İhraç edilen kadın araştırma görevlilerinin yazılarına yer verdiğimiz "Kadınların (K)a(H)(K)ahası" yazı dizisisinin son makalesi Ankara'da Yüksel Caddesi'nde eylemde olan Nuriye Gülmen'den. Nuriye Gülmen yazısını gönderdikten ve biamag sayfasında yayınlanacağını konuşmamızın ardından 9 Mart'ta gözaltına alındı. Yazının başlığını ayrıca göndereceğini belirten Gülmen, hala gözaltında. Bu nedenle yazı 'Başlıksız' yayınlanıyor.
***
“...Ölümlerden geliyorum, şarkı söyleyerekten
geliyorum yaşamak için.
Bırak ışıldayan bir yara
bağışlasın bana sesini
bırak da kinler büyüsün
kafeslerin içimde ektiği
bırak uzlaşmazlık çıksın ortaya
yıkımların doğurduğu
Yaramın üstünde yürümeyi öğretti bana
celladın bıçağı.
Yürümeyi, hem de yorulmadan.
Direnmeyi öğretti.
Direnmeyi”
Mahmud Derviş
İnsanlığa direnmeyi cellatlar öğretti. İsyanın ilk büyük sorusunu cellatlarımız sordurdu bize: “Po ovasındaki ambarlar buğdayla dolu olduğu halde biz neden açlık çekiyoruz?” Binlerce yıldır cellatlarımız bıçağı keskinleştirmede ustalaştı; biz isyanın büyük sorularını çoğalttık, isyanın güzelim yollarını icat ettik. Yol açtık, yollardan geçtik, yürümeyi öğrendik. Hala öğreniyoruz, isyan etmeyi ve direnmeyi. Ustalaşıyoruz.
Yüksel Caddesi, İnsan Hakları Anıtının önünde isyanın büyük sorularından biri, 120 gündür soruluyor: “Siz bizim ekmeğimizi elimizden nasıl alırsınız? Siz kim oluyorsunuz da onlarca yıllık emeğimizi bir çırpıda, bir gecede, öyle kalemle bir şeyin üstünü çizer gibi silebilirsiniz? Siz bizim anamızı hiç gördünüz mü? Bizim oturduğumuz okul sıralarını bilir misiniz? Kaç gece sabahladık, kaç sınava girdik, kaç eşikten geçtik, kaç kitaba değdi gözümüz, sayabilir misiniz? Siz, bizim babalarımızın emekçi ellerini gördünüz mü? Bizi okutmak için nelerden feragat etmiştir o eller, bilir misiniz? Saçımızı okşayan öğretmeni tanır mısınız? Şiiri, şarkıyı, emeği ve vefayı öğreten hocalarımızın emeğini sığdırabilir misiniz KHK’larınıza? Kaç eğitimcinin emeği vardır üstümüzde, hesaba dökebilir misiniz? Kaç öğrenciye dokunduk, kaç öğrencinin gülen gözlerinin ta içine baktık, kaçı için didindik sayabilir misiniz?”
Bu soruları Kanun Hükmünde Kararnamelerle kamu görevinden çıkarılan binlerce emekçi soruyor bugün. Yıllardır emek verdiği işini bir gecede kaybetmenin hıncıyla soruyor. Biz, sorularımızı isyana dökenlerdeniz. Ortak hikâyemiz yaklaşık dört ay önce başladı. Ben, o zamanlar açığa alınmış bir araştırma görevlisi olarak Ankara Yüksel Caddesinde bulunan İnsan Hakları Anıtının önüne, zihnimde isyanımızın soruları, elimde “İşimi İstiyorum” dövizimle gelmiştim. Faşizmin olağan halinin, olağanüstü diye yutturulmaya çalışıldığı zamanların erken günlerindeydik. Ankara’da valiliğin “eylem yasağı” kararı vardı. Gözaltına alındım. Ertesi gün tekrar alana çıktım, yine gözaltı... Bu, böyle üst üste 17 kez sürdü. Eylemin 14. gününde Mardin Mazıdağı’nda öğretmenlik yaparken kamu görevinden çıkarılan Semih Özakça eyleme katıldı. 20. günde oturma hakkımızı kazandık. Sonra pankart asma, bildiri dağıtma, halay çekme hakkımız için de birkaç kez gözaltına alınmamız gerekti. Alanı, dövizlerimiz, sloganlarımız, pankartımız, el ilanlarımız, imza föylerimizle bir eylem alanına dönüştürecek kadar donatmayı başardık.
Biraz geriye dönelim. Benimle aynı günlerde, KHK’yla işinden atılan Acun Öğretmen de benzer bir eyleme, atıldığı okulunun önünde başlamıştı. O da üst üste gözaltına alınıyordu. Sonra rahatsızlandı, kalp ameliyatı oldu. Bir süre evde dinlendi. 11 Ocak günü direniş alanına vücudumuzda kırıklar oluşacak kadar şiddetli bir polis saldırısı olunca, “Siz bunlara maruz kalırken ben daha fazla evde oturamam” diyerek kalbinde piliyle çıktı geldi, direnişin çok güçlü bir parçası oldu. Veli Saçılık işinden atılmasının ertesi gününde soluğu direniş alanında aldı. Sonrasında, kendisini “destekçi” diye ifade etse de, o da eylemin bir parçası oldu. Direnişimizin dört kişilik hikâyesi böyle gelişti.
Ama direnişe dört kişilik bir hikâye dersem haksızlık etmiş olurum. Direnişin çok güzel bir ailesi var. KHK’larla ihraç edilmiş üç sağlıkçı abamız, Saniye, Leyla ve Arzu; yine ihraç edilmiş direniş emekçisi Ulaş, direnişimizin en büyük emektarlarından Esra’mız (Özakça), hem haberci hem direnişçi, hem destekçi Mahmut Konuk, TAYAD’lı ana babalarımız Zeynep Ana, Mehmet Amca, Ayşe Ana, Hüseyin Abi; Yüksel’in Şiir Okuyan Abisi Murat, 75 yaşı ile Perihan Ablamız, Veli Abi’nin sevgili eşi, onun eşi olmaktan öte dostumuz Solmaz, börekleri ve çayını hiç eksik etmeyen Kezban Anamız, her gün getirdiği çayıyla Şebomuz, elinde bastonuyla Metin Amcamız, Yüksel’in abilerinden, güzel sesi, sıcak dostluğuyla direnişin emekçilerinden İlker Abimiz ve genç dostlarımız; eylemin ilk günlerinden bugüne kadar direnişi kendi direnişi bilen cânım Mustafa; iş bitirici, görev insanı Celil; bana dünyanın en temiz iki insanı gibi görünen sevgili Bengisu ve Merve, hayatımın en genç dostları Cansel ve Berdan; kara kızımız Özge… Ve her gün fotoğraflarıyla direnişimizi insanlara ulaştıran, şiirleriyle, dostluğuyla direnişimizin en emektar, en sanatçı abisi Mehmet Özer.
Eyleme başlarken direnişin bir ailesi olacağını, İnsan Hakları Anıtının evimiz olacağını, bu kadar dost yüzle ve yürekle sarmalanacağımızı bilmiyordum. Yaşanmamış bir şeyin tam olarak bilinemeyeceği anlamında, bilmiyordum. Bugün, yaşayarak öğreniyoruz.
Akademiden direnişe
Akademide kadro aldığımda 29 yaşındaydım. Selçuk Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümüne yerleştiğimde hayatımın yirmi yılı okul sıralarında geçmişti. Kasiyerlik, hosteslik, ücretli öğretmenlik de akademiye giden yolda uğradığım duraklardı. Aslına bakarsanız akademisyen olmak en büyük hayalim değildi. Ama hayat bu seçeneği karşıma çıkardığında, yapabileceğim daha iyi bir şey olmadığını düşünüyordum.
Akademiye girdim ama akademisyen olamadım. İlgimi ve enerjimi akademiye vermeme hayat ve faşizm izin vermedi. Çalışmaya başladıktan üç ay sonra siyasi bir davadan tutuklandım. 109 gün, insanın yaşam süresi içinde çok büyük bir yer teşkil etmiyor. Ama tutsaklığımın etkileri 109 günle sınırlı kalmadı. Tekrar çalışmaya ve ders almaya başlamam aylar sürdü. Kısa bir süre sonra Gezi patladı. Ali İsmail’le aynı sokaklarda birbirimizden habersiz koşarken, onu sinsice, pusu kurarak katlettiler. Dört mevsim sürdü onun için tuttuğumuz adalet nöbeti. Gezi uzun sürdü Eskişehir’de. Okulda bir buçuk yıl boyunca aralıksız soruşturma geçirdim. Sonunda defterimi dürdüler. Yanlış dürdükleri için tekrar girdim akademinin kapısından. Sonra OHAL oldu. Artık defter dürmek için bahaneye gereksinimleri yoktu. Jet hızıyla açığa alındım. Üç ay sonra KHK listesinde adım olduğunu facebook’tan öğrendim. Direniş mevzisindeyken, işimden bir kez daha atıldım.
Bugün direnişte dördüncü ayı deviriyoruz. Bu dört ay, hayatımın en öğretici zamanıydı. Hiçbir akademide öğrenilemeyecek bilgilerle donandım, halkın arasında. Dört ayda, öğrendik, öğrettik, direndik, sevdik, sevildik, dayanıştık. İmza topladık, bildiri dağıttık, kapıları çaldık, esnafları gezdik, kahvelere girdik. Direnişimizi duymayan kalmamalı diyerek sesimizi mahallelerden, yabancı televizyon kanallarına kadar her mecraya taşıdık.
İyi bir şey yaptığımız hissini kaybetmemize izin vermedi insanlar. Bir genç kadının söylediklerini asla unutamam: “Hayattan hiçbir beklentimin kalmadığı bir dönemde, siz çıktınız ve ben her gün sizi takip ederek hayata tekrar bağlandım.” Başka bir genç kadın bir gün sessizce yanıma geldi, gözlerime bakmaktan kaçınarak bana şapka örmek istediğini, hangi rengi sevdiğimi sordu ve aynı sessizlikle ayrıldı. Şapkayı getirdiğinde, teşekkür edecek zaman bulamadım, yine koşar adım uzaklaştı. Neden sonra tekrar geldi. Bu kez gözlerime, ellerime dokunarak konuştu: “Sizin için bir şey yapmış olmak bana çok iyi geldi, toparlanmama yardım ettiniz.” Direnişin çok güçlü olduğunu, umut olduğunu söylerken hiç farazi konuşmuyoruz. Bunlar gibi binlerce sözün, binlerce dokunuşun hikâyesini heybemizde taşıyoruz.
Bir de çiçeklerin hikâyesi var: Yüzüncü günümüzde, polis hınçla çiçeklerimize saldırmıştı. Çiçekleri tekmeleyen polisin fotoğrafı olsaydı, muhtemelen bugünlere dair belleğin önemli bir belgesi olurdu. Fotoğraf yoktu ama nergislerin akıbeti dilden dile yayıldı. O günden bu yana alana çiçek yağıyor. Direnişimiz son polis saldırısından sonra daha çok nergis kokuyor.
Bugünlerde direniş mevzimizde ayrı bir heyecan var: 11 Mart Cumartesi günü Semih’le birlikte süresiz açlık grevine başlıyoruz. “Açlıkla terbiye olmuyoruz” demek için aç kalacağız. Adaletsizliğe hiç alışmamak için, en çok, kazanmak için aç kalacağız. “İşimizi, ekmeğimizi elimizden alabilirsiniz, ama onurumuzu size asla teslim etmeyeceğiz” demek için aç kalacağız. Açlığımızla, içindeki mecbur kurdunu yitirmemiş insanlığa daha yüksek sesleneceğiz. Bu çağda her şey içimizdeki kurdu yok etmek üzere organize ediliyor. Devasa aygıtlar içimizdeki kurda düşmanlar yetiştiriyor, panzehirler üretiyor. Ama öldüremiyorlar; insanlığın kurdu ayakta kalmak için direniyor. Ayakta kalmak için direnen insanlığın şahdamarına, kendi kıyametimize kadar gözümüz gibi, yüreğimiz gibi bakmak[1] için aç kalacağız.
Biliyoruz: Açlığımızla kazanacağız!
[1] İnce Memed’den: “İnsanoğlu içindeki bu kurdunu yitirmeyecek, ona kıyamete kadar gözü gibi yüreği gibi bakacak. O kurt insanoğlunun şahdamarı, atan yüreğidir. Senin içindeki kurt da, işte insanlığın bu kurdudur. (NG/BK)
* Fotoğraf: Seyri Sokak
İHRAÇ EDİLEN AKADEMİSYENLER YAZIYOR/ KADINLARIN (K)a(H)(K)ahası
Beyza Kural'dan Başlarken - OHAL'de Kadınların (K)a(H)(K)ahası
1- Fatma Güler Eryıldız: Araştırmacı Kimliğimden İhraç Olmadım
2- Betül Havva Yılmaz: Yalnız Olmamaklık
3- Ece Öztan: KHK'ları ile Gittik, Kahkahalarımızla Döneceğiz!
4- İlkay Kara: İletişim Dediğin; Döviz, Afiş, Bildiri...
5- Melek Zorlu: "Vardık, Varız, Var Olacağız"
6- Nuriye Gülmen
-SON-