Türkiye basın ve ifade özgürlüğü açısından uluslararası kamuoyunun ilgisini sürekli üzerinde tutacak denli kötü bir dönemin içinde. Tutuklu ve hakkında dava açılan gazetecilerin yanı sıra otosansür de gerek gazeteciler gerekse medya patronları tarafından uygulanan şekliyle çok yaygın bir hal almış durumda. Bunlar aslında medya için yeni değil, yeni olan hükümetin eskiye oranla çok daha sert bir üslupla gazetecileri hedef alması ve geçmiş dönemlerden çok daha fazla hükümete bağımlı durumda olan medya patronlarının tutumu.
TMSF eliyle 2007 sonrasında ve içinde bulunduğumuz günlerde kendine yakın medya kuruluşları oluşturan hükümetin ekonomideki etkinliği diğer grupların da yandaş safına gönüllü geçişleriyle sonuçlandı. Zira Turgay Ciner’in TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu anlattığı şekliyle Türkiye'de ekonominin yüzde 50’sine yakınının hala devletin elinde bulunması belirli bir büyüklüğe gelen sermayedarları “her halükarda devletin bir tarafına çarpmak, dokunmak durumunda” bırakıyor. Buna bazen cezalandırma bazen de ödüllendirme amaçlı kullanılan vergi cezaları / afları eklendiğinde zaten bu alandan para kazanmayan medya patronlarının basın özgürlüğü için hükümeti karşılarına almaları çok zor. Bu açıdan bu kadarına bile pekâlâ ‘medya mühendisliği’ denebilir.
Bunlar bilinmeyen gerçekler değil, daha önce defalarca yazıldı, ayrıca medya patronlarını tutumunu haklı gösterme amacı da taşımıyor. Ancak basın özgürlüğü üzerindeki baskılar her geçen gün artarken hükümetin basın üzerindeki baskısına tepki göstermenin ve medya patronlarının kirli ilişkilerini tartışmanın yanı sıra gazetecilerin de yapması gereken şeyler var.
Gazeteciler için mesleğe sahip çıkma zamanı
Öncelikle kabul etmek gerekir ki gazeteciler üzerindeki baskılar ancak popüler köşe yazarı ya da medya yöneticilerinin işten atılmalarıyla gündeme geldi. Hala da tartışmanın önemli bir kısmı isimler üzerinden yürüyor. Siyasi kutuplaşmanın sonucu olarak karşı karşıya gelen hatta meslek örgütlerini bile ayıran gazeteciler tutuklanan, işten atılan ya da yazıları sansürlenen her meslektaşları için önce sandıklarını geçmiş günahları öne sürüyor. Karşılaştırmalar varolan kutuplaşmayla paralel olarak genellikle 28 Şubat ve bugün arasında yapılıyor. Geçmişin mağdurları bugünün mağdurlarına sitem ederken, hangi dönemin daha karanlık olduğu konusunda bir türlü anlaşılamıyor.
Oysa gazetecilik mesleği açısından durum hep karanlıktı. Bu çoğunlukla gazetecilerin yaptıkları işi bir meslek olarak kabul etmekten ziyade bir misyon olarak algılamalarından kaynaklanıyor. Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde kurucu elitler arasında toplumu dönüştürme misyonu üstlenen gazeteciler hükümet tarafından milletvekilliği ile ödüllendirilip, aç kalmasınlar diye küçük memuriyetlere atanmak suretiyle cezalandırılırlardı (Gürkan, 1988, 79-83). Toplumu değiştirme / dönüştürme misyonlarını hiç elden bırakmayan gazeteciler, patronaj yapısının değişimiyle 80’lerden sonra hükümetle pazarlık edecek denli güçlendiler. Bunda iktidarın çok parçalı yapısının da etkisi oldu elbette. Bugün hala çoğunlukla iktidara karşıt olup hesap sorma ya da yandaş olup hükümeti savunma çizgisinde tartışılıyor basın özgürlüğü, haber alma / verme, soru sorma gibi haklar ikinci planda. Oysa bir ikisi hariç isimleri zikredilmeyen tutuklu-hükümlü gazetecilerin büyük çoğunluğu mesleklerinin gereğini yerine getirmeye çalıştıkları için cezaevindeler. Bu gazetecilerin yaklaşık yüzde 70’ini Kürt gazeteciler oluşturuyor. Yeri gelmişken araya girmekte fayda var, basın özgürlüğüne yönelik geçmiş tutumların yarıştırıldığı tartışmalarda hiçbir zaman 90’larda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yapılamayan gazetecilik ve öldürülen - özgürlükleri kısıtlanan gazetecilere ilişkin dosyalara ilişilmiyor, bu dönemle hiç yüzleşilmiyor. O sandıklar hala kapalı.
Basın özgürlüğünü ve gazetecilerin demokratik bir toplumdaki rollerini doğru zeminde tartışmanın tek bir yolu var: Gazeteciliğin bir meslek olduğunu kabul edip ona sahip çıkmak. Buna en önce ‘elit gazetecilerin’ gönül indirmeleri gerekiyor. Ardından gazetecilerin ellerinin kollarının o kadar da bağlı olmadığını fark edip varolan imkânları kullanmaya, geliştirmeye yönelik yatay bir dayanışma zemini oluşturmak şart. Neler yapılabilir?
Tartışma en başta kime gazeteci dendiğinden çıkıyor. Amerika’yı yeniden keşfetmenin gereği yok sonuçta ‘kime gazeteci denir, gazetecilik hangi koşullarda nasıl yapılır’ı herkes biliyor. Ancak bunu belirleyenin gazeteciler olmaması ciddi bir sorun. Geçenlerde katıldığım, basın özgürlüğünün tartışıldığı bir çalıştayda basın kartlarının devlete hatta başbakanlığa bağlı bir kurum tarafından verilmesinin sorunlu olduğunu ifade etmiş ve bir gazeteciden ‘bunun bir önemi yok, kart sadece bazı ayrıcalıklar tanıyor o kadar’ yanıtını almıştım. Oysaki KCK davasından yargılanan gazetecilerin gazeteci sayılmamasında, Gezi olayları sırasında, hatta bugün Ergenekon davasının karar duruşmasına alınmalarında basın kartı her kesimden gazetecilerin hep aleyhine kullanıldı. İktidarda kim olursa olsun iade edilmediği, bağımsız bir kurum tarafından dağıtılmadığı sürece basın kartı gazeteciler için akreditasyon hatta baskı aracı işlevi görmeye, tutuklanma gerekçesi olmaya devam edecek.
Gerek medya sahiplerinin değişmesi, TMSF tarafından medya kuruluşlarına el konulması (nedense ilk olarak yönetiminin değiştirilmesi) sürecinde gerekse patronun çeşitli yatırımları nedeniyle yayın çizgisini değiştirmesi sonucunda pek çok gazeteci işsiz kalıyor. Sıranın kendilerine gelmesini beklemeden gazetecilerin 5953 (212) sayılı kanunun 11. Maddesi gereği çalıştığı yayının politikası değiştiği için sözleşmesini tek taraflı feshederek tazminat haklarını elde etmesi mümkün. Bu gerekçeye dayanarak tazminat hakları kaybolmadan istifa edilebilir. Bu elbette yalnızca 212’li gazetecilerin uygulayabileceği bir yöntem ve ne yazık ki sayıları çok az. Ama en azından bu düzeyde birkaç gazetecinin bu yola başvurması editoryel bağımsızlığa müdahaleye karşı tepki ve dayanışma geliştirilebilir.
Son olarak gazetecilerin siyasi saflarını, medyadaki konumlarını, elde ettikleri ayrıcalıkları bir tarafa bırakarak mesleklerine asgari düzeyde nesnel yaklaşacakları bir yapı oluşturmalarına acil ihtiyaç var. Gönül ve mantık elbette bunun sendika altında olmasını arzu ediyor. Ancak örgütlenme önündeki engeller, sendikalara ilişkin deneyimler, yargılar – önyargılar şimdilik bunun gerçekleşmesini imkânsız kılıyor.
Gazetecilik elbette sorunların yalnızca teknik düzeyde tartışılabileceği bir meslek değil. Ancak yakın zamanda yaşanan pek çok olayda görüldüğü gibi öncelikle mümkün olan en geniş katılımla bir araya gelmek, konuşmak, herkesi kapsayıcı nitelikte küçük adımlar atmak bir başlangıç olabilir. Önerilerin hiç kimseye yeni ve ilginç gelmeyeceğinin farkındayım ancak son dönemde yaptığımız çalışmalar ve katıldığım toplantılarda en zor olanın bu dayanışmayı tesis etmek olduğunu gözlemledim. Geçmiş hatalarla yüzleşme gerekliliğini göz ardı etmeden tüm gazeteciler için basın özgürlüğünü sağlamak için mağduriyetleri yarıştırmadan önce imkânlara kafa yormak çok şey değiştirebilir. (cs/hk)
* Gürkan, Nilgün (1998)Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945–1950), İstanbul: İletişim Yayınları
* "Turgay Ciner komisyona neler anlattı?" (14.11.2012)
* Ceren Sözeri (Dr.), Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi