Dünya prömiyerini Sundance’te yapan ve yönetmenliğini Celine Song’un üstlendiği "Başka Bir Hayatta" kritik yazısını Altyazı Sinema Dergisi'nden Selin Gürel'in kaleminden aktarıyoruz.
Dünya prömiyerini Sundance’te yapan ve yönetmenliğini Celine Song’un üstlendiği "Başka Bir Hayatta", iki çocukluk arkadaşının yıllar sonra tekrar iletişim kurmasını konu alıyor. Bir yandan hüzünlü bir aşk hikâyesi anlatırken bir yandan da “başka türlü” bir aşkın hayalini kuran film, aynı zamanda göç eden karakteri üzerinden aidiyet hafızasına odaklanıyor.
Hâlâ üzerinde dumanı tüterken mideye indirdiğimiz savunmasız romantizmine ve tüm yarım kalmış aşkların yasını tutan o büyük adına rağmen, "Başka Bir Hayatta"yı (Past Lives) hüzünlü bir aşk filmi değilmiş gibi de izlemek mümkün. Yönetmeni Celine Song’un niyeti tam olarak bu olmasa da filmin birinden çok bir yere ait olma duygusunu harlayan bir tarafı var. İlla bir hüzünden bahsedeceksek, insanın yetişkin hayatını sürerken doğduğu yerle ve çocukluğuyla kurduğu ilişkiyi anımsamaya hazırlıksız yakalanmasının hüznü duruyor orta yerde. Üzerine, çocukken birinden veya bir yerden ayrılırken asla layıkıyla veda edememenin, kıymeti bilinmeden geçip giden son dakikaların, son sözcüklerin hüznü. Belli ki bu hüznü çok iyi tanıyan Nora’nın annesinin ülkeden ayrılmadan önce kızına son bir “anı” hediye etmesi bundan.
Bir yerden gitmiş olmakla hep bir yerde kalmak arasında eşsiz bir köprü kuran bu hikâyede, aidiyet hafızası büyük sahnelerde değil, anlarda saklı. Gündüzleri İngilizce ile örtülü dünyasında yaşayan Nora’nın geceleri ana dilinde sayıkladığı hâlde günün birinde çocukluk aşkının adını bile hatırlayamamasında ya da çocukken sulu gözlülüğüyle nam salmışken yetişkin hayatında ağlamaya yabancılaşmasında. Arthur’un muhtemelen hayatı boyunca New York’ta yaşayıp Özgürlük Heykeli’ni yakından görmeye tenezzül etmemesi de aynı sebepten, çünkü “oralılık” insana en çok da bu özgürlüğü tanır. Her zaman yapılabilecek şeyleri hiçbir zaman yapmama özgürlüğü.
Birinde geceyken diğerinde gündüz olması misali, başından beri iki farklı kültürü ve şehri tatlı tatlı karşı karşıya getiren hikâye, Hae Sung ile Nora’yı gerçekte ait olmadıkları bir şehirde turist gibi gezdiriyor. Görünüşte gezdiren ve gezdirilen rolleri çoktan dağıtılmış olsa da, aralarından biri gerçekten “oralı” olsaydı harikulade gün batımlarında kalabalıklar içinde yalnız kalamayacaklarını çok iyi biliyoruz. Şehir her ikisine de fena hâlde turist gibi davranıyor. Oysa düşünsenize, New Yorklu Arthur daha Özgürlük Heykeli’ni bile görmedi.
Başka Bir Hayatta, görünüşte “bu hayatı başka bir hayata erteleme”nin şiirini yazmakla ilgilenirken, aslında aidiyetin konforu karşısında derin derin iç geçirten bir film. Kavuşamayan âşıklar filmi olacakken, asıl mutluluğun huzurlu bir uyumda saklı olduğunu ve bu uyumun da daha gerçekçi ama çok daha gösterişsiz ve kesinlikle kafiyesiz başka türlü bir aşkın eseri olabileceğini söylüyor. (SG/AÖ)
Yazının devamı için burayı tıklayın.