George W. Bush İstanbul'a teşrif ettiğinde alınan sıkı güvenlik önlemlerinin şehri felce uğratacağı belliydi; ulaşımda yaşanacak zorluklar konusunda uyarılan İstanbullular ziyaretin gerçekleşeceği semtlerden özenle uzak durmayı tercih etmiş, İstiklal caddesi bile boşalmıştı.
O güneşli bahar gününde, Tophane vadisine, Haliç'in ve Boğaz'ın girişine, tarihi yarımada ile Marmara denizine hakim Galatasaray'daki ikametgâhımdan manzaraya bakarken içimin huzurla dolduğunu yavaş yavaş farkettim.
Kara trafiğinin yanında denizdeki hareketlilik de asgariye düşmüş, gemilerin, gürültücü motorlarının ve deniz otobüslerinin uğultusu kesilince yemyeşil Sarayburnu’ndaki çınarların üstünde öten kuşları sanki duyabilecekmişim gibi hissediyordum.
Hayatında çeşitli örfi idareler ve sokağa çıkma yasaklarına maruz kalmış valide beni arayarak evine ulaşmak için yaşadığı deneyimi şaşkınlık ve heyecan içinde anlatıyordu.
"Boşver, eve vardın ya! Keyfini sür anne, baksana İstanbul'umuz uykuya dalmış… Bu durum bize bir daha nasip olmaz" diyorum, içim adeta, Cihangir Susam sokaktan aynı manzaraya takriben 35 sene önce bakarken Ege bahçesinin üstünde uçuşan kırlangıçların verdiği şevkle doluyor.
Lizbon'a vardığım günün akşamı, seyahat yorgunluğu ve sersemliğini üzerimden atamamış, amaçsızca geziniyordum. Birdenbire etrafımdaki adımların hızlandığını farkedip onları takip ettim ve kendimi şehrin karşı kıyısına gitmekte olan gemilerin iskelesinde buldum.
Nereye varacağımı bilmesem de içimde engel olunmaz bir istekle bilet alıp koşuşturan insanlarla birlikte ilk hareket eden şirin gemiye biniverdim. Doclisboa'nın açılışı gece geç saatlerdeydi, zaten Tejo nehrini aşıp kısa zamanda karşı kıyı Almada'ya varmış, güneş Atlantik'te batmaya yakın, Portekiz'in başkentine tam karşıdan bakıyordum.
Yedi tepeli Lizbon'un görüntüsü yüzyıllardır sanki hep aynı kalmış, bazı ayrıntılar dışında korunan yumuşak silüet, içimde hemen yeşermiş olan yerleşme dürtüsünü pekiştirirken İstanbul'un haline bir kez daha yanıyordum.
Duvarlarında çökme tehlikesi uyarıları bulunan, artık kullanılmayan eski liman depolarının yanındaki daracık yaya yolundan okyanusa doğru zevkle ilerledim, iskelelerden kamışla balık tutan bazı adamlar ve kadınlar…
Eskiden diktatör Salazar'ın adaşı olup, 1974'teki Karanfil İhtilali’nden sonra devrimin gerçekleştiği gün olan 25 Nisan adını alan kızıl köprüden gelen rezonans hipnotize edici: bu durum madeni olmasından mı kaynaklanıyor bilemiyorum ama, 90'ların sonunda Galata Kulesi restore edilirken, etrafının demir iskele ve tellerle çevrili olduğu dönemde, özellikle lodosla mahalleye yayılan melodik uğultuyu hatırlatıyor.
Müze şehir
İber yarımadasının en uzun ırmağı olan Tejo'ya Lizbon'dan bakarken tüylerimi diken diken eden, İstanbul'a tıpatıp benzer manzaralar görüyorum, ama bazı mesafeler, yerleşimdeki boşluklar ve doğallığını nispeten koruyan coğrafya sanki daha çok Çanakkale boğazını andırıyor.
Portekiz'in başkentinde eski tramvaylara da sık sık rastlıyorum; bazıları turistik olsa da kentin değişik mahallelerinde hizmet veren birçok hatla, Lizbonluların halen kullandıkları etkili bir ulaşım aracı; oysa İstiklal caddesindeki tramvay azınlıkların sefahat döneminde parlamış Pera'dan geriye kalan, köleleştirilmiş, yalnız bir zombi gibi gelmiştir bana daima…
Ne de olsa Lizbon'da kentin eski sokak, yokuş, cadde, mahalle ve binalarına genelde saygı duyuluyor, birbirinden şık merdivenler ve kaldırımlarla Müze Şehir unvanının layıkıyla korunmasına çaba gösteriliyor.
Özellikle meydan ve parklardaki siyah-beyaz taşlardan müteşekkil süslemeler bana bir zamanlar adalardaki Rum bahçelerinde çakıllarla yapılan motifleri anımsatıyor. Başkentin ortasındaki hava alanına zırt pırt inen uçakların gümbürtüsü dışında, şehir gayet huzurlu ve şefkatli, insanlar medeni, sıcak ve misafirperver.
Lakin İstanbul'da yüksek sesle konuşan Yunanistanlı ve İtalyalı taşralıların pervasızlığına ne kadar şaşırıyorsam, Portekiz'de de Fransa ve Almanya'dan gelen turistlerin kibirli tonlamalarını agresif buluyorum.
Herkese sinen his
Fernando Pessoa, eserlerinde sık sık dekadans ve dejenerasyondan bahsederken Avrupa'nın günümüzde içine düştüğü hazin hale ne derdi acaba?
AB'nin genelini kapsayan ve Portekiz'de de süregiden iktisadi, sosyal ve kültürel bunalımın işaretleri başkentte açıkça görülüyor.
Doclisboa '14'ün ana mekanlarından, şehrin en gösterişli caddesi Avenida de Liberdade'nin (Hürriyet Bulvarı) orta yerinde, Sao Jorge sinemasının vitrinlerindeki mermer boşluklar bile geceleri evsizleri barındırıyor.
Festivalde seyrettiğim bazı belgesellerde, Portekizli birçok sinemacının içine düştüğü hüzünlü, depresif, pesimist, melankolik, hatta nostaljik tavrı hissetmemek imkansız.
Gezegen ekolojik felaketler, muhtelif adaletsizlikler, insan hakları ihlalleri, göçler, katliamlar ve savaşlarla altüst olurken, ilham perileri küsmüş, varoluşçu sıkıntılar içinde çözüm üretemeyen narsist ve egosantrik bazı sanatçılar, sanki butik yaşamlarının içine sıkışmış, yorgunluk, ümitsizlik ve pasifliğin pençesindeymiş gibi göründüler gözüme.
Fragataların ruhu
Zamana yenik düşmüş başka değerler de var Lizbon'da: Mazide deniz ve ırmaklarda cirit atan fragatalar, bizim takalar misali neredeyse tarihe karışmak üzere. Kentin Tejo'ya nazır devasa meydanı Praça do Comércio'nın köşelerinin birindeki Torreão Poente binasında, Maresias (Deniz Havası) sergisini ziyaret ediyorum; Lizbon ve Tejo'nun 1850 ile günümüz arasındaki ilişkisine odaklanan sergide 1963 yılında çekilmiş bir belgeselde fragatalar ve martılar başrolde. César Guerra Leal ve Mário Pires imzasını taşıyan kısa film, zamanında bu tarihi taşıma araçlarının başına gelecekleri adeta hisseden belediye yetkililerince ısmarlanmış.
Özellikle şarap varilleriyle dopdolu yelkenli tekneler nehrin içinde vızır vızır dolaşırken, başkentin her türlü ihtiyacı fragatalar ve diğer su araçlarıyla hallediliyor; tecrübeli denizciler ağır teknelere çocuk oyunuymuş gibi ustalıkla yön verirken yelkenleri her türlü rüzgarla şişirip zarifçe süzülmelerini sağlıyorlar.
Fotoğrafta görüldüğü gibi kadınlar hem gemilerin boşaltılmasında çalışıyor, hem de balıkçılık mevzubahis olduğunda, erkeklerle eşit şartlarda baş edebiliyor.
(Aklıma, Tekirdağ Uçmakdere civarından yüzyıllar önce şarapla doldurulacak amforalarla yüklü, Kyzikos'a doğru yola çıkıp Marmara Adasının sarp tepelerinden aşağıya deli deli esen poyrazın şiddetiyle Çamaltı Burnunda batan yelkenliler geliyor…)
Artık sadece turistik amaçlar için kullanılan fragatalar ve meraklılarının özenle muhafaza ettikleri dışında, envai türlü maketleri Lizbon'un yanıbaşında, Belém'deki muhteşem deniz müzesinde görülebiliyor.
Kaşif Vasco de Gama'nın anısında XVI. yüzyılda yaptırılan şanlı Belém kulesinin hakim olduğu, turistlerle kaynayan meydan ise evlere şenlik: Ritim altyapısını amplifikatöre bağlamış bir sintisayzırın çaldığı, melodisini ise yerel kıyafetler içinde bir Güney Amerika yerlisinin panflütüyle yorumladığı El Condor Pasa ortalığı inletiyor: İstanbul veya İmroz'un (Gökçeada) Kaleköyü'ndeki meyhane bozmalarının yarattığı rebetiko kakofonisi gibi bir şey…
Yemekte açorda var
Portekiz'de bulunduğum yaklaşık iki hafta boyunca hava güneşli, sıcaklık gündüzleri 30 derecenin üstündeydi: Bu durum büyük Portekiz'den geriye kalan dar toprak parçalarından, ünlü Azor adalarının gazabından olabilir.
2003 yılında aralarında Bush'un da bulunduğu bazı dünya liderleri orada toplanıp adaları ilgi odağı haline getirmiş, zirveden üç gün sonra da ABD Irak işgalini başlatmıştı.
Adını mevzubahis takımadalardan alan antisiklon son zamanlarda rotasını şaşırarak Avrupa'da yazın fazlasıyla soğuk, sonbaharın ise gayet sıcak geçmesine sebep olmuşa benziyor: Coğrafyaya musallat olan, nem oranı yüksek iklim, tropikal özelliklere bürünmüş durumda.
Fakat benim esas şikayetim havadaki sıkıntı ve basınç değil, Portekiz mutfağıyla oluşan eğreti ilişkimdi. Tatlı meraklısı olmama rağmen yediklerimde şeker, yağ ve yumurta miktarının fazlalığı ilk andan itibaren dikkatimi çekmişti, hatta bazılarında ağzıma çiğ yumurta sarısının tadı fazlasıyla geliyordu. Son yıllarda sanayi tavuklarından uzak durmaya çalıştığım gibi, bulabildiğim taktirde sadece köy yumurtası yemeyi tercih ediyorum ne de olsa.
Ama bardağı taşıran son damla, film arası aceleyle koşuştururken ısmarladığım yerel açorda oldu. İlk bakışta gözüme İspanyol yemeği paella gibi görünen karidesli açorda, ana maddesi olan ekmek, çeşitli sıvılarla yumuşayınca karıştırılıp ufalandığı için gri bir bulamaç görüntüsünde.
Tabak önüme konduğunda gözlerim yuvalarından çıkacak gibiydi: çiğ bir yumurta sarısı yemeğin tam ortasında, hatta tepesinde keyifle yatıyordu. Bir kaşık istemem gerekirken paniğe kapıldım ve çatalımı usulca altına sokup onu bertaraf etmeye çalışırken yumurta sarısı patladı, dağıldı ve açordanın içine sızdı. Terbiyesizlik etmemek için yemeğin içindeki kocaman çiğ sarmısak parçalarını da yutarak karnımı doyurmuş oldum!
Sonradan öğrendiğime göre bu durumun müsebbibi, halen koyu Katolik olan memleketin bir zamanlar yüksek sayıdaki manastırları ve rahibeleriymiş: kıyafetlerinde aşırı miktarda kola kullanılması gerektiğinden yumurta beyazından arta kalan sarılar da her türlü yemek tarifesinde yer alıp değerlendirilir olmuş.
Dinine bağlı ve muhafazakar olsalar da Portekizlilerin, büyük bir olasılıkla şehir efsanesi olan bu açıklama yüzünden alınacaklarını sanmıyorum; ne de olsa liderleri, açık görüşlü Papa Francisco geçenlerde eşcinsellere yönelik açılımdan sonra yakınlarda Darwin'in evrim teorisinin de dini inançla gayet iyi bağdaştığını açıklayarak hoşgörü çıtasını yükseltmiş durumda.
Ama ben yine de almayayım… Doclisboa'nın son gecesi Andrej Ujicǎ'nın Out of the Present belgeselini hayranlıkla seyrediyorum. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla dünya çalkalanırken aylardır Mir uzay istasyonunda görevli kozmonot Sergei Krikalev sebatla görevini sürdürmektedir…
Yeryüzünden gelmekte olan yeni kozmonotlar arasındaki Murat'ı karşılarken, uzay adeti olarak ikram edeceği bir gıdım ekmekten daha kutsal bir şey olabilir mi? (MT/YY)