Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Başlığı gören bizim yakadan arkadaşlar hemen ardını görmeden iki şey düşünecek! Türk-Kürt demeye dilin varmadı mı? Bir de devamını hemen getirerek hangi “kardeşlik” sorusu ile birlikte!
Ben de hemen biraz sabredin, durun bakalım yazının devamı nasıl gelecek. Malum, ben önce başlığı oturtup yazıyı sonra düzenlerdenim.
Hikâye yeni değil! Mevzuya vakıf olanlar en az 150 yıl evvel (1865) Pergamon (Bergama) Zeus Sunağının nasıl Almanya’ya kaçırılıp sonra da Berlin Müzesinde sergilenerek hiç de “mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” demeye dillerinin varmadığını bilir.
Yani ezcümle hikâye hayli eski! Vizyon belki kimilerine göre yeni de! Hikâyesi ve mantığı eski ve de hiç değişmedi.
Doğa elden gitmesin!
Bergama halkı Ege’nin “yollarını yapacağım” diye Almanya’dan gelen teknik ekibin ha bire topladığı üzeri yazılı, resimli taşları sandıklarla Alman gemilerine taşınırken tepki koymuştu: “ne oluyoruz, nereye gidiyor bu taşlar” derken! Abdülhamid’in izniyle “taş ticareti”ne izin verildiğine tanık olunca yerinde durmuştu.
Peki 150 yıl sonra 2019 Türkiye’sinde bir başka yabancı, Kanada şirketi yine “taş ticareti”, bu kez hayli kıymetli olan taş, altın çıkarıp götürmeye gelmişken sahnede olan yine aynı mantık değil miydi?
E, sahi niye şaşırdık ki! Malum! Hep Osmanlı torunu olma hali övünülmüyor mu? O zamanda taş götürüyorlardı, şimdi de! Tek fark farkındalık! O vakitler toplum henüz çevre, tarih, kültür bilincinin farkında değildi. Şimdi farkında, aman doğa elden gitmesin! Tarihi kültürel miras korunsun derdinde.
Buraya kadar iyi. Sivil toplum, yurttaş duyarlılığı, onlardan geri kalmamak için “hadi bizde sahada görünelim demeye getiren siyaset” de alanda.
Çanakkale Kaz Dağları, ormanlar, doğa, ağaç katliamı toplumu harekete geçiriyor. Daha düne kadar “haklar”dan söz edilince temel insan haklarından, ağırlıklı olarak da insanın yaşam hakkından söz edilirdi. Bugün artık tüm canlıların, doğanın, ağacın, taşın, toprağın hakkı da artık temel hak kategorisinde. Bu da çok iyi.
Peki şu orta yerde duran soruya ne demeli o halde. Batı yakada da doğa ve tarih rant uğruna tahrip ediliyor. Doğu yakada da...
Kaz dağları delik deşik edilirken, Munzur da aynı kaderi paylaşıyor. 12 bin yıllık Hasankeyf de... İnsan eliyle devletin kurumsallığı ve tercihleri nedeniyle tabi! Ya baraj ya HES ya maden arama ya da orman vasfından çıkarıp yapılaşmaya açma gerekçesiyle...
Ve işin belki de daha da vahim olanı on güne yakındır devam edegelen yangınlar. Devamında koca bir çaresizlik ve büyükçe yetersizlik, hazırlıksızlık...
Batı yakada dayanışarak, kaynak ve olanakları seferber ederek yangınlara müdahale edilirken. Doğu yakada “güvenlik bölgesi” gerekçesiyle yangın bölgesine yasak koymak!
Lafı eğip bükmeden cümlemi tamamlayayım. Kaz Dağları mevzuu elbette ciddi bir tahribat, insan olanın yüreğinin sızlamaması mümkün değil. Yalnız hikâyenin öte tarafından Doğu yakadan hangi Kürde sorsanız “ya bizdekiler, ya Hasankeyf ya Munzur ya diğerleri...” diye soruyor, mutlaka soruyor.
Dolayısıyla bir vicdansızlığa “hayır” derken! Bir diğerine ilgisiz kalmak hiç mi vicdanınızın bir yanının sızladığını size hissettirmiyor. Ha yok diyorsanız PAN’ın flüdüyle, Say’ın piyano tınılarını dinlemeye devam edelim.
Devam edelim de; bir büyük usta Aramê Dîkran’ın ölüm yıldönümünde onun hâle dair şarkısına kulak verelim...
“Hey lo lo birîndaro bilbilo
Li ba yê lê xist hêlîn tev xera kiro...”*
(ŞD/EMK)
*Hey, yaralı kuş! Sert bir rüzgâr, yurdunu yuvanı harap etti...