Türkiye’nin bugünkü siyasi tablosunun başlangıç noktası AKP’nin azınlığa düştüğü, tek başına iktidar olmaktan çıktığı, 7 Haziran 2015 seçimleridir. 31 Mart 2019 seçimleri 7 Haziran 2015 seçimlerinin tekrarıdır; dört yıl sonra 31 Mart’ta 7 Haziran’a geri döndük.
AKP 2002, 2007 ve 2011 seçimlerinde tek başına iktidar olacak kadar oy alarak 2013’e kadar ülkeyi yönetti. Ancak Mayıs 2013’te patlak veren Gezi ile birlikte kontrolü kaybederek eskisi gibi yönetebilir olmaktan çıktı, gerilemeye ve etki alanı daralmaya başladı. Gezi’yi “Arap Baharı” ve “Turuncu Devrimler” paralelinde bir kalkışma olarak değerlendiren AKP, 2013 yılı sonlarında “17/25 Aralık operasyonu”yla da karşılaşınca kendisi için bir “beka sorunu” olduğu sonucuna vardı ve artık bütün siyasi stratejisi elinde tuttuğu iktidarı kaybetmemek haline geldi. “Yeni Türkiye”, “ileri demokrasi” lafları piyasadan kalkarken “beka sorunu”ndan başka bir laf edilmemesinin nedeni bu büyük değişim ve ne olursa olsun iktidara tutunma çabasıdır.
Yeni iktidar bloğu
Sahip olduğu iktidarla toplumu bir yerden alıp başka bir yere götürmeye çalışan bir parti ile iktidarını korumaktan başka bir şeyi önemsemeyen parti arasındaki fark 7 Haziran 2015 seçimlerindeki oylara yansıdı ve AKP tek başına iktidar olmaktan çıktı. 7 Haziran’dan 1 Kasım seçimlerine giden süreçteki “şiddet sarmalı” AKP oylarında bir yükselişe yol açtıysa da bunun yapay, konjönktürel bir durum olduğu aşikârdı ve artık tek başına ülkeyi yönetemeyeceğini biliyordu.
17 Mart 2015’te Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” demesi üzerine Kürt sorunundaki açılımın da kendisine bir destek olarak dönmeyeceğini öngörerek “masayı deviren” AKP için iktidarda kalmasını sağlayacak yeni müttefikler şarttı. Nitekim MHP ile yakınlaşırken kuruluş iddia ve amaçlarıyla, “fabrika ayarları” ile ilişkisi kopuyor ama iktidarda kalmanın da yolunu bulmuş oluyordu. Artık iktidar bloğu AKP/MHP olurken 16 Nisan 2016 referandumuyla 150 yıllık parlamenter rejim de bir kenara bırakılarak başkanlık sistemine geçiş basit bir karar, kolayca değişecek veya geri alınacak bir adım değildi. Esasen Kürt sorunu üzerinden bir “beka tehdidi”, birlik ve bütünlüğünü, varlığını tehdit eden bir tehlike gören bir tür “devlet aklı” AKP/MHP bloğunun arkasındaydı. Ve tabii böyle bir siyasi yöneliş ve iklimde AKP’nin gerilemesi, MHP’nin yükselmesi de doğaldı. (Nitekim 31 Mart seçimlerini değerlendirirken Bahçeli’nin MHP oylarını yüzde 18 ve dolayısıyla AKP oylarını da yüzde 34 olarak hesaplaması yanlış olmayabilir.)
‘Beka sorunu’ HDP sorunu
AKP’nin her şeye rağmen yüzde 35’lerin altına inmeyen siyasi desteğiyle seçimlerden birinci parti olarak çıkmaya devam etmesi ve parlamenter bir rejim içinde “iktidar partisi” olması mümkünken başkanlık sistemine yönelmesinin nedeni Kürt sorunu ve HDP faktörüdür. HDP’nin 7 Haziran 2015’te 6 milyonu aşan ve yüzde 13’ü geçen bir oy alması parlamenter bir rejim içinde her zaman için anahtar bir parti haline gelebilmesi, hatta oluşabilecek koalisyonlarla hükümete girebilmesi anlamına geliyordu. Ama “tek adam” etrafında şekillenen bir başkanlık sistemi parlamentoyu devre dışı bıraktığı için HDP gibi bir partinin etkisi de fazla olamazdı. Ayrıca HDP’nin bu kadar gelişip güçlenmesi kabullenilebilir bir şey değildi ve nitekim 1 Kasım seçimlerine giden süreçteki “şiddet sarmalı” ile birlikte HDP de ağır bir saldırı altında kaldı. Selahattin Demirtaş gibi HDP’yi daha geniş bir alana ve güce taşıyabilecek isimler başta olmak üzere, milletvekili ve belediye başkanlarının da içinde yer aldığı binlerce kişi tutuklanır ve belediyelerinin hemen tümüne kayyımlar atanırken parti kriminalize edildi.
Kısacası “beka sorunu” denilen şey HDP’nin ve dolayısıyla Kürt hareketinin tasfiyesi, etkili bir siyasi güç olmaktan çıkarılmasıydı. Bu kadar ağır saldırıya ve siyasi tecride rağmen HDP’nin ayakta kalması olağanüstü bir başarıdır. Ayrıca HDP sadece ayakta kalmadı, 31 Mart’ta izlediği stratejiyle AKP/MHP iktidar bloğunun yenilgiye uğramasını ve Türkiye’nin yeniden 7 Haziran 2015 şartlarına dönmesini sağladı.
Yani aslında özellikle İstanbul üzerinden süren çekişme, seçimlerin iptali için ısrar basit bir rant meselesi olmaktan öteye bir şeydir. Zaten en sonunda Devlet Bahçeli İstanbul’da seçimlerin yenilenmesinin bir “beka sorunu” olduğunu ilan etmekten de çekinmedi. İstanbul belediyesinin AKP’den CHP’ye geçmesi Türkiye için tabii ki bir “beka sorunu” olamaz ama bu değişim HDP etkisiyle, HDP desteğiyle olduğu için iktidar bloğu tarafından “beka sorunu” olarak görülmektedir. Çünkü HDP memleketin doğusunda biraz geriletilmiş olsa da batıda daha büyük bir etki gücüne sahip olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Sadece İstanbul’da değil iktidar bloğunun yenilgiye uğradığı bütün büyük şehirler HDP’nin izlediği politika sonucu kaybedilmiştir.
Türkiye’nin kaderinde HDP etkisi
Dolayısıyla 31 Mart seçimlerinin en önemli sonucu HDP’nin sadece ülkenin bir kısmında, Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgede değil, batıda da ve dolayısıyla ülkenin bütününde anahtar bir role soyunması ve bunu gerçekleştirmesidir. Bugüne kadar esasen Kürtler üzerindeki etkisi ve yerel egemenliği üzerinden konuşulan, tartışılan HDP 31 Mart’ta izlediği seçim stratejisiyle Türkiye’nin bütünü üzerinde bir rol oynamaya talip oldu ve bunu gerçekleştirdi.
Şimdi ne olacak? Önce bunun bir bedeli olacak. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Çubuk’ta uğradığı saldırı bu bedelin nasıl ödeneceğinin ilk işaretini verdi. HDP ile ilişkiniz devam ederse başınıza daha gelecek çok şey var, diyen tam bir gözdağı niteliğindeki bu linç girişimi basit ve kendiliğinden bir olay değildir. Saldırganların hiçbirisi tutuklanmazken iktidarın her türden sözcüsü açık açık bu saldırının HDP ile yapılan ittifakın sonucu olduğunu söylemekten de çekinmedi.
Her şeye rağmen toplumsal desteğinin pek de azalmadığı görülen HDP’nin kayyımlar tarafından yönetilen şehirlerdeki bazı kayıplarına rağmen batıdaki büyük kentlerdeki gücünü koruması ve seçmenlerinin iktidar bloğunun kaybetmesini sağlaması bu partiyi “büyük resmin” odağına, siyasetin merkezine taşımıştır. Türkiye’deki siyasetin ne yönde ilerleyeceği, güç dengelerinin ne ve nasıl olacağı, iktidar ve muhalefet bloglarının/ittifaklarının ne yapacağı artık hep HDP ile bağlantılıdır. Ve HDP ile ilgili verecekleri kararlar, kuracakları ilişki biçimi Türkiye’nin yakın veya orta vadedeki geleceğini belirleyecektir.
İktidar HDP ile ne yapacak?
AKP ile MHP arasında kurulan ittifak sürebilirse HDP üzerindeki baskıyı daha da attırmaktan başka izleyebilecekleri bir yolları yok. Çünkü bu ittifak, HDP muhalefete destek olduğu sürece istediği gibi ilerleyemez, rahat hareket edemez. Dolayısıyla 31 Mart’a iktidar bloğunun tepkisi başta HDP olmak üzere muhalefete yönelik baskıyı artırmak olacaktır. Bir yumuşama, gevşeme olmayacağı sadece Kılıçdaroğlu’na düzenlenen saldırıdan değil iktidar sözcülerinin bu saldırıyı açıkça sahiplenme tarzından da bellidir. Ekonomik sorunları bir şekilde IMF’ye emanet edip ülke içinde baskıyı daha da artırarak durumu toparlamaya çalışmaktan başka seçenekleri yok. Tek başına iktidar olunamayacağını, mutlaka bir müttefike ihtiyacı olduğunu bilen AKP’nin MHP’den ayrılıp başka bir güçle ittifak arayışına girmesi çok zordur.
Muhalefet HDP ile ne yapacak?
HDP ile ne yapacağını sadece iktidar bloğu değil en az onlar kadar muhalefet bloğu da, esas olarak da CHP düşünmek ve karar vermek zorundadır. Büyük şehirleri HDP seçmeniyle kazandığını elbette biliyor ve şimdi bundan sonrasında ne yapacak, bu partiyle nasıl bir ilişki kuracak ve dolayısıyla Kürt sorunu başta olmak üzere siyasi demokrasi konusunda nasıl açılımlar yapmayı göze alabilecek, kendi içindeki ulusalcı/milliyetçi damarı küstürmeden gidebileceği sınırlar nedir?
Kurucusu olmakla övündüğü devletin içinde hala sahip olduğu gücü ne kadardır?
Bunları iyice hesaplayıp yeni ve kritik kararlar vermesi şart. HDP’nin sonsuza kadar ve hiçbir şarta bağlı olmadan CHP’ye destek olması beklenemeyeceğine göre, bu iki parti arasında 31 Mart sonrasında kurulacak yeni bir ilişki biçimi olabilecek mi?
Taraflar bu konuda ne kadar yeni veya beklenmedik adımlar atabilecektir? CHP’nin HDP ile kuracağı ilişki 31 Mart öncesinde olduğu gibi gölgede kalan, hem varmış hem de yokmuş gibi, bir tuhaf tarzda süremez. Dolayısıyla CHP de bu konuda karar vermek zorunda kalacaktır.
Kürt hareketi HDP ile ne yapacak?
Ve nihayet HDP’nin de kendi kendisiyle ilgili karar vermesi gerekecektir. 31 Mart’taki rolüyle artık etkisi daha çok batıya kayan ve bütün Türkiye’nin geleceği üzerinde anahtar bir rol kazanan bu parti bundan sonra ne yapacak? Kendisine daha geniş bir toplumsal/siyasal meşruiyet alanı oluşturmaya çalışırken nasıl bir siyaset tarzı, nasıl bir dil ve nasıl bir ittifaklar politikası izleyecek? Büyük şehirlerin muhalefete geçmesini belirlerken herkesin farkına vardığı bu gücüyle birlikte HDP’nin ne olacağı artık bizzat bu partinin ve elbette partinin asıl gücü olan Kürt hareketinin de en önemli sorunu haline gelmiştir.
Bu demokratik siyasetle ilerlemeye karar vermek her şeyi yeniden ele almak ve bir bütün olarak hem Kürt hareketinin hem de demokratik siyasetin yeniden yapılanması, yeniden kendine bir program, bir siyasi rota tayin etmesi demektir. “Hendek siyaseti” ile merkezinde HDP’nin olacağı “demokratik siyaset” arasında ne kadar büyük farklar olduğu aşikârdır ve 31 Mart’ın en göze çarpan sonuçlarından biri de budur.
31 Mart yeni bir 7 Haziran olurken aslında tüpten çıkan macunun yeniden içeri sokulamadığının da kanıtıdır. Bir tarafından (doğu) çok sıkılırsa öbür tarafından (batı) fışkırmaktadır… Önümüzdeki yıllar ya bu macunu tekrar tüpe sokmaya çalışarak ve dolayısıyla büyük bedeller ödenerek geçecek ya da demokratik siyasetin gereği yapılacak… (SÖ/HK)