Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Diyarbakır'da yaptığı konuşmayla Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerde en güçlü parti olan Kürt siyaseti hareketi ve ona oy veren seçmenle arasındaki uçurumu derinleştirmeyi sürdürdü.
Erdoğan bunu iki şekilde yaptı. Sivil itaatsizlik kapsamında devlet kontrolündeki dine itiraz eden Barış ve Demokrasi Partisi'ni (BDP) dine fesat karıştırmakla, hatta "Apo'yu peygamber yerine koymakla" suçlayarak, ve BDP'yi suç, şiddet ve darbecilikle bağlantılandırarak.
Başbakan bunu yaparken karşısındaki cepheyi de iyice genişletti ve ileri demokrasiyi engellemeye çalışan karmaşık ve büyük bir düşman tablosu çizdi.
Ergenekon'u Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP), her ikisini birden BDP'ye her üçünü birden PKK'ya sonra dördünü birden Milliyetçi Hareket Partisi'ne (MHP), hepsini birden MHP'ye ve yine Hopa'daki Özgürlük ve Dayanışma Partililerle (ÖDP) Halkevlerine bağlayıp, suç işlemekle, işleyeni desteklemekle, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) karşı birbirlerini kollamakla, "teröristlik"le, "eşkıyalık"la ya da "sivil faşizm"le suçladı.
Mitinge katılmayan ve dışardan takip eden, bir çoğu Başbakan'ın terörist ve zerdüşt diye nitelediği kişilere oy veren bir çok insan ise çok öfkeliydi. "Adam gelmiş Diyarbakır'da bize hakaret ediyor", "O da devlet oldu" "Şifresi çıktı ortaya onun" gibi tepkiler çok sık tekrarlanıyordu.
Başbakan'ın söylemi yeni ve şaşırtıcı değildi bir çokları için ama 2007 seçimlerinde AKP'nin, açılımın, değişimin, çözümün partisi olacağına inanmış bir kesim Kürt siyasetçi de özel sohbetlerde, gelinen noktadan hayal kırıklıklarını gizlemiyor.
Din kardeşliği
Başbakan konuşmasını, dolgu bölümleri ve asıl önemli bölümler diye ayırmak faydalı olabilir.
Dolgu diyebileceğimiz bölümler, Başbakanın Diyarbakır'da sesleneceği Kürt seçmeninin hoşuna gideceğini düşündüğü, doğru duyguları uyandıracağını düşündüğü konularda söylediği,kendisine hiç bir yükümlülük getirmeyen, vaad içermeyen sözleriydi. Bunlar konuşmanın çok büyük bir bölümünü oluşturdular.
Bu kapsamda dikkat çeken iki tema vardı. Kürtler ve Türkler arasında din kardeşliğinin ne kadar önemli olduğuna dair kısımlarda, Başbakan'ın dediklerinin değerlendirmesini Kürt tarihçi ve edebiyatçılarına, dinbilimcilerine bırakmalı kuşkusuz ama ben Ehmedê Xanî - Necip Fazıl karşılaştırmasının yerindeliğinden pek emin olamadım.
"Neler çektiğinizi biliyorum"
İkinci dolgu konusu ise Başbakanın Kürtlerin geçmişte çektiği acıları ne kadar canında kanında hissettiğine dair bölümlerdi. Diyarbakır cezaevindeki işkence ve ölümlerin, oğluyla cezaevi görüşünde kendi dilinde konuşamayan annenin, faili meçhullerin, zulmedilen köylülerin, Ape Musa'nın, sürgünde ölen Ahmet Kaya'nın acısını o biliyordu.
Bildiği için gereğini de yapmıştı zaten. Olağanüstü Hal Yönetimi (OHAL) kaldırılmıştı, devlet güvenlik mahkemeleri (DGM) kaldırılmıştı - tam bunu söylediği sırada yanımda bir insan hakları savunucusu "yeni özel yetkili mahkemeler DGM'lerden daha kötü" diye söyleniyordu.
Başbakan devam ediyordu. Kürtçe eğitim ve yayın AKP sayesinde gerçek olmuştu. Kürt sorunu AKP sayesinde meclis gündemine girmişti.
"Benim bu konuda hiç sorunum yok, 60 Kürt milletvekili var grubumda" diyordu Başbakan. Ama o 60 Kürt milletvekilinden, izlediği politikayı canla başla desteklemeyenleri "BDP'den etkileniyorlar" düşüncesiyle bu seçimde "dinlenmeye" aldığı, bölgede artık geniş bir kesim tarafından dillendirilen bir görüş.
Asıl mevzular
Başbakan'ın konuşmasından bu dolgu malzemesi ve yatırım projeleri ayıklandığı zaman "Kürt sorununun çözümü" diye tanımlanan konuda Erdoğan'ın hiç bir somut adım vaat etmediği görülüyor.
Erdoğan atılması gereken başka bir adımdan söz etmeyerek aslında "Kürt sorunu artık çözülmüştür" mesajını yinelemiş oldu.
Başbakan ayrıca bölgede, seçim barajının adil olmadığını, binlerce faili meçhul cinayetin ve kayıpların araştırılması için ciddi bir çalışma yapılması gerektiğini, özel yetkili mahkemelerin DGM'leri hiç aratmadığını, KCK operasyonlarıyla seçim öncesi 3 bin BDP aktivistinin cezaevlerine konmasının seçimin meşruiyetini zedelediğini, silahların susması için operasyonların son bulması gerektiğini, anadilde eğitimin, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin demokrasinin şartları olduğunu düşünen farklı partilerden geniş bir kesimi de de açıkça karşısına almış, onlara "ya suç örgütlerini destekliyorsunuz ya da korkup siniyorsunuz" da demiş oldu.
Halbuki bu taleplerin bazılarını ya da önemli bir kısmını kendi partisi içinde bir çok Kürt siyasetçi de yerinde buluyor. BDP'ye 12 Haziran sonrasında daha da yüklenilirse sorunların iyice içinden çıkılmaz hale geleceğinden kaygılanıyorlar.
Diğer yandan Başbakan'ın BDP ve PKK korkusundan sinen insanlar tablosu da pek ikna edici değil.
Başbakanın dün Diyarbakır'da yaptığı konuşmada saydığı zulüm ve baskılar ve yine onun deyişiyle "inkar, ret ve asimilasyon"la yola gelmemiş insanların şimdi, hiç bir zaman iktidar olmamış, sürekli kapatılan, engellenen ve 3 bin üyesi cezaevine konmuş bir partiyi korku yüzünden destekliyor olmaları mantıklı görünmüyor.
Bu kadar geniş kesimleri karşısına alan ve ağır şekilde suçlayan Başbakan'ın 12 Haziran'dan sonra herkesin göğsünü gere gere benim diyeceği bir anayasayı "beraber" yazma vaadini kimimle gerçekleştireceğini ise kestirmek şu anda çok zor. (KB/BA)