Amerika Birleşik Devletleri (ABD) zoruyla başlattığı açılım soluğu milliyetçi muhalefet karşısında kesilen hükümet, yaşanan tıkanmanın sorumluluğunu Kürt hareketinin sırtına atarak, 30 yıldır yapılageleni tekrarlamaya başlamış durumda.
Gelinen nokta, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) çözümden yana yarattığı izlenime karşın, Bosna'laşma riski de üreten koca bir düş kırıklığıdır. Kürt halkının seçilmiş temsilcilerinin, "KCK operasyonu" adı altında, Guantanamo'ya götürülen Arap direnişçi tablosundan farksız görüntülerle tutuklanmaları, gerçek bir çözüm iradesi ile karşı karşıya olmadığımızı açığa çıkarmış bulunmaktadır. Bu gerçeklikte sorunun çözümünde sivil siyaseti sihirli formül olarak sunanlara karşı bir kez daha anımsatılmalıdır ki, sivil'in askere oranla ehven-i şer niteliği demokratikleşmeye yetmemekte, sivil'in ayrıca demokratik siyasetin standartlarıyla bağlanması gerekmektedir.
Kürt halkının temsilcilerini tutuklayarak sorunu bir kez daha kriminalize etmeye yönelen hhükümetin sivilliği ise, değiştirmek iddiasında olduğu statükoyu yineleme çizgisine oturmuş bulunmaktadır.
"Öldürmekle olmuyor", "analar daha çok ağlamasın" diye başlatılan açılım, Kürt çocuklarına karşı izlenen acımasız cezalandırma politikasından sonra Kürt halk temsilcilerine yönelik bu ikinci büyük operasyonla statükoya teslim olmuştur.
Sorunun varlığını gerçekten kabullenen ve çözüm yerinin de parlamento olduğu konusunda samimi olanların, statükodan köklü bir farklılık sergilemek zorunda olduğu açık. Bunun abc'si ise, Kürt siyasetçilerine legal alanda temsiliyet ve kurumlaşma güvenceleri sağlayıcı bir yasal değişime yönelirken halkın milliyetçi koşullanmalardan kurtarılabilmesine yönelik kararlı bir tutum değişimiyle kampanyalar gerçekleştirmektir.
Oysa ABD ve Barzani-Talabani ile azami diyalog içinde olan Hükümet, sorunun gerçek muhataplarını görmezden gelen, legal alanda kurumlaşmalarını imkansızlaştıran, sorunu kriminalleştiren, halkın milliyetçilikten uzaklaşabilmesi için gerekli seferberliği ise es geçen bir siyaset hattında duruyor.
Stratejistlerin vizyonu
AKP'ye destek olmuş aydınlardan Atlan Tan'ın doğru bir şekilde işaret ettiği gibi, 'stratejistlerin verdiği akılla tekrar en başa dönmüş" bulunmaktayız. Düne kadar statükoya akıl üreten stratejistlerin AKP'nin akıl vericisi konumuna yükseldiği bu noktada, gelecek günler korku senaryosundan farksız olacaktır. Kürt dinamiğini ezme, bunun yapılamayacağı yerde olabildiğince törpüleme çizgisi zaten statükonun gerideki 25 yıl boyunca izleyegeldiği ve bizi bu güne getiren çizginin ta kendisidir. Oysa çözümün abc'si, operasyonla demokratik açılımın olamayacağının içselleştirilmesi ve Kürt sorununun temsilcileri ile anlaşma arayışına girilmesini gerektiriyor.
Gidip Diyarbakır'da gözyaşı döken, dönüp Manisa'da açılım kararlılığının altını çizen Bülent Arınç'ın, Emine Ayna'ya "yaratık" demekten imtina etmemesi, hükümetin en samimi ve en kararlı görünen şahsiyeti özgülünde 'açılımın' tasfiyeci niteliği yanında yanar döner niteliğini de ortaya koyuyor.
Hükümet, "eğer Türkiye'de siyaset yapmak istiyorlarsa nefis muhasebesi yapsınlar. Aksi taktirde sürekli kazalara uğramaları muhtemeldir" diyen Meclis Başkanı M.A.Şahin'in ifadesiyle, Anayasa Mahkemesi yasallığının, yani kendisine dokunmaması kaydıyla statükonun ardında durmaktadır. "Şahinleri alıyoruz, güvercinlerin elini güçlendiriyoruz" diyen AKP danışmanı Doç Mahzar Bağlı, KCK operasyonunun ardındaki aklı açıklarken, Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) kapatılmasını "İslâmi kesimin 28 Şubat deneyimine benzer bir zihniyet kırılması" yaratacak "bir fırsat" olarak okuyan Mahçupyan örneği destekçilerle birlikte Kürt hareketini parçalama girişimleri sürdürülmektedir.
Bu birbirinden kopuk gibi görünen organize politikanın, Osman Baydemir'in "hepimiz şahiniz" tepkisinde de görüldüğü gibi, Kürt hareketinin bütün bileşenlerini şahinleştirmesi kaçınılmaz. Çünkü kaybedecek şeyi olmayan bir Kürt hareketinden, 28 Şubat örneği bir 'AKP' çıkarma denemeleri, boş bir hayal olması yanında bütün Türkiye'yi cehenneme çevirecek bir sorumsuzluktur. Kürt hareketindeki olası değişimler, ancak demokratikleşmenin türevi olabilir ki, bu bile 3-5 majestelerinin Kürdü üzerinden kotarılabilir bir iş değildir.
Pandora Kutusu bizzat Hükümet tarafından açılmış bir rejimin eski statüyle yoluna devam etmesi artık olanaksız. Buna rağmen stratejist danışmanların aklıyla, açılımın mantığına karşıt yönelimlerle elini güçlendireceğini sanan bir AKP, kendine baş aşağı yol inşa edeceği bir yana, Türkiye'yi de çok daha kötü bir geleceğe mahkûm edecektir.
Bu vesileyle bir kez daha anımsatılmalıdır ki, bu yönelimle faturanın büyüğü Kürt halkına ödettirilecekse de, bundan egemenler dahil bir bütün olarak Türkiye'de çok şey kaybederek çıkacaktır. Bu vizyon, onbinlerce evladını daha yitirecek, uluslararası konumunda bir çeyrek asır daha geriye savrulacak, eşitsizlik ve güvencesizliğin çok daha fazla kurumlaşacağı bir Türkiye vizyonudur.
Statükodan köklü kopuş zorunlu
Bunca acı tecrübe ve bunca büyük bir bedelden sonra artık kavranmalı ki, sorun, dağdakilerin indirilmesi sorunundan bağımsız çözülemez. Onların, bu güne dek inkar edilen Kürt sorununun yansıması ve giderek kabul ettiricisi olduğu, dahası 25 yıllık ezme çizgisiyle sorunun iyice kangrenleştiği anımsanırsa, onları reddeden statükodan köklü bir kopuş zorunluluğu daha da belirginleşir. Esasen bu "açılım" söylemine gelişimizin, ABD basıncı dışındaki diğer temel nedeninin, (emekli generallerin defaatle teyit ettiği gibi), bu işin silahlı bastırmayla çözülmesinin imkansızlığının görülmesi olduğu da açık. O halde çözümün, onları "ovaya indirip" yasal politika yapmalarına olanak sağlamaktan, rejimin bunu mümkün kılacak köklü bir demokratikleştirilmesinden geçtiği gerçeğini artık içselleştirmek gerek.
Bugün PKK'yi dışlamaya devam ederek Kürt sorununun çözümünden söz edenler, memleketi kendi ipoteklerinde tutarak kanamaya mahkûm ediyorlar. Bunca acı ve kaybın arkasından sorun nihayet kabulleniliyor ve çözümünden sözediliyorsa, çözüm için de buraya gelinmesini sağlayanı muhatap almaktan başka bir çıkış yok demektir. Bugüne kadar denenmeyen biricik yöntem, demokrasi ve hukukun standartları çerçevesinde böylesi bir diyalogdur. Bu kapsamda dağda ve içerde bulunanların, pişmanlık gibi onur çiğneyici yollara başvurmadan meşru siyaset alanına girebilmelerini sağlayacak bir af ve barış planlaması yapmak, süreci çözüme taşıyabilmenin zorunlu gereğidir.
Kaldı ki yaşanmış acıların üzerine PKK ile pazarlık yapılamayacağını gerekçelendirenlerin samimiyetine inanmak için de nedenimiz yok. Çünkü başta DTP olmak üzere çözüm için kullanabilecekleri diğer olanakları kullanmamakta, çözümün olmazsa olmazlarını konuşmaktan kaçınmaktadırlar. DTP'nin sorunun gerçek muhatabına işaret eden dilini, onu kapatarak susturmakta, Kürt halkının parlamenter temsiliyetini de felç etmektedirler.
Oysa çözüm, (demokratik haklara karşı ırkçılık, dincilik ve terör uygulamak/savunmak dışında) partilerin kapatılamayacağı demokratik bir partiler yasası çıkarmakla başlayıp, Anayasayı demokratik standartlarda yenilemek ve seçim barajını siyaseti doğallaştıracak bir düzeye (Avrupa ortalamasındaki gibi %3'e) düşürmekle sürdürülebilir; ki AKP bu yola hiç itibar etmemektedir.
Keza, sadece Türkiye'nin değil bölgenin de temel bir realitesi olan Kürt milli gerçeğini tanıyan bir yerden Kürt diline hukuksal güvence üretilmesi, boşaltılan köylerin zarar tazminiyle sahiplerine iadesi, koruculuk kurumunun sona erdirilmesi ve mevcut milliyetçi ortamın iradi bir kararlılıkla değiştirilmesi de çözüm için zorunlu.
Kendimizi de sorgulamak
Özetle gerçek bir çözüm iradesi gösterilmesi halinde, gerçek bir birlik inşa etmek yanında, Türkiye'nin mevcut gerilimlerinden kurtarılıp ciddi bir kalkınma ve demokratikleşme yoluna sokulması mümkün olacaktır. Bu bağlamda çözüm ve barışın Kürtlere verilen 'ayrıcalıklar' değil, tüm Türkiye'yi olası bir felaketten kurtarıp önünü açmak olduğunu Türk kimlikli halka anlatmak becerisi, milliyetçi koşullanmayı geriletmek ve sola alan açmak açısından da büyük önem taşıyor.
Tabii bu noktada dönüp kendi sol dünyamıza da iğne batırmayı ihmal etmemek gerek: Çünkü Kürt sorununa dair çözüm arayışlarının arttığı bu ortamda, çözüme mutlak anlamda katkı üretmekle yükümlü solda, kendi tarihsel birikimleriyle uzlaşmaz yorumlarla karşılaşabilmekteyiz; Kürt hareketine karşı devrimci jargonla üretilmiş spekülatif yaklaşımların yeniden yaygınlaştığına tanık oluyoruz ne yazık ki.
Bu vesileyle tekrar anımsamalıyız ki, milli taleplerin demokratik olması için illa ki anti emperyalist olması gerekmiyor. Milli veya inançsal kimliklerinden dolayı ezilenlerin, kimlikleriyle eşit ve özgür yaşam talebi kendi başına demokratik bir haktır ve bunu desteklemeyenlerin sosyalist olmak iddiasının içeriğini kaybetmesi kaçınılmaz. Bu durum elbette ki Kürt hareketine yönelik eleştirel hakkımızı ortadan kaldırmaz; ama benzer psikolojik harp yöntemlerine kendisi de muhatap olagelmiş devrimcilerin, rejimin ürettiği spekülatif yaklaşımları yineler duruma düşmekten de uzak durması zorunlu!
Böylesi ciddi bir savaş nedeni olmuş bir sorunun dünya demokratik kamuoyu gibi emperyalizm tarafından da görmezden gelinmesi söz konusu olamayacağına göre, konuya dair emperyalist ilgiyi ve tabii bunca ağır bedel üzerinden Kürt hareketinin yürüttüğü diplomasiyi spekülatif bir yüzeysellikten uzak değerlendirmek sosyalist sorumluluğun gereğidir
Bir kez daha yinelemeliyiz ki, bizim gibi emperyalizmin içsel olgu olduğu bir gerçeklikte, ezilen ulusun hakları karşısında temel meşrulaştırma aracını anti emperyalizme indirgeyen bir solun, kendi hakim ulus milliyetçiliğine doğru çekilmesi ve onun hegemonyasını güçlendirmesi kaçınılmaz; ki böylesi bir durumda egemenin ulusalcı temsilcisinden bağımsız toplumsal bir güç olabilmesi de olanaksızdır. Özetle Kürt sorununda devrimci hassasiyetin, (Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerini bastırırken Türk halkını da sınıf ve yurttaş bilincinden uzak tutan) egemen milliyetçilikle hesaplaşmakta belirginleşeceğini kulağımıza küpe etmek gerek.(EA/EÜ)