Şimdiyse eski günlerini özleyen düşmüş bir yıldız gibi. Tıpkı ait olduğu şehrin futbolu gibi, kendini sadece geçmişin hikayeleriyle hatırlatabiliyor. 1981'deki Göztepe - Karşıyaka maçı o hikâyelerden biri... O gün, 80 bin kişi -bir ikinci lig maçı için dünya çapında bir rekor- tribünleri balık istifi doldurmuş, Yeni Asır birinci sayfasından "Bir top, 80 bin aşık" manşetiyle vermişti maçı...
Bugün İzmir'de futbolla ilgilenen ve o maça gitmeye yaşı tutan kimse yoktur ki, "ben o gün orada yoktum" desin... Kim bilir, belki de 80 değil, 180 bin kişi vardı o gün orada!
23 yıl sonra, gözden düşmüşlüğün, demode kalmışlığın hüznüyle Atatürk Stadı, bir kez daha o iki takımı ağırlıyor. Tribünlerde, o efsanevî günün onda biri kadar seyirci var. Ve birden kapalı tribündeki Karşıyakalılar arasından yedi-sekiz genç taraftar bomboş olan kale arkası tribünlerine atlıyor. Açık tribündeki Göztepeli akranları da açığı kale arkasından ayıran tellere tırmanmaya çalışıyor...
O kale arkasının tıka basa dolduğu gün muhtemelen doğmamışlardı bile. Şimdi boş tribünde karşı karşıya gelecekler ve ikinci ligin A kategorisinden düşmemeye çalışan takımları için dövüşerek kozlarını paylaşacaklar...
Polisler neden sonra bu işe dur demeleri gerektiğine karar verip tellerin üzerindeki Göztepelileri coplayarak aşağıya çekiyorlar. İçlerinden biri tel örgünün arkasına geçmeyi beceriyor. Biraz yürüyor, arkasına bakıyor: Kimse yok, artık gelebilmeleri de mümkün değil, polisler var çünkü. Karşıya bakıyor, yedi-sekiz kişi koşarak geliyor kendisine doğru. Koskoca stadda bir avuç seyircinin bakışları onun üzerinde. Kaçmayı yediremiyor kendisine. Ürkek ürkek bir-iki adım ilerlemeden önce son bir umutla geriye bakıyor. Yardıma gelen yok. Üzerine gelenleri beklemekten başka çaresi kalmıyor.
1981'de, Karşıyaka ve Göztepe birinci lige yükselme mücadelesinde karşı karşıya geldiğinde, 12 Eylül hüküm sürüyordu, İzmirliler iki köklü takımın yarışını heyecanla takip ederken, Türkiye gibi, İzmir için de yeni bir dönem başlıyordu. Kentin yerlileri stadları doldururken Türkiye'nin üçüncü büyük şehri uzak illerden akın akın göç edeceklere, kentin yeni sakinlerine kapısını açıyordu.
İzmir 50'lerden beri göç alıyordu, ama 80'lere dek kente göç edenlerin büyük çoğunluğu yakın illerdendi. Bu göçlerde Ege taşrasının toprak ve sermaye sahipleri önemli bir yer tutuyordu, bu da kente kaynak aktarılması anlamına geliyordu. 80 sonrasıysa uzak illerden göçler büyük artış gösterecek, kent vasıfsız işçi akınına uğrayacaktı. 90'larsa kentin varoşlarında Kürt göçmenlerin kalabalıklaşmasını getirecekti.
1935'te, resmî rakamlara göre, İzmir'de yaşayanların yüzde 67'si İzmir doğumluydu. 1923 öncesi Rum nüfusun yoğunluğu ve göç eden Rumların yerine Lozan mübadillerinin yerleştirildiği düşünülürse, hayli yüksek bir oran bu. 2000 yılı sayımında yaklaşık 3.5 milyon olan nüfusun yüzde 52'sinin kimliklerinde "doğum yeri: İzmir" yazıyordu...
1981'de 80 bin kişi maç izlemeye gittiğinde İzmir hâlâ kendine has gelenekleriyle yaşayan, içine kapalı bir kentti. Henüz İzmir Fuarı gözden düşmemişti, Ege taşrasının insanları üzümlerini satar satmaz sonbaharı Fuar'ın sanayi pavyonlarında alıyorlardı, kimileri paralarını gazinolarda harcıyordu. Soğuk savaşın sürdüğü günlerdi ve İzmir Fuarı'nın en merak edilen iki pavyonu Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ninkilerdi (SSCB). İstanbul basını için de yılın önemli hadiselerinden biri, Fuar gazinolarındaki kadroların nasıl şekilleneceği, kimin astronomik rakamlar alacağıydı...
Bu arada, kentin "millî küme"de beş takımla temsil edildiği günler geride kalmıştı. Karşıyaka, İzmirspor, Altınordu birinci ligi terk edeli epey olmuş, bir zamanlar Avrupa kupalarında fırtına gibi esip yarı final oynayan ilk takım unvanını kazanan Göztepe'nin nefesi 70'lerin sonunda tükenmiş, 80'lere "asansör" takım olarak girmişti.
1983'te üç büyüklerin dışında ikinci ligi görmemiş tek takım olan Altay da küme düşecekti. Aslında biraz da kentin küme düşmesiydi bu. Özallı yıllarla birlikte kentin işadamları, sanayicileri kabuklarını kırmaya karar vermişlerdi. Bunun en önemli simgesi, kuruluşu cumhuriyet öncesi Selanik'ine kadar uzanan Bilgin ailesinin ve Yeni Asır gazetesinin İstanbul'u fethetmek üzere yola çıkmasıydı.
Aynı yıllarda "Büyük Altay"ın sembol ismi Büyük Mustafa da (Denizli) kariyerinin son günlerini geçirmek üzere Galatasaray'ın yolunu tutacaktı, iş dünyası yüzünü ülkenin ekonomik başkentine çevirirken, kentin zenginleri ve seçkinleri için İzmir daha ziyade uzun yaz sezonunu geçirecekleri Çeşme'den ibaret hale gelecekti.
Sanayi kesimi kenti terk etmeyi sürdürürken, vasıfsız işgücünün İzmir'e göçü de hızlanıyordu. Kent nüfusunda bireysel girişimci, esnaf, tüccar oranı gitgide düşüyor, kent nüfusu yoğun bir şekilde, çoğunluğunu hizmet sektörünün oluşturduğu, ücretli çalışan kesimin ağırlığına kayıyordu. Son yirmi yılda kendi hesabına çalışanların oranı yüzde 10 azalma göstermişti.
2000'de ücretli çalışan kesimin nüfusa oranı yüzde 62 olarak belirlenecekti, işveren görünenlerin oranıysa yüzde 4'tü... Esnaf Odaları Birliği'nin verilerine göre, 2001'de 6420, 2002'deyse 7132 esnaf kepenk indirmişti.
Son Göztepe - Karşıyaka maçının oynandığı hafta yerel basındaki manşetler şöyleydi: "Yaşar'ı da kaybettik..." Bünyesinde 29 şirket bulunan Yaşar Holding -kurucusu Selçuk Yaşar, Karşıyaka'nın onursal başkanı- merkezini İstanbul'a taşımaya karar vermişti, zira rakiplerinin yüzde 60'ı İstanbul merkezliydi.
Göçler arttıkça kentin sınırları da genişlemeye başlayacak, kent içinde kalan tarım alanları, narenciye bahçeleri ve zeytinlikler de birer birer imara açılacaktı. Meşhur Bornova bamyası bir ansiklopedi maddesiydi artık.
1980'de tarımda çalışanlar nüfusun yüzde 38'ini oluştururken, 2000'de bu oran yüzde 28'e düşecekti. Kentin çevresindeki tepelerde yeni mahalleler kurulacak ve mahalle sakinleri, geldikleri şehrin sonuna takılan çoğul ekleriyle adlandırılacaklardı, tıpkı İstanbul'un birçok semtinde çok daha önce yaşandığı gibi...
Bu sezonun ilk yarısında Alsancak Stadı'ndaki İzmirspor - Sivasspor maçında seyirci sayısı 1650'ydi ve bu sayının yaklaşık 300'ünü oluşturan İzmirspor taraftarları kendi sahalarında deplasman yaşamakla kalmamış, epey hırpalanmıştı da...
İşin dikkat çeken tarafı, maç için Sivas'tan gelen taraftar otobüsü hiç yoktu. Misafir takımın taraftarları İzmir'de yaşıyorlardı. 80'inci dakikada Sivassporlu Ertuğrul takımını 3-O öne geçiren golü atınca, İzmirspor tribünlerine koşup el hareketleri yapıyor, bu arada konuk takımın yöneticilerinden birisi koltuğunu ev sahibi takımın taraftarlarının üzerine fırlatıyor, "Sivaslısporlu İzmirliler" de "İzmirsporlu İzmirlileri" taşlıyorlardı.
80'lerin başından bu yana spor yazarlığı yapan Süleyman Alasya, Haberekspres'teki köşesinde şu yorumu yapıyordu:
"Ülkenin en çok göç alan kentinde deplasmanda oynuyor Ertuğrul. İzmirspor'u 300 kişi desteklerken Sivasspor'a binden fazla İzmir'de yaşayan Sivaslı büyük coşkuyla moral veriyor, İzmir'de Anadolu'nun tüm kentlerinden göç etmiş insanlara kent bilinci veremezsen, İzmir takımları kendi sahalarında da deplasmanda gibi oynar, İzmirsporlu bir futbolcu, Sivas'ta gol attıktan sonra Ertuğrul'un yaptığını yapsa, İzmir'e cenazesi gelir."
Alasya yine de esas olarak çuvaldızın İzmirlilere batırılmasından yana: "Kent bilinci sadece o kentin elitlerinin geliştirdiği bir alışveriş, eğlence, işini yürütme, köşeyi dönme, açılış, davet, konser, kokteyl muhabbetleri değildir. Bir zamanların 300-500 bin nüfuslu İzmir'ine bu ülkenin başka kentlerinden göç eden garibanları, şimdi kentin soluk alışına bile ağırlığını koymaya başladı, işsizlik ve açlık insanları hamallık, midyecilik, boyacılık, tombalacılık gibi işlere bile şükür eder hale getirdi. Varoşlar ikinci sınıf insan muamelesi gören vatandaşlarla doldu taştı. Hor görüldüler, açlık sınırında yaşamaya mahkûm edildiler, yani bu kentin organik yapısına kabul edilmediler. O zamanlar esas şovenizmi yapan İzmirli, göçle gelen insanları kendi kültürüne entegre edemedi. O nedenle stadlarda İzmir takımlarının Anadolulu rakiplerinin taraftarları doldurur oldu tribünleri, İstanbul'da on bin Galatasaray taraftarı Diyarbakırlı bulabilirsiniz, ama İzmir'de bir tane Mardinli Altaylı bulamazsınız..."
Akvaryum kimlikleri
Çıkan olaylar yüzünden 130 dakikada tamamlanabilen Karşıyaka - Göztepe maçından bir gün sonra, baharı andıran bir İzmir akşamında birasını yudumlarken, kentin son yirmi yılına damgasını vuran bu ölümcül rekabeti yorumluyor Alasya: "Olay çıkmaması için bu iki takımın maçlarının seyircisiz oynanmasını talep edenler oldu. Ama bence İzmir'de futbol potansiyelini ileriye taşıyabilecek tek olgu bu rekabet."
Maçların seyircisiz oynanması bir yana, bu yıl TSYD Kupası maçındaki olayların ardından Hıncal Uluç işi iki kulübün kapatılmasını önermeye kadar götürmüştü. "Bu iki kulüp neredeyse üç büyüklerle yaşıt" diyor Alasya: "Bu kenti kent yapan geleneği taşıyorlar. Ama yasakçı kafalara göre, sorun varsa çözüm kolay: Kapat, yasakla... Sorunu yaratan bu yasakçı, baskıcı zihniyeti aslında. Uluç, kapatılmasını istediği kulüplerin kaç dalda faaliyeti olduğunu biliyor mu? Fenerbahçe ve Galatasaray havuz gelirleri yüzünden, federasyonu basketbol liginden çekilmekle tehdit ederken, bu takımlar ekonomik olarak bu kadar kötü olmalarına rağmen, basketbol bir yana, yelkende bile faaliyet gösteriyorlar."
NTV'deki 90 Dakika'da Kenan Onuk, her seyircinin yanına bir polis oturtulmasını öneriyordu. Alasya'ya göre tribünlerde yaşananlar genel olarak baskıcı devlet politikalarının bir sonucu, hatta bazen tercihiydi:
"Ben bir üniversite öğrencisi olsam, kesin futbol teröristi olurum, insanlara 'sahip olmak istediğiniz kimlikleri biz devlet olarak size vermeyiz' diyorlar. Ben babamdan ileriydim, oğlum benden geride kaldı. 12 Eylül sonrası oluşan baskı dönemi bu yeni kuşağı yarattı. Adam üniversiteli, fakat kulüp için fan kulüp kuruyor. Üniversitede Galatasaray örgütlenmesi... Bir üniversiteli bir kulüp taraftarlığını nasıl Türkiye'nin birinci sosyal meselesi gibi ortaya getirebilir? Ama beslendikleri kaynaklar böyle... Tribün terörünü insanların kimliklerini özgürce ifade etmelerine imkân tanıdığın zaman önlersin. Dediler ki insanlara, sizin örgütlenme özgürlüğünüz yok, siz sadece bizim size hazırladığımız akvaryumlarda soluk alabilirsiniz. Bu kenti de iyi bölmüşler: Karşıyaka, Göztepe... 1920'lerde de Türk mahallesiyle Rum mahallesi birbirine girermiş. Rum yok şimdi, ama kavgalar aynı."
Alasya'ya göre futbol maçlarında şiddetin 1980'in ardından bu kadar tırmanması da tesadüf değil:
"Holiganlar Thatcher'ın özelleştirme politikalarının yarattığı işsizlikle ortaya çıktı. Bizimkiler de garibanlıktan holigan oluyor. Dikkat edin, 80 öncesi bugünkü anlamda futbol olayları yoktu Türkiye'de. Kayseri - Sivas olayı var, o da mezhep temelli... 80 sonrasının liberal anlayışı ivme verdi bu işe. Enerjiyi engelliyorsun, üzerine baskı uyguluyorsun, bir yerde patlıyor. Hâlâ 12 Eylül yasalarıyla yönetiliyor bu ülke. Latin Amerika gibi olduk işte..."
2001'de Altay ve Diyarbakırspor, birinci lige çıkacak takımın belli olacağı bir kader maçı yapmışlardı. Maç Diyarbakır'daydı ve bir üst lige yükselen evsahibi takım oldu. Ancak gerek Altaylı futbolcu ve teknik adamlar, gerekse maçı takip etmek için İzmir'den giden spor muhabirleri sağsalim dönebilmelerinin sevincindeydiler:
"Devlet bunu bilerek yapıyor, bunu en iyi orada gördüm. Devlet diyor ki, alın size Kürt kimliği, Diyarbakırspor maçında Altaylıları öldürün. Diyarbakırlılara dedim ki, sizi böyle kandırıyorlar. Siz birinci lige çıkınca üzerinizdeki baskılar kalkmayacak. Sadece stada gidip biraz küfredip rahatlayacaksın. Dışarıda aynı hareketlerin onda birini yaparsan tepene binecekler. Bugün İzmir de laik - antilaik gibi kısır politik çekişmelerle, Karşıyaka - Göztepe'yle oyalanıyor. Kendini sosyal demokrat olarak tanımlayanlar ya gerçekten merkez sağa kaysın ya da sosyalist düşünceyle emeğin kavgasını versin. CHP de, Baykal da, sosyal demokrat olduğunu söyleyenler de sağcı oldu resmen."
AKP'de bir Hıristiyan
Son yirmi yılda Anavatan Partisi'nden (ANAP) adaylığını koyan Burhan Özfatura'yı iki kez belediye başkanlığına seçmiş olsa da, İzmirli seçmenin ağırlıklı olarak merkez sol eğilimli olduğu söylenir. Kesin olan, İzmir'in Millî Nizam Partisi'yle başlayıp Milli Selamet Partisi (MSP), Refah ve Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) uzanan siyasal İslâm'a bugüne dek hiç yüz vermemiş olması.
12 Eylül öncesi İzmir'den MSP adayı olarak girdiği seçimleri kaybeden Turgut Özal'ın ANAP'ı 80 sonrası belli bir taban bulabilirdi, ama "muhafazakârlığını" biraz daha öne çıkaran politikaların İzmirli seçmen açısından şansı pek olamadı.
Herhangi bir İzmirliyle konuştuğunuzda, yaşadığı kentten "çağdaş", "Batılı", "demokrat" gibi sıfatlarla söz edecek ve "yobazlığın olmadığı bir kentte" yaşadığını söyleyecektir. Kentin bu Türkiye ortalamasına pek benzemeyen yapısı, yerel seçimleri geçen dönem Demokratik Sol Parti (DSP) adayı olarak kazanan, ama bu sefer Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) adayı olan belediye başkanı Ahmet Piriştina'yı en şanslı aday kılıyor.
Ancak İzmir'in tüm o "Avrupaî" görüntüsünün yanında, bir de kentsel sorunlarla boğuşan "kenar semtleri" var. Yerel basındaki "halk röportajlarında" bu semtlerin sakinleri arasında Piriştina için "sosyetenin başkanı" tanımı kullanıldığı dikkati çekiyor.
AKP, bir nevi rüşt ispatı gibi baktığı yerel seçimlere büyük bir özen gösterirken, geleneksel olarak tutunamadığı İzmir'de seçimleri kazanmaya bambaşka bir anlam yüklemiş durumda. Kendi tabanının dışında yer alan, kamuoyunun karşısına çıkıp AKP için değil, kendi ismi için oy isteyebilecek aday arayışı aylardır sürüyor.
AKP'nin 15 Ağustos'ta seçilen İzmir İl Yönetim Kurulu'nda da sürpriz bir isim vardı: Policarpo Sergio. Bir Hıristiyan'ın il yönetim kurulunda görev alması, İzmir kamuoyuna göre AKP'nin sempatik görünmek için yaptığı vitrin çalışmalarından biriydi.
Ocak ortasında Sergio yönetim kurulu üyeliğinden istifa etti, fakat parti üyeliğini sürdürdüğünü açıkladı, İzmir'de 1500'e yakın kişinin oluşturduğu Levanten cemaatinin üyesi Sergio, istifa sebebini "siyaset bana göre değilmiş" diye açıklıyor.
AKP'nin yaptığı daveti kabul ederek partiye girmesinin ardından kendi cemaatinden tepki almamış. Ama doğup büyüdüğü Alsancak'ta, başta mahalle muhtarı olmak üzere, Müslüman komşuları fena kızmışlar: "Muhtar beni çocukluğumdan beri tanır. Çok kızdı, beni kullanacaklarını, benim gibi çağdaş bir adamın o partide olmaması gerektiğini söyledi."
70'lerde Maocuymuş, bugün kendisini sosyal demokrat olarak tanımlıyor ve Tayyip Erdoğan'ın "muhafazakâr demokratlık" kavramının Türkiye'nin sorunlarını çözebilecek tek anlayış olduğu görüşünde:
"Beni davet ettiklerinde Atatürk'ün gösterdiği yolda AB'ye yürüyen çağdaş bir Türkiye isteyip istemediklerini sordum. Amacımız o dediler. Sosyal adaletin sağlanmasının, verginin tabana yayılıp parası olandan daha fazla alınması gerektiğini söylediğimde bu bizim programımızda var dediler. Beni bir vitrin malzemesi olarak kullanmayı amaçlamadıkları güvencesini de verince teklifi kabul ettim. Ama beş aylık süre içinde parti içi demokrasinin olmadığını görünce istifamı verdim."
Sergio, yaklaşan yerel seçimler için çalışma yaparak partiye rapor sunmakla görevlendirilmiş. Bazı bölgelerde Alevi seçmenin yüzde 50'nin üzerinde olduğunu görünce, aracılar koyarak cemevlerine ziyaretlerde bulunmuş. Alevilerin sorunlarını da partisine iletmiş: "Bir Hıristiyan olarak Alevilerle AKP'nin arasını bulmaya çalışmam tuhaf oldu tabii, ama seçimi kazanmak için çalışma yapmamı istediler. Bu insanların da kendi kimlikleri yüzünden sorunları var."
Sergio'ya göre, AKP iyi bir aday çıkardığı takdirde İzmir'de de büyük bir başarı sağlayabilir. "Laik - antilaik" kamplaşmasının İzmir'de etkisini kaybettiğini düşünüyor: "Elli kişilik il yönetim kurulunun yirmisi kadındı. Bu üyelerimizin sadece birisi türbanlıydı ve benim fikirlerime en büyük desteği veren de oydu."
"Konuşarak, anlaşarak bu türban meselesini de hemen çözeriz" diyor Sergio, "Çünkü daha önemli sorunlarımız var. Sorunlarımız hepimizi ilgilendiriyor. Türbanlı, türbansız, Sünni, Alevi, Levanten, Rum, Ermeni, Yahudi, hepimiz aynı gemideyiz ve batarsak beraber batacağız. Ama biz parti olarak bunları iyi anlatamadık. AKP dini siyasete karıştıran bir parti değil, sadece bu konuda hassasiyetleri var. Yüzde 99'u Müslüman bir ülkede de bunun bir sakıncası yok bence."
İşin "muhafazakârlık" kısmına da pek takılmıyor. "Avrupa'da olsam, Hıristiyan demokratları değil, sosyal demokratları desteklerdim."
Muhafazakârlığını Altınordu taraftarlığıyla açıklıyor: "Rahmetli babamla 60'lı yıllarda Altınordu maçlarına giderdik. Birinci kümedeydik, ikinci, üçüncü derken, mahallî lige kadar indik. Şimdi üçüncü ligdeyiz. Altınordu'yu hiçbir zaman bırakmadım. Benim için muhafazakârlık bu işte..."
Siyasî Gazete'nin Ocak 2004 sayısında yayınlanan, Melek Göregenli'nin İzmirli seçmenler üzerinde yaptığı araştırmasını değerlendirdiği makalesine göre, İzmirliler genel olarak AKP'ye uzak olsalar da, seçmenlerin sadece yüzde 3'ü bir yöneticide aradığı özelliklere birinci sırada "laiklik ve çağdaşlık" maddesini koymuştu.
İzmirli seçmenlerin yüzde 30'u için AKP, "asla oy vermeyecekleri" partiydi. Bunu yüzde 21'le DEHAP, yüzde 12'yle Saadet Partisi, yüzde 10'la da Genç Parti izliyordu.
3 Kasım seçimlerinde AKP'ye oy veren İzmirlilerin "asla oy vermeyeceği" partilerin başındaysa yüzde 25.2'le DEHAP geliyordu. Onu yüzde 22.2'yle CHP, yüzde 15.9'la Genç Parti, yüzde 6.9'la Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve yüzde 6.3'le Saadet Partisi (SP) izliyordu.
Son seçimlerde CHP'yi tercih edenlerin de yüzde 50.7'si AKP'ye asla oy vermeyeceklerini söylemişlerdi. Geri kalanların yüzde 18.2'si SP, yüzde 17.4'ü MHP, yüzde 15.8'i DEHAP ve yüzde 9.51 Genç Parti demişti.
3 Kasım'da Genç Parti'nin en büyük sürprizi yaptığı il İzmir'di. CHP'nin ardından ikinci olan Genç Parti, AKP'yi üçüncülüğe, Türkiye ortalamasının çok altına itmişti. Genç Parti'yi tercih eden seçmenlerin asla oy vermeyi düşünmeyecekleri partiler listesinde AKP yüzde 38.4'le birinci sırayı alıyor bugün, ikinci sırada ise yüzde 19.3'le DEHAP var. SP yüzde 11.4'le üçüncü, CHP'yse yüzde 10.1'le dördüncü sırada.
Aynı soru MHP'li seçmene sorulduğunda yüzde 90'lık bir oranla tek bir adres vardı: DEHAP. DEHAP'lıların da asla oy vermeyecekleri birinci parti MHP'ydi, ancak bunun oranı sadece yüzde 30'du...
Melek Göregenli'nin de belirttiği gibi, İzmir "muhafazakâr" anlayışa uzak bir kentti, ancak bu, İzmirli seçmenin milliyetçilik ya da faşizmin yeni sembolik biçimlerine uzak durduğu mânasına gelmiyordu. 90'lı yıllar boyunca Güneydoğu'dan gelen cenazeler İzmir ve taşrasını milliyetçilik rüzgarlarına yöneltmiş, MHP bu rüzgarını arkasına almayı kısmen de olsa başarmıştı.
3 Kasım seçimlerinde Türkiye genelini AKP'ye yönlendiren "tepkisellik", İzmir ve çevresinde, yeni bir faşist dili yaratmayı başaran, "laik" Cem Uzan'ı bulmuştu bu defa.
80'lerde Burhan Özfatura, İzmir Fuarı'nda sahneye çıkan Güngör Bayrak'la magazin gündeminden düşmeyen bir kavga yaşamıştı. Bayrak sahneye Özfatura'ya göre fazla dekolte kıyafetlerle çıkıyordu ve Özfatura'nın bir "şarkıcı"nın dekoltesiyle bu kadar uğraşması İzmir kamuoyunda kimi zaman esprili, kimi zaman da ciddi tepki çekiyordu. O yıllarda Burhan Özfatura başı açık eşi ve kızıyla birlikte gazetelere fotoğraf vermek, "çağdaş bir insan" olduğunu kanıtlamak zorunda hissetmişti kendisini.
90'larda, ikinci belediye başkanlığı dönemindeyse, bu kez Özfatura'nın birincil sorunu akın akın kente göç eden Kürtlerdi. Kimi zaman gayet açık bir dille hemşehrilerinin Kürt göçmenlere ev ya da iş vermemesi gerektiğini dile getirdiğinde, yok denecek kadar az bir tepkiyle karşılaşmıştı, İzmirlilerin siyasal İslâm'dan sonra en çekindikleri ikinci hareket Kürt hareketiydi ve bunun göstergeleri yine futbolda gizliydi. 90'lı yılların ortalarında Alsancak Stadı'ndan çıkan taraftarların arasındaki bazı grupların Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) binasını taşlamaları birkaç kez gündeme gelmişti İzmir'de.
Cumhuriyet gazetesi, olaylı Karşıyaka - Göztepe maçı hakkında "kendileri dışında ulusal basında hiçbir yayın organının ilgilenmediği bir gerçeği" naklediyordu. Tribünlerdeki tezahürat düellosunda Karşıyaka tribünlerinde "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye slogan atılmış, Göztepe başkanı İskender Tuğsuz'a "Yobaz İskender" diye bağırılmış ve Onuncu Yıl Marşı okunmuştu.
Başbakan İsmail tavrını alınca...
AKP'nin İzmir'de başarılı olma planlarının bir parçası da, sporun popülerliğinden yararlanmaktı. Bu amaçla Karşıyaka ve Göztepe başkanlarına belediye başkan adaylığı teklif edildi. Yerel basında ilk çıkan haberler, Karşıyaka Başkanı Cenk Karace' ye Karşıyaka Belediye Başkanlığı için adaylık teklifinin götürüldüğüydü. Karace teklifi kabul etti, etmedi, düşünüyor denilirken, Karşıyaka Başkanı, ilçe belediye başkanlığı için aday olduğunu açıkladı, ancak seçtiği parti AKP değil, CHP'ydi.
Ardından Göztepe tribünlerini şok eden haber yayılıverdi. Göztepe Başkanı İskender Tuğsuz, Konak İlçe Belediye Başkanlığı için AKP'nin adayı olmayı kabul etmiş, kulüp yönetimi birlikte partiye üye olmuştu.
Göztepe, 1999 - 2000 sezonunda 18 yıllık aradan sonra tekrar birinci ligde oynadığında, kulüp, AŞ olarak yeniden yapılandırılmış ve şirketin hisselerinin çoğunluğunu Dinç Bilgin almıştı. Aynı gruba ait Yeni Asır gazetesi yayın yönetmeni Hamdi Türkmen, aynı zamanda kulüp başkanıydı. Bu sezona gelindiğinde Sabah grubu trilyonlarca borçla takımı terk ediyordu. Borç batağı, değil birinci lige çıkmak, ikinci ligde kalabilecek bir takım kurmayı bile zorlaştırıyordu.
Göztepe taraftarları büyük bir ikilemdeydi. Karşıyaka tribünlerinden yükselen "yobaz" hakaretlerine katlanmak istemiyorlar, ancak kulüp başkanlarının belediye başkanlığı seçimlerini kazanmasının da takım için tek kurtuluş yolu olabileceğini düşünüyorlardı, işin tuhafı, taraftarlarının "laiklik bekçisi" olmaya soyunduğu Karşıyaka'nın ikinci başkanı Kerem Ali Sürekli de AKP İl Başkan Yardımcısı olmuştu, internette Göztepeli taraftarların en çok ziyaret ettiği site olan goztepelist.org' un kurucusu Oğuz Sipahi, maçın devre arasında taraftarlar arasındaki tartışmalara dikkat çekiyordu:
"Tanıdığım yılların CHP'lisi insanlar var. Takımın tek şansı bu diyerek, bu seçimlerde Konak ilçesinde AKP'ye oy vermeyi düşünüyorlar." Göztepelist mail grubunun üyeleri de haftalardır tavırlarının ne olması gerektiğini tartışıyor. Bazıları "değil başkan, babam o partiden aday olsa oy vermem" gibi sert bir tavır sergiliyor.
Her tür siyasî fikri bir yana bırakarak Göztepeli kimliğiyle birleşmeyi ve Tuğsuz'u desteklemeyi savunanlara karşı çıkanların sorusuysa şu: "Kulüp başkanının belediye başkanı olmasının ne faydası olacak?"
Karşı görüş, birkaç otoparkın gelirinin kulübe aktarılmasının bile çok şeyi çözeceği yolunda. Bu arada, eski başkan Hamdi Türkmen de gazetelere Tuğsuz'un AKP üyeliğiyle ilgili olarak "hiç etik bir tavır değil, bunun yerine takım küme düşseydi keşke" diyecekti.
Takımın amigosu "Başbakan İsmail" tavrını ortaya koyunca tartışmalar daha da alevlendi. Başbakan İsmail ve yanındaki birkaç kişi yerel televizyonlara çıkıp demeç vermişlerdi: "Biz Atatürkçüyüz, oyumuz kesinlikle Piriştina'ya."
Aslında bir "mantıksızlık" vardı demeçte, çünkü Ahmet Piriştina büyükşehir için adaydı, kulüp başkanı ise Konak ilçesine talipti. Yani birbirlerine rakip değillerdi. Amigonun bu çıkışına tepkiler de sert oldu. Kimilerine göre, İsmail ve adamları laikliğin ne olduğu konusunda üç cümle bile kuramayacak kişilerdi, Ahmet Piriştina tarafından "besleniyorlardı".
Hatta Başbakan İsmail belediyede "bankamatik işçisi"ydi. Karşıyaka maçında "Başbakan" yine tribünlerin en önündeydi. Ahmet Piriştina'ya destek sözü veren pankartlar da asılmıştı, ancak bir süre sonra polis tarafından kaldırtıldılar.
İkinci yarının başlarında Karşıyaka maçı 2-0'dan 3-2'ye çevirince Göztepe tribünleri hareketlenmeye başladı. Sonunda herkesin ekranlarda izlediği sahneler yaşandı. Kale arkası tribünlerine atlayanlar, ardından sahaya giren taraftarlar ve polisin tribündeki herkese coplu saldırısı...
Yaklaşık 30 dakika sonra başlayan maç, Karşıyaka'nın 5-2 galibiyetiyle sonuçlanacaktı. Sonrasıysa ne televizyonlarda, ne de gazetelerde yer alacaktı. Stad koridorlarında polis biber gazı kullanacak, çıkış kapısının iki yanına dizilerek çıkan seyircinin tamamını kadın, erkek, çocuk demeden dayaktan geçirecekti.
Polis - taraftar kavgası sokaklara taşındığında, polisler taraftarlara taş atmakla meşguldü. Kalabalık dağıldıktan sonra bile polisin hırsı geçmemişti. Emniyet güçleri olaylar bittikten bir saat sonra metro istasyonlarında formalı, kaşkollü insan avını sürdürüyordu. Polis, güvenliği sağlamak yerine, kavganın üçüncü ve en baskın tarafı olmayı seçmişti.
Ertesi gün Başbakan İsmail dahil olmak üzere 22 kişi gözaltına alınacaktı. Haberekspres, 17 Şubat'ta birinci sayfasında "Göztepe - KSK siyasî savaşı" manşetiyle çıktı.
Haber şöyleydi: "AKP'den aday adayı olan Göztepe başkanı İskender Tuğsuz, Karşıyaka - Göztepe maçında çıkan olayları, adı CHP'den Karşıyaka belediye başkanlığı için geçen Karşıyaka başkanı Cenk Karace'nin provoke ettiğini söyledi: 'Karace, sırf belediye başkanı olsun diye, maçı bu hale getirdi.' Cenk Karace, 'Açıklama yapma gereği duymuyorum. Göztepe seyircisini provoke mi ettim? Böyle bir gücüm yok. Ayıp etmişler' diye konuştu."
Maçtan saatler sonra Kordon civarındaki pub'lardan birinde insanlar Lig TV'de Galatasaray - Bursa karşılaşmasını bekliyor. NTV haberlerinde İzmir'deki olaylar gösteriliyor. Görüntülerde kale arkası tribününde Göztepeli genç bir çocuk kendisine doğru koşanları bekliyor. Koşan yedi-sekiz kişi sonunda hedeflerine varıyor, tekme tokat girişiyor. Karşıyaka tribününden "vur vur" temposu yükseliyor, O yedi-sekiz kişiden biri arkadaşlarına engel olmaya çalışıyor. Ancak kurtarmaya çalıştığı akranının tribünde dokuz-on basamak aşağıya yuvarlanmasına engel olamıyor. O sırada kendi tribününden alkışlar yükseliyor. Düşen kendisi olsa, karşı taraftaki tribünlerin büyük bir keyifle alkışlayacağını, olan bitenin saçmalık olduğunu düşünmüştür belki de.
TV bu görüntüleri gösterirken birasını yudumlayan 50'lerinde bir adam yan masadaki genç gruba; "siz hatırlamazsınız, bir keresinde 80 bin kişilik bir maç olmuştu" diyor. O anda, muhabiriniz dayanamayıp lafa giriyor: "Evet, 0-0 bitmişti ve 80 bin kişi hiç hırgür olmadan dağılmıştı." (BB)