğu'nun inanç ve "mevcudu koruma" temelli politik yapıları arasında temel farklar olduğu apaçık. Ama bu temel farklar arasında, "alttakiler"in yararına elde ne kaldığı sorusu "alttakiler" tarafından sorulmadıkça "anti-demokratik Batı" hızla normalleşiyor, kurumsallaşıyor. Belki "alttakiler" açısından yararlı olup da hâlâ yaşayabilen önemli farklardan biri, İngiltere'de binler soğuktan, Avrupa'da onbinler sıcaktan öldüğünde bunun haber olabilmesi. Haberin, bilginin, verinin, çözümleme ve yorumların hâlâ dolaşımda olması. En azından almanağın terör edevatı olarak görülmediği ülkelerde.. Ama öyle görünüyor ki, bunun dışında, tüm Batı açısından halen her şartta mutabakat şemsiyesi altında olan tek "demokratik değer", şu dillerden düşmeyen ve Thomas Friedman'ın da Türkiye bağlamında altını çizdiği "serbest piyasa". Onu bir demokratik değer olarak sunmanın demokratlık mı soytarılık mı olduğu da asla yeterince tartışılmış değil.
Not: 11 Ocak'ta Türkiye ile ABD arasında İncirlik Üssü'nün yeni işlevlerine ilişkin anlaşmaya varıldığı haberi (http://) geldi. Habere göre, önümüzdeki aylarda Irak'taki 130 bin askerini geri çekip 110 bin yeni asker gönderecek olan ABD, bu harekâtı büyük ölçüde İncirlik üstünden gerçekleştirecek. 2004, Türkiye açısından ABD yönetiminin kritik hareketlerine çok kritik bir destekle başladı. (ŞA/EK)