“Daha geçenlerde (…) gece yarısı saat iki civarıydı (…) başımı iki elimin arasına aldım, düşündüm, düşündüm, sonra kendi kendime ağlamaya başladım. Biz bu ülkenin evladı değil miyiz? Bu ülkede doğduk, bu ülkede büyüdük.”
Recep Tayyip Erdoğan
1994’te İstanbul Belediye Başkanı seçilmesinin hemen ardından Ankara’nın henüz çiçeği burnunda belediye başkanı Melih Gökçek’le birlikte Reha Muhtar’ın sorularını yanıtlayan Erdoğan, bugün tabutuna son çivileri çakmakla meşgul olduğu ‘bir kısım medyanın’ kendisi hakkında yaptığı yalan haberleri görünce yaşadığı gece yarısı buhranını bu sözlerle tarif etmişti.
Yıllar içinde sıkça döktüğü ‘öz yurdunda garip, öz vatanında parya’ gözyaşları, muhalif kesimler tarafından hep sonu gelmeyen, sahte bir mağduriyet sızlanması ya da popülist bir istismar faaliyeti olarak algılandı ve ciddiye alınmak bir yana, alay konusu edildi. Oysa Erdoğan’ın bugüne kadar çıktığı yüzlerce kürsüde kaşlarını çatıp sesini yükselterek attığı “Bize gerici dediler, yobaz dediler. Bunlar anlamaz dediler, bunlar bilmez dediler” ve türevi mağduriyet söylevleri bir miktar ilgiyi hakkediyor. Zira Erdoğan’ın ve seslendiği ya da ‘seslendirdiği’ kitlelerin bugün kendilerine muhalif kesimlere karşı takındıkları dışlayıcı ve katı tutumun arkasında yıllar yılı deneyimledikleri/deneyimlediklerini düşündükleri bu aşağılanma ve küçük görülme duygusunun (da) etkisi olması mümkün.
Avrupanın hasta adamı
Fransalı düşünür ve şarkiyatçı Ernest Renan 1883 yılında ‘İslamcılık ve Bilim’ konulu meşhur Sorbonne konuşmasına şöyle başlar:
“Günümüz ahvalini az çok takip edenler, Müslüman ülkelerin geri kalmışlığını, İslam’ın hüküm sürdüğü devletlerin harap hallerini, kültür ve eğitimlerini yalnızca İslam’a bağlayan ırkların entelektüel düzeysizliğini açıkça görmüşlerdir.”
19. yüzyılda Osmanlı için sıkça kullanılan ‘Avrupa’nın hasta adamı’ yakıştırması aynı düşüncenin siyasi alandaki bir tezahürüdür. 1830’ların başında İngiltere dışişleri bakanı Lord Aberdeen, Osmanlı’yla ilgili yazışmalarında bu ‘barbar gücün hiçbir dış veya düşman gücün müdahalesi olmaksızın, kendi içindeki kokuşmuşluğa bağlı olarak hızla yıkılıp parçalanacağını’ öngörür.
Ziya Paşa’nın meşhur ‘diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’ dizeleri bu halet-i ruhiyenin Batı’ya özgü olmadığının, Şark’ın da kendisine şüpheyle bakmaya başladığının eşsiz bir tanığıdır. Türkçülük akımının en ateşli savunucularından Ahmet Ağaoğlu bile, Paris yıllarında öğrencisi olduğu Renan’ın fikirlerini içselleştirmiş gibidir. Üç Medeniyet (1928) adlı eserinde “Necat ve halasımız için Avrupa medeniyetini olduğu gibi temessül etmekten başka çare yoktur” der.
“Yalnızca libasımız ve bazı müesseselerimizle değil, kafamız, kalbimiz, tarz-ı telakkimiz ve zihniyetimiz itibariyle de, Avrupa’ya uymalıyız” diye ekler. İslam, ‘mani-i terakki’ (ilerlemeye engel) olmuştur.
Necip Fazıl
Tüm bu fırtınalı tartışmaların girdabında sürüklenip karaya vuran Osmanlı enkazından kurtulanların imparatorluğun artıklarını toparlayarak kurduğu Cumhuriyet’in koşar adım Batı’yı yakalamakla meşgulken muhafazakar sesleri yok sayması, tahkir etmesi veya bastırmasına karşı tepkiler fazla gecikmez. Erdoğan’ın ‘dik durmayı ondan öğrendik’ dediği Necip Fazıl, henüz 1939’da ‘Avrupalı Olmama Şerefi’ ve benzeri birçok tepkisel/eleştirel yazı kaleme alır. Maddeci Batı’nın karşısına Doğu’nun ruhunu koyar, bugün iktidarın gayriresmi İstiklal Marşı halini almış Sakarya Türküsü’nde“Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük” derken bahsettiğimiz ezilmişlik duygusuna vurgu yapar ve eserini “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!” diye bitirerek kendisinden bayrağı devralacak nesilleri yüreklendirir.
Cemil Meriç, Umran’dan Uygarlığa’da (1974) Batı’ya ‘perestiş* eden’ Türk entelijansiyasını “Kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin razı olmak”la itham eder, Bu Ülke’de (1974) “yobazlık Şark’ın nefs-i müdafaası. (…) Yobaz biziz, en güzel taraflarımızla biz” diyerek bir adım daha ileri gider.
Bir yıl sonra Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti’ni yayınlar. Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Nuri Pakdil gibi ‘Dirilişçi’, ‘Türk-İslamcı’ ve ‘devrimci Müslümanlar’ rejimin ideolojik duvarlarını kalemleriyle aşındırır. Doksanlı yıllarda Recai Kutan, Erdoğan’ın da ağzından düşmeyen ‘Biz Türkiye’nin zencileriyiz’ tabirini siyasetimize kazandırarak, meselenin özünü - bize has o ‘naif ırkçılıkla’ da harmanlayarak – bir kez daha hatırlatır.
Erdoğan iktidara geldiğinde Cumhuriyet kadar yaşlı, İsmet Özel’in tabiriyle ‘budandıkça fışkırmış’ bir mücadelenin yorgun, hırpalanmış fakat muzaffer neferi olarak yükselmiş, kendi toplumuna yabancılaşmış monşerlerin narin ellerinden viskilerini alıp tahtlarından indirmiş, milleti adına dolmuşun direksiyonunu devralmıştır.
"İmam Hatipliyiz diye bizi aşağıladılar"
‘Devrimi devirip’ iktidara yürüse de, zamanında onu aşağılayan, hakaret yağdıran, tepeden bakan medya baronları ve işadamları artık kılçık bekleyen kedi gibi ayaklarının dibinde dolansa da, Erdoğan yıllar içinde ruhuna sinen aşağılanmışlık duygusundan kurtulamamış gibidir. ‘Beyefendi’ olduktan on bir yıl sonra, 30 Ocak 2013’te bile geçmişe bakarken hala aynı kabusu görür:
“Namaz kılıyoruz diye bizimle alay ettiler, İmam Hatipliyiz diye bizi aşağıladılar.”
Erdoğan bununla da yetinmez, kendi mağduriyetini milletinkiyle özdeşleştirir. 2 Haziran 2018’de, Aksaray mitinginde şöyle der:
“Daha dün bidon kafalı, makarnacı, göbeğini kaşıyan adam diye milleti aşağılayan o CHP zihniyeti bugün sizin oyunuzu almak için kırk takla atıyor.”
Kamboçya'da da "ihanet şebekesi"
Toplumun bir kısmının hissettiği ezilmişlik, aşağılanma ve küçük görülme hissi küçüksenemeyecek kadar ciddi bir itici ve yıkıcı güce dönüşebilir. Niçin Öldürdüler? isimli kitabında antropolog Alexander Hinton, Kamboçya’da Pol Pot rejiminin (1975-79) halkın yoksul ve taşralı kesimini arkasına almak ve iktidarını pekiştirmek için benzer duyguları istismar ettiğine dikkat çeker. Eğitimli ve şehirli üst sınıfların halka nasıl acı çektirip sömürdüğünü anlatan propaganda anonslarında rejim, "Kardeşlerimize yukarından bakan, onlara hayvan muamelesi yapıp ülkenin en cahil kesimi olarak gören (…) ihanet şebekesinden" bahseder ve halkı toplumdan yabancılaşmış/batılılaşmış ‘üst sınıflarına’ karşı ‘sönmeyecek bir intikam ateşiyle’ yanıp tutuşmaya teşvik eder. Pol Pot’un başarıyla yaktığı intikam ateşi güçlükle söndürüldüğünde aşağı yukarı iki milyon insan katledilmiştir bile.
Rwanda
Halkın belli kesimlerinin hissettiği ezilmişlik duygularını kaşıyarak yıkıcı sonuçlar ‘alınan’ bir başka örnek de Rwanda’dır. Mahmood Mamdani’nin Kurbanlar Katil Olunca isimli eserinde, Rwanda’da nüfusun yüzde seksenini oluşturan Hutuların nasıl olup da yüzde yirmilik bir azınlık olan Tutsi komşularını elde maşeta sokaklarda avlama noktasına geldiklerini anlamaya çalışır. Mamdani’ye göre Tutsilerin sayıca az olmalarına rağmen Rwanda toplumunun her alanında yüzyıllardır sürdürdüğü hakimiyet, sömürgecilik döneminde Batılılarla kurdukları yakın ilişkiler ve siyasi iktidarı kaybetmelerine rağmen ekonomik ve sosyal statülerini korumuş olmaları, mutlak çoğunluğu oluşturan yoksul Hutuların Tutsilere karşı kıskançlıkla karışık bir nefret geliştirmelerine ve bu nefretin de belli olumsuz koşullar içinde muazzam bir şiddetle dışavurmasına yol açar. Halk arasında ‘kibirli’ veya ‘Hutulardan daha uzun boylu oldukları’ gibi binbir türlü inanç olan Tutsilerin birçoğu infaz edilmeden evvel aşil tendonları kopartılarak veya bacakları kesilerek yerlerde süründürülür. Yüzyıllardır aşağılanan Hutular, Tutsileri vahşice ‘alçaltarak’ kendilerini avuturlar.
Güç psikozu
Bazı durumlarda ise, mesele daha şahsidir; Samuel Decalo’nun Güç Psikozu isimli eserinde mercek altına aldığı üç Afrikalı diktatörden biri olan Ekvator Ginesi’nin kendisine ömür boyu başkanlığı ve ‘Eşsiz Mucize’ lakabını layık gören lideri Francisco Macias Nguema’dır. Vahşiliği ve öngörülemezliğinden ötürü Afrika’nın Caligula’sı olarak da anılan Nguema, toplumun eğitimli ve varlıklı kesimlerine karşı duyduğu kıskançlık ve nefretle ün salmış, dokuz yıllık iktidarının sonunda ülkenin neredeyse tüm nitelikli profesyonelleri ve eli kalem tutan yazar, çizeri ya infaz edilmiş ya da göç etmeye zorlanmıştır.
Afrika mikro devletlerinden Avrupa’nın kalbine, kitle veya kişilerin aşağılık komplekslerinin doğurduğu bu tür fecaat örneklerini çoğaltmak mümkün.
Hitler
Birçok kaynak, Hitler’in Yahudilerin Alman toplumundaki görünürlük ve etkilerine önce hayranlıkla karışık bir kıskançlık, daha sonra da kıskançlığa bulanmış bir nefretle yaklaştığını bildirir. 1941 yılında eski bir partili dostuyla yaptığı sohbetten aktarılan ifadeler kendi başına konuşuyor:
“Bir şey kanıtladıysam o da bir devletin Yahudiler olmadan yaşayabilecek olmasıdır. Ekonominin, sanatın, kültürün vs. Yahudiler olmadan da varolabildiğini, hatta onlarsız daha da iyi yürüdüğünü kanıtladım, ki bu onlara indirebileceğim en büyük darbedir.”
Hitler’in bu sözlerinin altında saklana(maya)n hissiyat, derin bir kıskançlığın, başa çıkılamamış bir saplantının dışavurumudur. Hitler, Yahudileri toplumsal hayattan dışlayıp yok ederek Almanların da becerebileceğini, hatta onlardan daha da iyi becereceğini evvela kendisine, sonra da dünyaya ispatlamaya kalkar. 1939’da Meclis’te yaptığı bir konuşmada uzun soluklu siyasi serüveni boyunca Yahudilerin kendisinin bir gün iktidar olma iddiasına “güldüklerini” fakat bugün “kahkahalarında boğulduklarını” söyler. Bu tür söylemler, bize ister istemez Erdoğan’ın da diline pelesenk olan – “yapamazlar dediler… yaptık”; “olamazsın dediler… olduk” – türü kalıpları hatırlatır.
"Muhtar bile olamazsın"
Erdoğan’ın kendine ve kitlelerine sıkça hatırlattığı “Muhtar bile olamazsın” ifadesi son iki yüzyıldır Müslümanların omuzlarına yüklenen ‘az gelişmişlik’ yaftasının yerel bir tezahürü olmasından ötürü bu denli can yakıcıdır. Muhafazakar kesimin hissettiği dışlanmışlık ve aşağılanma duygularına tuz basıp depreştiren Erdoğan’ın toplumun seküler kanadını elinden gelen her alandan dışlama çabası “Müslüman, kökü dışarıda kalmış beyaz Türkler olmadan da becerir”i öncelikle kendine – ve sonra dünyaya - kanıtlama sevdasının bir ürünü gibidir.
Erdoğan’ın kişiliğinde cisimleşen “Hasta Adam” iyileşip şahlanmış, bıçaklarını bilemiş ve dövüşe hazırlanmıştır. Yüzyıllardır adam yerine konulmamanın intikamını şimdi adam yerine koymayarak, yüzyıllarca hor görülmüş olmanın acısını şimdi acı çektirerek ödetir, kanayan yarasına karşılık kanatır. Ne kadar tepeye tırmanırsa tırmansın bir türlü dizginlenemeyen bir “kendini yedi cihana kanıtlama arzusuyla” yanıp tutuşur. “Müslüman’ın da yapabileceğini” yedi düvele göstermeye tayin etmiştir kendini. En geniş kubbeyi, en uzun minareyi, en derin tüneli, en görkemli köprüyü, en devasa havalimanını, en ihtişamlı sarayı inşa eder; Doğu’ya hamilik Batı’ya vahşilik taslayarak ‘yıkılmadık ayaktayız’ diye gururla haykırır kendi yaralı kulakları ve mahallesine.
Yerinde say(a)maz, durup soluklan(a)maz, mütemadiyen kalkınır; dağları deler de yol yapar, ormanı yarar da maden kazar, sazlığı biçer de AVM açar. Kalender meşrep bir şair ‘sen yoksun/çevrende kimseler yok/zengin de olsan/yoksulluğun gitmez’ diye fısıldasa da, matkap sesinden duyulmaz.
Başımıza yediğimiz sopanın, ayaklarımıza çakılan betonun sebebi galiba biraz da budur. (AE/HK)
* Pereştiş: Taparcasına sevme.