Geçtiğimiz akşam Haber Türk’te yayınlanan Basın Kulübü programına Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Gaziantep milletvekili Hasan Özdemir, Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç, Mehmet Metiner ve Sezai Tanrıkulu konuk olarak katılmışlardı.
Kürtlerin devletin coğrafyasındaki yerinin ne kadar sorunlu olduğunu tarif etmek için hiç değilse yakın tarihe el atmak gerektiğini sanırdım. Hiç gereği yokmuş oysa; Tümgenerallik yapmış olan Kuloğlu, emniyet müdürlüğü görevinde bulunmuş olan Özdemir ve halen Tunceli “milletvekili vekilliği” yapan Genç’in sözleri Kürt meselesinin nasıl travmatik bir hal aldığının güncel verileri olarak tarihin dosyalarına kaydoldu. Basın Kulübü’nde Kürt meselesi üzerine söz söyleyenleri dürtükleme geleneği bozulmayarak, Demokratik Toplum Partililerin (DTP) PKK sınavına tutulduğu gibi, Tanrıkulu ve Metiner de DTP yoklamasına tabi tuttuldu.
Programda Tanrıkulu’nun Kürtçe’nin öğrenilen-öğretilen bir dil olması talebine karşılık Kuloğlu “İnsan anadilini anasından öğrenir, okuldan öğrenmez” önerisini sundu. Bu minvalde bakılınca Türklere Türkçenin okutulması da bir o kadar anlamsız kalıyor elbet.
Ama kuşkusuz Kuloğlu bu cümleyi söylerken gerekçesinin kendi tersine çarptığını bilerek söylüyordu. Onun sorunu Kürtçe'yi Türkçe'yle aynı değerde algılayamama, Kürtçe'yi ‘Türkçe kadar dil’ kabul etmeme sorunuydu: Resmi kanallarca teslim alınan diller arasında kurulan politik hiyerarşi! Özdemir ve Kuloğlu’nun Kürt meselesine o çok iyi bildiğimiz “salyalı dış mihrakların biricik oyuncağı” muamelesi yaparak, bütün suç Barzani’ninmiş gibi anlatması ise kendilerine de az dış mihraklık imajı yüklemiyordu hani.
Sorunun kökeninin kışkırtıcı küreselleşmeye bağlanması antropolik indirgemecilik, teknik bir çözümcülükten başka bir şey değildir halbuki. Bir geçmiş değil, bir süreç olarak tarih, ortaya çıkışın ötesinde ve gerisindeki kanıtları gözümüze dayarken, ihlalin devam edip etmediğine ilişkin konuşmak konusunda sıkıntı çekmemizin sebebi, çocuğun varlığını anadan sual etmek konusundaki ısrarımızdır.
Kürtçe yayın yasağı!
Yine Tanrıkulu’nun televizyonlardaki Kürtçe yayın yasağının kaldırılması önerisine Kamer Genç’in “Yayın yasağı sadece TRT’de var, özel kanallarda yok” diyerek burun kıvırması, ömrünü Tunceli’nin Ankara’sında geçiren bir milletvekili için çok da şaşılır değil herhalde. Zira Kamer Genç de resmi bir kanalda uygulanan yasağın özel kanal için bir teamül oluşturduğunu, dahası Kürtçenin resmi kanalda yayın sınırına tabi tutulmasının her halükarda “Kürtçenin sorunlu dil” olduğu imajını pekiştirdiğini ve pek çok Kürt sanatçının özel televizyonlarda kendilerine Kürtçe şarkı-türkü söyletilmemesinden yakındığını oralardan duymuştur.
Kürtçe yayına, yasaya rağmen yönetmelikle sınır konduğunu ve tabi yönetmelik yasaklarının da polis devlet mantığının biricik “adamı” olduğunu hatırlatmayı ise program boyunca tekrarladığı hukukçuluğu açısından abes sayarım. Kamer Genç “Türkiye’de Kürt sorunu yok, terör sorunu var” diye baş sallarken 1988’de meclise sunduğu “Kürt Mehmet’e Nöbet Yok”, “Hain ve Yandaş Aşiretler” başlıklı belgeleri unutmuş görünüyor.(1)
Tanrıkulu'nu işaret ederek "Sor bakalım hangi düşüncesini ifade edemiyormuş?" diye çıkışırken, mecliste kendisini susturan İhsan Nuri Topkaya’nın sözlerini iltifattan saymış, daha geçenlerde yaka paça alınan Demirbaş’ın çaya götürüldüğünü düşünmüş herhal. Kürt meselesinin başlı başına bir yoksulluk problemi olduğunda ısrar eden Genç, göç- yoksulluk arasındaki milli köprüden, mecburi iskan politikalarından söz etmedi. "Gençlere iş bulunsun" dedi ama bir "göç müsteşarlığı kurulsun" demedi; belki bu ifade sorunu netleştirdiği, belki de daha önce DTP söylediği için.
Ancak; o zamanlar 80 yaşında olan Hüseyin Koç’un 88’de 2000’e Doğru dergisine kaydolan sözleri göç belasının çamurunu geçmişten nasıl taşıdığını gösteriyor: “1938 sürgününü de gördüm ben. 47’de af çıktı döndük. O zaman bir kızım açlıktan acı badem yiye yiye zehirlenerek öldü.1985’de sürülmedik kovulduk. Bir gece içinde köyü boşaltın dediler. garajlarda yattım 80 yaşımda. Gurbet elde öleceğim, memleket özlemi ve jandarma korkusu taşıyarak yüreğimde.”
Oysa Özdemir’in deyimiyle “Kürt orjinli Türk vatandaşı” olarak Kamer Genç’e karşın daha 1920’lerde meclisteki dersim vekilleri politik bir aksaklık olarak Kürtlerin sorunlarını işaret ediyordu. 3 Ekim 1921’de “Koçgiri ve Ümraniye Hadiseleri ve Doğu Vilayetlerindeki Güvenlik Durumu” başlıklı birinci oturumda Dersim mebusu Hasan Hayri bey “… Kürtlerin ruhi durumunu yüce meclisimize arz etmek isterim. Fransızlar ve İngilizler… ‘Kürdistana bir şekil verilmelidir, böyle olmalıdır’ diyorlar. Bunlar sırf Kürtleri Türklerden ayırmak ikisini de boğmaktır…” 5 Ekim 1921'deki birinci oturumda ise dersimden Mustafa bey “Yapılan facialar söylenmiş ve gören arkadaşlar da şahitlik etmişlerdir… arz edeyim bir aşiret zulüm üzerine isyan etmiştir” demektedir.
Barış'a karşı
Kürtlerin barış talepleri soyutlukla malul olmakla eleştiriliyor artık. Zira Tanrıkulu ve Metiner ne zaman “barış” diye söze başlasa Melih Meriç müdahale etti. Ne de olsa Bir Kürdün “barış” demesi DGM kararlarından tanıdığımız “gizli niyeti” işaret etmesi nedeniyle şüpheye çok müsaittir. Ama bu kadar çok silah görmüş bir halkın seçenekleri daraltılmış bir çözüm algısında silahdan geçmeyen bir barışa varmak için soyutlaştığını fark etmiyorlar hala. Çünkü alternatifleri kırılmış bir dilin barış kelimeleri ancak anadilden söylenir; duymak yetmez, koklamak da gerekir…
En iyi o dilden doğanların, anadilinde rehin tutulanların anlayabileceği sözcüklerden dizili bir barıştır sözü edilen. Kristeva’nın sözleriyle “yabancıya istikrarlı bir yapı kazandırmadan, değip geçmekle yetinenlerin” Kürtleri kendi barışları hakkında konuşmaktan alıkoymadığı ve hatta sözünü beklediği bir çözüm için, omurgası yırtılmış “hepimiz kardeşiz” söylemini diline pelesenk etmeden, hepimiz kardeş olduğumuz, akraba olduğumuz için değil, adaleti özgürlükle savunma konusunda ısrar ettiğimiz için ‘unutmayı hatırlatmak’ gerekiyor. Türk ve Kürtler aynı topraklarda yaşamış iki halk olarak ortak bir kültüre ulaşmanın, buluşmanın kolaylığını taşıyor ama aynı şeyi Norveçliler, İngilizler, Ermeniler için söylemek o kadar kolay değil.
Neticede İngilizleri kardeş hissetmeyenlerin Kürtlere duyduğu kardeşlik ne kadar sahici olabilir? O halde zorlama bir kardeşlik duygusuyla gıdıklanmaktansa adalet için “akrabalık adaletinden” başka bir yol bulmak lazım geliyor. “Meydan okuma yakınmanın sesini bastırır” diyor Kristeva. Meydan okuma mütemadiyen mayhoş ve romantik bir buluşma öneren “tuzukuru yerleşiklerin" (2) yabancılarına yakışmıyor sanki. Ama öte yandan yabancı da, kendisinin dışlandığından daha çok dışlayan bir mekanizmayı üretme potansiyelinin yaydığı zehirlenmeyle, kendini de dışarıda bırakacak bir bütünlüğü seyre doğru gidiyor.
İşte bu noktada toplumsal yıpranmanın bütün pisliğini süpürmesine karşın kadınların sözleri ekolu olsa da geriden geliyor. Birileri başkan oluyor, onlar diğerlerinin başkanlığına eş. Analar “terörist yetiştirmekten sabıkalanıyor.. Aynı dergide kayda geçen sözleriyle 60 yaşındaki Yeter Erkoç sorusunu daha o zamandan soruyor:“ Oğlum Aziz Erkoç aranıyordu. Teslim oldu, kurşuna dizdiler. ‘Sen terörist yetiştirmişsin’ diye bu yaşımda beni dövdüler. Aziz işkence görmemek için dağa kaçtı… Sonra vurmuşlar. Bir insan kaç kurşunla ölür. Aziz’in kafasını parçalamışlar, vücudunun yarısı yoktu…”
Hele bir dinleyin kadınları… Ellerinin hamuruyla barışı yoğursunlar…(GE/EÜ)
(1) Bu belgelerde Kara Kuvvetlerine bağlı Piyade Tümen Komutanlığı’nın yayınladığı emirde doğu ve güneydoğu nüfusuna kayıtlı erlere kritik bölgelerde nöbet tutturulmayacağı ve doğu Anadolu da 23 ili kapsayan aşiretler raporu gündeme getiriliyordu.
(2) Yıldırım Türker.