Pazar günü İstanbul ve Cerrahpaşa Tıp Fakülteleri'nden öğretim üyesi ve hekim arkadaşlar bir grup gazeteci ve yazarla bir araya geldi ve AKP hükümetinin uygulamaya koyduğu Sağlıkta Dönüşüm Programı'nın son uygulamalarını ve bundan kaynaklanan sorunları anlattılar.
Tabip odasından, demokratik mücadele alanlarından bildiğim, tanıdığım, sevdiğim insanlar orada büyük bir heyecan ve şevkle durumlarını ve dertlerini "konuk"larına anlatıyorlardı.
Tam "ara noktada duran" birisi olarak onları ve olanları gözlemledim. En sonunda ayrılırken dilimden dökülen ve onlara "kolaylık" dileyen sözlerin gerisinde yüreğimden ve aklımdan geçen başka sözler de vardı. Onları o sırada ifade edemedim. Çünkü onlara haksızlık olurdu. Üniversitenin bu hale gelmesinde en az payı olanlar olarak aklıma gelen o sözleri duymak onların hoşuna gitmeyecekti. Yıllar önce yaptığımı bir kez daha yaptım ve onları birer insan, arkadaş ve dost saydığım için sustum.
Dahası onların bunları bildiğini, belki de zaman zaman "iç sesleri"yle kendilerine söylediklerini tahmin ediyorum.
Nazım o şiiri neden yazdı?
Hekim mücadelesi içinde olanlar biliyorlar, ama muhtemelen sürekli okurlarım da benim de 27 yıl o üniversitenin tıp fakültelerinden birisinin mensubu, çalışanı, akademik unvânı olmasa da bir emekçisi, uğraşanı olduğumdan haberdar olmalılar.
1974-1980 arasındaki öğrenciliğimden sonra 1984'den 2006'ya kadar tam 22 yıl o üniversitede yaşanılanlara içerden tanığım. Hatta bir adım daha ileri gideceğim, her ne kadar mekan olarak biraz uzağında ve akademik konum olarak karar alma süreçlerinin dışında olsam da biraz da olsa "fail" yani "eyleyen"lerinden de birisiydim.
Önümde bana sunulanları, kendime tarif ettiğim "iş" başka olduğu için, çok yakınımdakiler dahil, neredeyse beni tanıyan tüm insanların, asla anlamadığı bir şekilde "reddettim" ve hep dışarıda, uzakta olmayı yeğledim. Çünkü "yanlış bir hayatın doğru yaşanmayacağına" hep inandım.
Bu satırları okuyan pek çok arkadaşım belki alınacak, hatta kızacak, ama onların hepsinden özür dileyerek yine de bunları ifade etmek istiyorum: Orada YÖK'le başlayan bir yanlış vardı ve o yanlışı görüp, düzeltme koşul ve olanağı olmadığı için, onun bir uygulayıcısı, giderek sağlanacak bazı mevkiler ve konumlar gereği savunucusu olmayı, kendi kural ve ilkelerimle asla bağdaştıramadım.
O nedenle de dışarıda ve uzakta, kurallarını kendimin belirleyeceği, hamallığını sırtlanacağım başka bir işin aktörü ya da emekçisi olmayı yeğledim.
"Üniversite"nin evrenselliği
Yaşam en iyi sınırların olmadığı ortamlarda gelişir. Bilim ve bilgi de öyle. Bilimin en önemli gereksinimi "saçmalama hakkı" da dahil olmak üzere sınırsız bir düşünce ve ifade, hatta deneme ve yapma "özgürlüğü"dür.
Hemen ona bitişik duran, ikinci olmazsa olmaz unsur ise "bağımsızlık"tır.
Çok yanlış, eksik, yetersiz bir dönemde üniversite eğitimi alsam da bunun anlamını temel üniversite eğitimini aldığım 1974-1980 arasında eğitim gördüğüm "üniversite"den ilk önce bunu öğrendim.
Bu iki unsur neresinde yer alırsa alsın her üniversite mensubunun yalnızca "hak"kı değil, aynı zamanda "ödev"iydi de! Özgür ve bağımsız olmayan, öyle davranmayan çok sayıda "üniversiteli" olmasına karşın, birer değer olarak kimse bunun tersini söylemiyor, söyleyemiyordu.
Ya ben çok şanslıydım, ya da o şansı kendi kendime yarattım; ama bu iki koşul ve olanağı önce öğrendim, sonra anladım, ardından da duygu, düşünce ve eylem olarak yaşadım! Daha da ötesinde bunların varlığından doğan önemli sonuçlara da katkım oldu.
Abartmıyorum inanın; geriye dönüp baktığımda, yine içeriden tanık olduğum "YÖK" dönemi ve şu andaki durum da dahil bir kıyaslama yapma olanağına sahibim ve bunun böyle olduğunu görebiliyorum:
Her üç döneme, yani YÖK öncesi, "askeri YÖK" dönemi ve şimdiki "siyasi/şerî YÖK"ü bilenler bana hak vereceklerdir! İstenildiği kadar bilimsel sıralamadaki yerimiz yükselsin, istenildiği kadar küresel kapitalizme dolayısıyla ticari/endüstriyel bilime entegre olmuş olalım, binalar, laboratuarlar, dış temaslar çoğalmış olsun, "akademik özgürlük ve bağımsızlık" giderek azalmış ve şimdi de nihayet kaybolmuştur.
Evet üniversite sistemin bir kurumudur; dolayısıyla onun sınırlarının dışına çıkması çok zordur, ama özü gereği asla sistemin bir emir eri, militanı da değildir ve olamaz. Çünkü bilimin gelişmesi ve bilginin çoğalması için en önemli koşul bu iki temel unsurdur. Onlar olmadığı zaman üniversite niteliğini yitirir, üniversite olmaktan çıkar.
12 Eylül Darbesi ve YÖK üniversiteyi bir "askeri okul"a dönüştürdü; ama şu anda gelinen nokta ondan da geride; buna öznel olarak ne dersek diyelim, ortaya çıkan yalnız ve yalnız bir "medrese"dir. Çünkü bilmek değil, inanmak neredeyse tek değer ve belirleyen.
Bunu kim yaptı?
Bu noktaya neden ve nasıl gelindi sorusu tartışıldığında bir dolu gerçek ve bir dolu neden sayılabilir. Ama benim içeriden gözlemlediğim en temel unsur, söz ettiğim hakkın sahiplerinin bu haklarının gereği olan "ödev"lerini ve sorumluluklarını yeterince yerine getirmemeleridir. Üniversite içinde bilgi alanı da dahil asla olmaması gereken "hiyerarşi" ve "erk"in şekillenmesiyle, her düzeydeki hiyerarşik yapının her düzeydeki erk sahibi, kendilerine uygulanan erki, aynı biçimde kendi altlarına yönelik olarak uyguladılar ve böylelikle üniversiteyi var eden "özgürlük ve bağımsızlığı" ortadan kaldırılmasına katkıda bulundular.
Akademik hiyerarşinin tüm unsurları genel olarak, kendi özel niyetlerinden bağımsız olarak, yukarıdan aşağıya bu tutumun uygulayıcısı haline geldi. Kimisi "kendi konumu ve çıkarı" için, kimisi de kendi gördüğü ya da düşündüğü doğru çerçevesinde "direnmek" için "özgürlük ve bağımsızlığı" gerilere itti. Oysa her iki durumun da sonucu aynıdır: üniversite ortadan kaldırılmıştır.
Dolayısıyla tek sorumlu 12 Eylül Darbecileri değildi. Onlara üniversitenin ne olduğunu tutumları ve davranışlarıyla anlatmayanlar, üniversitenin gerçek anlamda varlığını sürdürmesi için çaba göstermeyenlerdi.
Kuşkusuz bunu yapmanın bir bedeli vardı; üstelik o bedel başlarda çok ağırdı. 12 Eylül'ün demir yumruğu dokunduğu yeri yok ediyor, bir daha asla orada olunamıyordu. Ama üniversitelerin temel dönüşümleri birkaç yıl içinde sağlanamaz. Dolayısıyla bu dönemin örneğin 4-5 yıl sonra en kötü hesapla 1986'dan sonra etkisini yitirmesine karşın, o zaman sahip oldukları erkleri kullananlar da o erklere tabi olup, kendi altlarındakilere yönelik olarak aynı erki devam ettirenlerin sorumluluğu altında üniversitedeki bu tahribat "kalıcı" hale geldi.
Bu gerçeğin en yoğun, etkin ve derin yaşandığı akademik alanların başında da "tıp ve bağlantılı" üniversiter yapılar geliyordu. Erkin tüm dayatmalarına "uyarak", "boyun eğerek", "bilimin ve üniversiter yaşamın" olanakları üniversite yerine o erkleri paylaşanların kendileri için kullanmaları sonucu gerçekleşti.
Meşhur öyküdeki gibi "o Süryani'ye Türk Ağa'nın emriyle ve onunla birlikte dayak atmaya girişen Ermeni ve Kürt"ün yaşadıkları olayın aynısıydı üniversitede yaşanan. Gerçekten de Ağaya inanıp, kendi çıkarları sanki onu gerektiriyormuş gibi "o Süryani'yi dövmemeleri" gerekiyordu, üniversitenin her kademesindeki "erk sahipleri"nin; ve bugüne kadar gelinen süreç o zaman başladı.
Çok geç değil!
Bu saptamaları kimseyi kınamak, eleştirmek için yinelemiyorum. Tüm amacım genel olarak üniversitenin, ama somut durumda tıp fakültelerinin içinde oldukları durumdan çıkışları için bir yol önerisinde bulunmak. Çok geç olduğu için, değişimin çok da zor olduğunu biliyorum. Dahası bunun için ödenecek bedelin de ilk zamandakine göre çok daha büyük olduğu da reddedilemeyecek bir gerçekliktir. Üstelik bu bedeli ödeyecek olanlar da bu konuda en çok direnenler olacaktır. Ama başka da çıkış yolu yoktur. Durumu değiştirecek tek unsuru; üniversitenin ne olduğunu, özünün, olması gerekenin ve değişimin ilk koşulunun ne olduğunu işaret etmek için bunları yineliyorum.
Üniversite her düzeyde ve içindeki herkes için "özgürlük ve bağımsızlığı"na yeniden kavuşmadan bu yoldan dönüş olanaksızdır. Bunları kimse yukarıdan aşağıya doğru vermeyecektir. Ama başlangıç noktasının bu nokta olduğunu gören herkes, kendi erki ve gücü çerçevesinde kendisine tabi ya da bağlı olana bunu hakkı tanıyıp, bu ödevi hatırlatarak ve yaşam içinde uygulayarak sağladığı birliktelikle, böyle yapmayan kendi üzerindeki erk sahibine direnerek bu mücadele hattını genişletmek suretiyle yitirenleri yeniden sağlayabilir.
Bu süreç çok sıkıntılı ve acılı olacaktır. Ama unutulmaması gereken en önemli nokta bu süreçteki her yenilginin aslında yenilenin zaferi olacağının, bunun onurunun da, yenenin sağladığı her şeyin üzerinde olacağının bilinmesidir.
Üniversitenin tarihini her durumda "akademik özgürlük ve bağımsızlığı savunan onurlu bilim insanları" yazmıştır ve yazmayı sürdürmektedir.
Tek yapılması gereken, çok küçük ve önemsiz de olsa bunun örneklerini yaratmak ve bu yaratılanı, yaşanan değişimi anlatmaktır. 22 Kasım'da başlayan yürüyüş ancak o zaman üniversiteyi özüne döndürecek bir "sefer"e dönüşecektir.
Eğer bu iki unsur yeterince savunulur ve sahiplenilirse nu seferin sonucunun "zafer" olacağını da şimdiden muştulayabiliriz. Tersi durumda kazanç ne kadar büyük olursa olsun, bu bir "Pirus Zaferi" olmaktan öteye geçemeyecektir. (MS/HK)