Milli Sanat müzesinden İspanya meydanına ve Barselona'ya bakış
Ucuz biletler iyi oluyor. Henüz gidilmemiş şehirlere ziyaret için iyi bir vesile.
Barselona’ya uzun zamandır gitmek istiyorduk. İki yıl önce yaptığımız Endülüs gezisi sırasında fırsat olmamıştı. Zaten Barselona öyle bir tur içinde uğranacak şehirlerden değil. Başlı başına zaman ayrılması gerek.
Bu nedenle Teoman’ın teklifi hoşumuza gitti. Lale ile 14 Aralık gidiş-18 Aralık dönüş bilet almışlar. Bir de ev kiralamayı düşünmüşler. Bize de haber vermişlerdi. Neden olmasın dedik. Seval ile birlikte katıldık.
Çok da iyi yapmışız. Biraz havadan yana endişemiz vardı. Gidip yağmura soğuğa yakalanmak, sokaklardan keyif alamamak olur mu diye. Korktuğumuz gibi olmadı. Bizim Antalya ne ise Barselona da o. Aynı çizgide. Ve 5 günümüzün biri hariç günlük güneşlikti. Gündüz 14, gece 7-8 derecede pek keyifle, bütün cadde ve sokaklarını dolaştık.
Kuşkusuz aldığımız tavsiyeler oldu. Nereye gitmeli, nerede yemeli ve nerelerden ne almalı konusunda. Elimizde seyahat rehberlerimiz de vardı. Önceden dersimize de çalışmıştık. Her şeyden önemlisi, Teoman’ın seçimi olarak kiralanan evin konumu da işimizi kolaylaştırmıştı.
Park Güell hariç, keşke diye aklımıza takılacak yer bırakmadık. O da bilinçli bir tercih oldu. Barselona öyle ucuz bir kent değil. Müze girişleri de epey yekün tutuyor. Avro da almış başını gitmiş zaten. Tamam Gaudi önemli de, her eserini de görmek zorunda değiliz. Tercihimizi Sagrada Familia ve Casa Batllo’dan yana kullandık. Park Güell başka bir sefere artık. Daha iyi bir havaya...
La Boqueria meydanı
THY günde en az üç uçuş yapıyor Barselona’ya. Gün ortasında 3 saatlik keyifli bir uçuşla indik. Hava açıktı. Rüzgar da yok denecek kadar az. Metro ile şehir merkezine gitmek kolay. Ama henüz tanımadığımız şehirde taksiyi tercih ettik. Şehrin önemli caddelerinden Gracia ile Diagonal’in kesim noktasındaki evimize ulaşmak kolay oldu. 30 avro taksi ücreti ödedik. Hafta içi olmasına rağmen trafik akıyordu. Gördük ki, ızgara planıyla son derece düzenli, derli toplu olan Barselona’da öyle bir trafik sorunu olmuyor. Zaten metro ağı da toplu ulaşımın yükünü büyük ölçüde ortadan kaldırmış.
Ev sahibemiz bizi fazla bekletmedi. Ağır ahşap bir kapı ile girilen 5 katlı apartmanın birinci katındaki dairemizden pek hoşlandık. Yüksek tavanlı, göz alıcı yer karoları ve pencere vitrayları 100 yıllık binadan orijinal haliyle kalmış, upuzun bir koridor boyunca sıralanmış iki yatak odası, iki banyo, mutfak, oturma odası ve terasıyla daha ne olsun dedirtecek cinsten. İç dekorasyonda kullanılan her obje ve mobilyalar zevk sahibi bir elden çıkmış. Ev sahibemizhem dairemiz ve hem de şehir hakkında hiç bıkmadan, tane tane bilgiler verdi bize. Sorularımızı yanıtladı, tavsiyelerini iletti. Sonra da anahtarı bıraktı gitti.
Henüz akşam olmamış. Oturmaya mı geldik?. Kısa bir soluklanmanın ardından kendimizi sokağa attık. Keşif başlıyor.
Gracia’ya indik. Daha ilk bakışta Gaudi’nin La Pedrera’sı karşıladı bizi. Müze evlerden biri. Sadece La Pedrera mı? Cadde boyunca sıralanmış evlerin hemen tamamı tasarım işi. Her biri belli ki birbirleriyle yarışan mimarların elinden çıkmış. Gel de imrenme. Ama daha işin başındayız. 4 gün boyunca görüp yaşadıklarımızdan sonra daha çok ah vah edeceğiz…
La Pedrera Evi
Şöyle bir yukarı aşağı gezindikten sonra akşam yemeği için yer bakınmaya başladık. İkinci üçüncü akşamlar nerede ne yapacağımız belli de, ilk akşam şansa kalmış. Ev sahibemiz, yakınlardaki tarihi bir tapas barı önermişti. Bulduk ama içimize sinmedi. Hem çeşit az, hem de ferah değil. E biz de alışmışız. Öyle yarım saatte yiyip gidecek halimiz yok. Sora soruştura, El Nacional’i bulduk. İyi seçim. Görkemli kapısından ışıl ışıl bir mekana adımımızı attık. İlk çağrışım Eataly ya da Nişantaşı’nın “Mahalle”si. Eski bir tekstil fabrikası (1878), çok yakınlarda çok güzel bir restorasyonla dönüştürülmüş. Tapas barları, et, balık-deniz ürünü lokantaları, paellacısı yan yana.. Tamam alan çok büyük değil. Restoran sayısı da 6-7. Ama her şey çok davetkar.
Şöyle bir dolaştıktan, ne var ne yok diye bakındıktan, bir ikisinden bilgi aldıktan sonra deniz ürünleri ağırlıklı bir lokantaya oturduk. Henüz saat 6.30. İspanyollar için erken. Gerçi burası, turistik. Bizim gibi erkenciler de var ama asıl şenlik 8’den sonra. Adım atacak yer kalmamacasına her yer dolmaya başlıyor. Kapı önlerinde kuyruklar. Ve servis şenleniyor. Bir gösteriye dönüşüyor. Mutfaktan yeni çıkmış örneğin karides tapasları, gürültülü sözcüklerle satışa çıkıyor, masaların arasında dolaştırılıyor ve kapanın elinde kalıyor.
La Nacional
Biz Türk işi, ortaya karışık isteyecektik ama gerek kalmadı. Zaten bize benziyorlar bu yönleriyle. Tapas dediğin de mezenin İspanyol işi zaten. Soğuk ve sıcak mezeler. Kalamarlarına, karideslerine bayıldık. Köpüklü şaraptan pek hoşlanmazdım. Ama Barselona’nın Cava’ları ünlü imiş. Çok da hoşumuza gitti. İçimi kolay, lezzetli. E, kafa da bulduruyor hani. Keyfimiz iyice yerine geldi. Başlangıç iyi. Hayal kırıklığı yok.
Bekle bizi Barselona.
Önce Gotik , sonra Modernista Barselona
Sant Jaume meydanı
Barselona kadim şehir. Katalanların merkezi.
İspanya’nın bir Katalan sorunu olduğunu biliyorduk. Katalanlara sempatimiz biraz da bundandı. Başkaldırılarına, iktidar merkezi Madrid’le aralarının hiç iyi olmayışına. Özerklik, bağımsızlık taleplerine. Ayrı dilleri olmasına. Bu çağda bile dillerine sahip çıkışlarına. İspanyolcanın yanına resmi dil olarak Katalancayı ekletebilmelerine.
İspanya’nın Katalan sorunu, Bask sorununun gölgesinde kalmıştı bizim kuşakta. ETA gibi, şiddet ve terörü bir mücadele yöntemi olarak kullanan bir örgüte sahip olmamalarından belki de. İyi ki öyle olmuş. Kırıp dökmeden, şiddete bulaşmadan sorunlarını dile getirebilmişler, barışçı mücadele yoluyla istediklerine ulaşmışlar.
Katalonya, tarihten bugüne İspanya’nın en müreffeh bölgesi olmuş aynı zamanda. 1000’lı yıllarda Batı Akdeniz’e hakim bir denizcilik gücü oluşturmuşlar. Müslüman korsanlar ve ardından Osmanlı donanması Batı Akdeniz’de korku saldığı dönemde, Hristiyan Batı ve papalık Katalan denizcilerden yardım istemiş hep. Venedik ve Ceneviz kadar Katalan bölgesi de denizcilik sayesinde büyük bir birikim yaratmış. Kristof Kolomb’un Katalan olduğu söylenir. Amerika’yı keşfi sonrasında yanına 6 Karayip yerliyi alıp da İspanya’ya döndüğünde ilk çıktığı limanın Barselona olması boşuna değil. Şimdi o yerde büyük bir anıt var. Üzerinde Kolomb’un heykeli olan.
Kolomb Anıtı
1200’lerde Barselona’daki zenginliğin ardında işte bu deniz ticareti var. Gotik Barselona bu dönemde gelişiyor. Şehir, Roma dönemi sur duvarlarının ardına ilk kez bu dönemde taşıyor. Şimdi bile görkemli olan Gotik Katedral ve çevresindeki yapılar bu dönemde yapılıyor. Ünlü La Rambla Caddesi bu dönemde ticari merkez haline geliyor ve Katalanların ulusal bilinçlerinde önemli yer tutan Katalan edebiyatı da bu dönemin ürünü. 1250-1550 arası Barselona’nın parlak yılları. Kudretli Osmanlı’yı İnebahtı’da yengilgiye uğratan Haçlı donanması içinde Katalanlar epey etkin.
La Rambla Reial meydanı
Sonra Akdeniz deniz ticaretinde önemini yitiriyor. Birleşik İspanya krallığı da, sömürgelerden ve dünya deniz ticaretinden aslan payı, biraz da haksız şekilde, Barselona yerine Sevilla ve Kadiz’e kaydırıyor. Bu nedenle 1550-1800 arasında Barselona gözden düşüyor. Merkeze tepkileri böyle bilenmeye başlıyor.
Ama vazgeçmiyorlar.
19. yy sanayi devrimi ile Barselona tekstilde büyük bir atılım gerçekleştiriyor. Birbiri ardına açılan tekstil fabrikalarında dokunan kumaşlar Amerika başta bütün dünyaya ihraç ediliyor. Ve Barselona kentinin ikinci atılım dönemi böyle başlıyor. Şehir bu defa, Gotik Barselona’nın, yani ortaçağ surlarının dışındaki alana, kuzeye doğru gelişiyor. Bugünün Eixample bölgesi böyle doğuyor. Hem de ne doğuş. Bir yanda fabrikalar, öte yanda birbiriyle yarışan mimarlık harikası konut ve ticari yapılar. Ekonomik zenginlik, kültürel ve sanatsal aktiviteleri de canlandırıyor. Mimaride Modernista denilen akım bu dönemin ürünü. Bugünün Barselona’sına damgasını vuran Gaudi gibi mimarlar, Picasso ve Miro gibi sanatçılar bu ortama doğuyor.
Gaudi dahil birçok mimarın eserleri yanyana
Katalan Rönesansı olarak da adlandırılan Renaixença, Katalan kültürünün yeniden doğuşu anlamına geliyor. Ve bu kültür, sadece Katalanya’yı değil, Bask ve Galicia bölgesini de etkiliyor. Bu bölgelerde özerklik ve bağımsızlık taleplerini tetikliyor. İspanya’da siyasal özerkliği savunan ilk parti Barselona’da, 1887’de kuruluyor. 1888’de Barselona’da düzenlenen Dünya Evrensel Sergisi bir meydan okuma aslında. Sonra da 1929’da.
1914’de Barselona’da ilk yerel meclis kuruluyoır. Sonrasında askeri darbe ile bu meclise son verilse de, bu defa 1931’de bağımsızlık ilanı var. Katalan Cumhuriyeti sadece 3 gün ayakta kalabilse de.
Ve 1936-39 İspanya İç Savaşı. Eli kanlı faşist Franko’ya karşı Katalanlar 3 yıl direniyorlar. Barselona kıyı şeridi Franko’yu destekleyen Alman ve İtalyan gemilerince günlerce bombalanıyor. Şehir düştüğünde binlerce Katalan asılarak idam ediliyor Franko rejimi tarafından.
Dünya futbolunun popüler ikonu FC Barselona’nın Katalonya ve Barselona’dan çıkması da tesadüf değil. Franco Katalan diliyle birlikte bayrağını ve renklerini yasaklayınca Katalanlar FC Barselona’nın (Barca) sarı-bordo-mavi renklerine sarılıyorlar ve onu milli kimliklerinin bir parçası haline getiriyorlar. Franco döneminde Real Madrid ile Barselona arasındaki her maç, bu gerilimin merkezine oturuyor.
1975’de Franko’nun ölüm haberini Barselonalıların şampanyalar eşliğinde kutlamaları boşuna değil. Yeni İspanya cumhuriyetinde de vergi düzenlemeleri ve özerklik gibi bir çok hakka kavuşuyorlar.
İşte böyle bir Katalonya’dan ve Barselona’dan söz ediyoruz.
Üç günlük gezi güzergahımız
Barselona için 3 tam günlük gezi programı yapmıştık.
İlk gün, Gotik Barselona diye de bilinen ve La Rambla caddesi ile doğusundaki alanı kapsayan bölgeyi gezecek, ikinci günü Gaudi’nin izinde bir tura ayıracak, üçüncü gün de öğleden önce Barselona’ya tepeden bakan Montjuic bölgesine ve ardından da öğleden sonra eski liman bölgesi Barceloneta ve Port Vell çevresinde dolaşacaktık.
İlk gece ayrıca kaldığımız otelin güney sırtlarına doğru Gracia bölgesinin dar sokaklarında gezecektik.
Planımızın tamamını uyguladık. Metro ve yürüyerek,
Gotik Barselona olarak bilinen bölge Barri Gotik (Gotik Semt) olarak adlandırılıyor. Esas olarak La Rambla Caddesi ile güney doğusunda limana doğru El Born semtini kapsıyor. Finalinde de Ciudatella Parkı’na ulaşılıyor.
Bu turun olmazsa olmazları ne mi?
La Rambla caddesine boydan boya dolaşmak ama özellikle Gaudi’nin sokak lambalarını tasarladığı Reial Meydanı’na, şehrin en renkli açık pazarı olan tarihi La Bouqeria’ya girip, iştah açmak (yemeği tur sonrasına saklayın), caddenin Boqueria caddesi ile kesim noktasındaki meydancığı ve çevresindeki güzelliklere atlamamak…
Trafiğe kapalı Ferran Caddesini izleyerek güneydoğuya, Sant Jaume meydanına çıkmak. Meydandaki tarihi binalara göz attıktan sonra Bisbe sokağındaki tarihi kemerin altından geçip katedrale ulaşmak ve Barselona Katedrali’nin (1298) olağanüstü iç atmosferinde huzur bulmak.
La Boqueria çarşısı
Bütün bunlar ve keyfinize göre daha fazlası yarım gününüzü alacak. Biz böyle yaptık. Sonra da La Boqueria çarşısına dönüp, önceden gözümüze kestirdiğimiz deniz ürünleri barına oturduk. O gün pazara gelmiş karides, kalamar, balık ve canımız ne istediyse onlardan ısmarladık. Yanına da Cavamızı.
Tatlı ve meyve niyetine Seval, Lale ve Teoman tezgahlardan hurma ve böğürtlen aldılar. Sokaklarda atıştırarak ver elini El Born semti. Eskiden çarşılar, fabrikalar atölyeler bölgesi iken, sanayinin şehir dışına taşınmasıyla tamamı elden geçmiş, yıkıp dökmeden restore edilmiş ve yeni işlevler verilmiş bölge, Barselona’nın yeni kültür alanı sayılıyor. Sayısız lokanta, bar, eğlence yeri, sanat galerisi ve müze ile yeni çekim merkezi olan bölgeye, gece de gelinebiliyor artık. Rahatlıkla. Katalan Gotik üslubunu yansıtan ve akustiği ile şehrin en iyi konser mekanı sayılan Santa Maria Del Mar Kilisesi (15. yy) de burada.
Catalunya meydanı
Rehber kitaplarda olmamasına rağmen önümüze düştüğü için girdiğimiz El Born Kültür ve Hafıza Merkezi’ne (El Born ICC) bayıldık. Burası 1876’da demir karkas olarak inşa edilen Barselona’nın Toptancı Yiyecek pazarı iken 50 yıl önce kapatılmış. Bizde olsa yıkılıp yerine yeni bir bina dikilecek olan yapı, bir ticari-endüstriyel miras olarak korunup restore edildikten sonra 2013’de kültür ve hafıza merkezi olarak açılmış. İçinde irili ufaklı toplantı salonları, kütüphane, arşiv merkeziyle, lokanta-bar, hediyelik eşya dükkanları bulunan merkezin en etkileyici yanı zeminde açığa çıkarılan ve ziyarete açılan arkeolojik alan.
Alan 1700’lerden bugüne Barselona kentsel gelişimini biri kalıcı, diğeri geçici ik sergiyle gözler önüne seriyor. Büyük bölümünün sadece temelleri ve duvarları kalmış arkeolojik alan, 1700-1714 veraset savaşları sırasında İspanya Kralı 5. Philip’in, 13 ay kuşatma altında tuttuktan sonra taş üstünde taş bırakmamacısana yakıp yıktığı Barselona’yı gözler önüne seriyor. Bu harika düzenlenmiş ören yeri, Madrid ile savaşlar içinde şekillenmiş Katalan ulusal bilinci için önemli bir hafıza mekanı oluşturuyor.
El Born ICC
İspanya Kralı V. Philip Barselona’ya girdikten sonra yakıp yıktığı bu bölgede şimdi Parc de Ciudatella denilen yerde şehri kontrol altında tutmak için bir kale yaptırıyor. Gezimizin son durağı olan park alanı, El Born Kültür ve Hafıza merkezinin biraz ilerisinde göz alabildiğine uzanıyor. Bir dönem hapishane olarak kullanılan, Napoleon döneminde komuta merkezi olan ve siyasi merkez Madrid ile savaşları hatırlattığı için halkın nefret ettiği bu yapı, 1888’daki Evrensel Sergi için şehir yönetimi tarafından yıktırılıp parka dönüştürülüyor. Park alanında görülen yapılar kaleden arta kalanlar. Bir de parkın girişinde Evrensel Sergi için yapılan Üç Ejderhalı Şato ile parkın kuzeydoğu köşesinde mimar Fontsere’nin o zamanlar öğrenci olan Gaudi’nin yardımıyla tasarladığı çeşmeli havuz görülmeye değer. Barselona’nın hayvanat bahçesi de burada.
Bütün gün dışarıdayız. Yürüdük. Akşam soğuk ısırmaya da başladı. Eve dönüp dinlenmenin zamanı. Daha günün gecesi var.
Evimizin bulunduğu bölge ışıl ışıl. Herkes dışarıda. Caddeler kalabalık. Café, bar ve lokantalar dolmaya başlamış.
Evde mi oturulur? Plana devam. Teoman pes etti. Biz Lale ve Seval ile birlikte Gracia bölgesinde dar sokaklarda biraz turlayacağız. Tura Diagonal ile Gracia caddelerinin kesiştiği meydandan başlıyor ve kuzeye yöneliyoruz. Cepheleri birbirinden farklı ve herbiri farklı bir mimarın elinden çıkmış güzel binalar yan yana sıralanıyor. İşte solda ön cephesi taştan yapraklar ve demir formla taçlandırılmış bir bina. Mimar Urpi’nin eseri Bonaventura Ferrer apartmanı. İleride sağda, şimdi otel olarak kullanılan Mimar Montaner’in eseri Casa Fuster. Hepsi Gaudi ile simgeleşen modernist mimarlık döneminden, 100-150 yıllık binalar. Ne büyük zenginlik.
Biraz daha ileride, özellikle üst kat vitraylarıyla göz alıcı La Colmena Pastanesi. Biraz ileride saga dar sokaklardan birine girince ortasında 33 metre yüksekliğinde saat kulesi bulunan Vila de Gracia meydanı, gençlerin pek sevdiği bar, café ve lokantalarla çevrelenmiş. Bu mevsim biraz sönük gibi geldi bize ama yaz aylarının şenlikli halini gözlerimizde canlandırabiliyoruz.
Gözümüze kestirdiğimiz yerlerin hemen tamamı dolu. Çaresiz evimizin bulunduğu sokağa dönüyor ve daha önce peylediğimiz El Vino’ya giriyoruz. Belli ki yeni açılmış ve fazla bir şey yemeyeceğimizi söylememize ragmen müthiş bir servis kalitesiyle kendimizi özel hissettiriyorlar bize. Sunulan şaraptan et dilimleri ve peynirlere kadar her biri açıklamalarıyla geliyor masamıza. Mutlu oluyoruz.
Seni seviyoruz Barselona.
Gaudi’nin izinde
Barselona şehir turumuzun ikinci gününe Sagrada Familia ile başlayacağız. Teoman, kuyrukta zaman kaybetmemek için rehberli tur biletlerimizi bir gün önce, Barri Gotic’de girdiğimiz Turizm İnformasyon bürosundan satın aldı. Randevumuz 9.30’da. Yürüyerek yarım saatte ulaşalabilir ama metroyu tercih ettik. İki durak sonra kilisenin önündeyiz. Grupla ve rehberimizle buluştuk.
Sagrada Familia vitrayları
İşte karşımızda Gaudi’nin şahaseri Sagrada Familia. Yapımına 1882’de başlanan ve hala tamamlanamamış olağanüstü yapı. Gaudi ilk mimar değil. O 1883’de devralıyor ve ömrünün son 14 yılını, kilisede münzevi bir hayat yaşama pahasına sadece bu yapıya hasrediyor. İnşaat bütün hızıyla sürmekteydi biz girdiğimizde. Merkezdeki 4 kulenin ortasındaki ana çan kulesi yükseliyordu. Kulenin170 metreye yükseleceği biliniyor plana göre. 10 yıla kadar tamamlanacak deniyor ama rehberimiz bir ihtiyat payı koymayı da ihmal etmiyor. Kilisenin doğu girişini oluşturan İsanın Doğumu cephesinden başlıyoruz tura. Gaudi’nin bitmiş olarak görebildiği tek yer burası. İncilden ve İsa’nın doğumundan sahneler, doğadan irili ufaklı canlılarla birleştirilerek mimarın yaratıcılığı ve daha önemlisi cesaretiyle yerleştirilmiş cepheye.
Hayran olmamak mümkün değil. Kilisenin içinde tek kelimeyle büyüleniyoruz. Her şeyden önce başka kiliselerde görülmeyen bir iç ferahlığı, aydınlık ve renk cümbüşü karşılıyor ziyaretçileri. Kubbeleri, galerileri ve nefleri ayakta tutan 33 sütun, yükseldikçe budaklanan ağaç dalları görüntüsüyle bir ormana çeviriyor kiliseyi. Çepeçevre vitraylar, gökkuşağının bütün renkleriyle gün ışığını içeriye davet ediyor. Oturuyor ve kalakalıyoruz. Gözlerimizi alabilmemiz ne mümkün?
Sabahın bu erken saatine ragmen giderek kalabalıklaşıyor. Dışarıda kuyruk oluşmaya başlamış bile. Yoğun sezonda nasıl izdiham yaşanıyor kimbilir?
Kilesinin batı girişi Büyük Çile Cephesi. Gaudi’nin tasarımına göre Josep Maria Subirachs tarafından 1980’de tamamlanmış. Doğum cephesine göre soğuk ve kasvetli bir görünümü var hem cephenin, hem de heykellerin. Dönem değişince üslup da değişmiş. Köşeli ve ürkütücü tarz nedeniyle çokca tartışılmış, eleştiri konusu olmuş.
Kilisenin güney cephesi henüz yok. 4 kule ile birlikte inşa edilecek bu cephe Cennet cephesi olacak.
Kilisenin çile cephesinin hemen altından müzeye giriliyor. Müzede Gaudi’nin tasarım sırasında kullandığı mimari paftalar, çeşitli obje ve heykellerin inşasında kullanılan elemanlar, yapım teknikleri ve atölyeler sergileniyor.
Bana göre en etkileyici pano, bir açılış sırasında çekilmiş fotoğrafta Gaudi’yi görüntüleyeni. Ölümünden 2 yıl önce çekildiğini söyledi rehberimiz. Nasıl da yorgun, saç baş dağınık. İnşaatta münzevi bir yaşam sürerek geçirdiğinin kanıtı olarak duruyor orada. Ölümü de böyle olmamış mı? Kafası dağınık yürürken yolda, bir tramvayın altında kalmış, metrelerce sürüklenmiş. Tanımamışlar yerde yatanın Gaudi olduğunu. Evsiz barksız biri zannetmişler. Gelip geçen taksiler almak istememiş hastaneye yetiştirmek için. Nice zaman sonra farkedilmiş ama geç kalınmış. Cenazesine bütün Barselona katılmış ama ne çare? Kiliseye defnetmişler. Hiç değilse… Şimdi ise en büyük kahramanları…
Öğleyi bulduk. Gaudi’nin izini sürmeye devam. Gracia caddesine doğru yürüyoruz. Casa Batllo’yu gezeceğiz. Mimaride sınırları zorlamak buna denir. Şimdi bile böyle bir cephe; iç ve dış dekorasyonda, çatı-teras-baca kullanımında böyle bir sıradışılık büyük cesaret ister.
Casa Batllo evi
Gençliğinde “çok zengin bir görsel kültürden beslenen fantastik görüntü yakalama uğraşı içinde olduğu”, “hınzırca yaratıcılık ve fantezi dolu yapı formlarını yakalayıp çizime döküşü” gibi tanımlamalar ve hocalarıyla yaptığı tartışmalar sonucunda mezuniyet diplomasını alırken ünlü mimar ve dönemin okul müdürü Elies Rogent’in onun için “bir dahiye mi yoksa yoksa bir deliye mi diploma verdiğimi açıkçası kestiremiyorum” demesi boşuna değil.
Hayranlıkla dolaşıyoruz 5 katlı binayı. Böylesi mimarlar işlevsellik ve yaşamı kolaylaştıran çözümler pek aramaz derler ama gördük ki, Gaudi bütün çılgınlığına ragmen evde yaşayanların isteklerini, rahatını konforunu ihmal etmemiş. Her dokunuşunun bir anlamı, pratik bir faydası olduğunu anlıyor insan.
2005’de Unesco Dünya Mirası Listesi’ne giren Casa Batllo’yu testilci Joseph Batllo Casanovas ısmarlamış Gaudi’ye. Galiba varolan bir yapının dönüştürülmesiyle elde edilmiş tek Gaudi binası da bu.
Gaudi’nin şansı, kendisini özgür bırakan, güvenen işverenlerle çalışabilmiş olması. Rönesans Floransasının Medicileri gibi, Barselona’nın da kültüre, sanata, mimariye yatırım yapmaya ve bununla yarışmayı önemseyen aileleri var. Bunların başında da sanayici Güell ailesi geliyor. Hayat boyu hamisi olan Eusebi Güell için La Rambla caddesi üzerinde yaptığı malikhane onun ilk önemli eseri sayılıyor.
1910 yılında bu defa Güell ailesi ona Barselona tepesinde bir bahçe-şehir yapması için büyük bir alan tahsis ediyor. Ancak iki ev inşa edildikten sonra proje iptal ediliyor. Ama Gaudi’nin planına uygun olarak doğal taşlardan yapılan sıra kemerleri, viyadükleri, patikalarıyla ve Joseph Maria Jjol’ün eseri olan seramik parçalardan yapılan mozayikleriyle dünyanın en çok ziyaret edilen parklarından biri böylelikle doğuyor.
Gaudi için mimaride Avrupa’nın bütününde izlenen Art Nouveu akımının İspanya’daki babası diyenler olsa da, aslında o Barselona’ya ve Katalanlara özgü Gotikten türemiş Modernist akımın yaratıcısı. Hem Gaudi, hem de Eusebi Güell, iflah olmaz Katalan milliyetçileri. Dostlukları ve işbirliklerinin bir ömür boyu sürmesinin arkasında bu unsur epey belirleyici olmalı.
Montjuic Tepesi ve Miro
Üçüncü günümüzün sabahında Barselona’ya ve limana tepeden bakan Montjuic Tepesi’ne çıkacağız. Tepeye çıkmanın bir çok yolu var. Biz metroyu ve bağlantılı olarak füniküleri tercih ettik. Füniküler istasyonu John Miro Müzesi’ne çok yakın. Dolayısıyla ilk durağımız bu müze oldu.
Barselona’ya tepeden bakan bir noktaya yerleşmiş müzenin konumu harika. Önünde kocaman, yeşillikler içinde bir bahçesi var. İçinde de Miro’nun heykelleri. Zaten tepe, 1992 Olimpiyatları için yapılmış tesisler dışında bütünüyle yeşillik, park alanı görünümünde. Cumartesi sabahı. Hafif puslu ve yağmurlu olmasına ragmen çevremiz koşan, yürüyen, spor yapanlarla dolu. Şansımıza, güneş kendini göstermeye başladı az sonra. Bulutlar arasından sıyrıldı ve şehir bütün ihtişamıyla önümüze serildi.
Miro Müzesi Barselona İşleri
Miro’ya artık aşinayız. İstanbul’da birbiri peşi sıra açılan Miro sergilerinden. Tophane-i Amire’deki Miro sergisinin sahte eserlerle düzenlendiği iddası epeyce gürültü koparmıştı. Sanırım Miro Vakfı da konuya müdahil olmuş ve sergi apar topar kapatılmıştı. İşte o Miro Vakfı tarafından açılmış olan müze burası. Dolayısıyla Miro’nun en geniş koleksiyonu (Miro tarafından bağışlanan 14000 eserden söz ediliyor) burada. Bu nedenle heyecanlıyız.
Miro müzesinden...
Miro Barselona’da sanat eğitimini tamamladıktan sonra (1919) zamanının büyük bölümünü Paris’te geçirmiş olmasına ragmen Katalan sanatı ve onun bölgedeki tezahürü Modernist akıma daima ilgi duyduğu anlaşılıyor. O da, Gaudi gibi doğadan etkilenmiş, fantastik biçimler ve canlı renkler peşinde koşmuş. Bitmez tükenmez enerjisi ve yaratıcığı ile seramik üzerine yoğunlaşmış, tekstili kullanmış, kitap çizimleri yapmış. 1960’dan sonra da heykele başlamış. İspanya İç Savaşı nedeniyle İspanya’yı terkediyor ama sonra 1941’de tekrar dönüp Mayorka’ya yerleşiyor. Doğup büyüdüğü yer olan Barselona’da kendi adını taşıyan bir vakıf ve müze kurma düşüncesi 1960’larda oluşuyor ama o bunu, Franko’nun ölümünden sonra 1975’de gerçekleştirebiliyor.
Vakıf merkezinin de bulunduğu, pencerelerden gelen doğal ışıkla aydınlatılan bu beyaz sade bina, Miro’nun renkli, canlı eserleriyle oluşturduğu tezat nedeniyle de çok uygun.
Müze gezimiz yaklaşık 2 saat sürüyor.
Sonra yürüyerek, yukarıdan İspanya meydanına bakan etkileyici binasıyla Katalan Modern Sanat Müzesi’ne gidiyoruz. 1929 Uluslararası Sergisi için inşa edilen bina şehrin önemli sanat koleksiyonunu ağırlıyor. Miro’dan sonra yeniden iki saatimizi tablo ve sanat koleksiyonu dolaşmaya içimiz elvermiyor. Binayı, önündeki çeşme ve havuzları, aşağıda ayaklar altına serilen İspanya meydanı ve şehri görüntülemek, orada biraz vakit geçirmek yetiyor.
İspanyol köyü girişi
Rehber kitabımızda bu bölgede dikkat çekilen yerlerden biri de Poble İspanyol (İspanyol Köyü). Hemen solumuzda, kule ve kubbeleri dikkat çeken bir yerleşim var. Yürüyelim bakalım. 20 dakikalık bir yürüyüşle ulaştığımız yapay köy de 1929 Uluslararası Sergisi için kurulmuş. Kapısında yerel kıyafetleriyle iki dev İspanyol köylüsü heykelinin bulunduğu bir yapay sur girişiyle girilen köy, bizi fazla cezbetmiyor.
İçeride İspanya’nın yerel mimari örnekleri ve el sanatları, mutfağı tanıtılıyor anlaşılan. Belki zamanımız olsa girerdik ama vakit öğleyi buldu ve bizim aklımızda, yapay bir örnek değil gerçek bir tat, Lale’nin Evrim’den şiddetli bir tavsiye ile aldığı vedaha İstanbul’da peylediğimiz, paellacı var. Yürüyerek İspanya meydanına inip metroya biniyoruz ve ver elini Barselonata.
Kıyıda
Artık kıyıdayız. Bir deniz kenti olan Barselona’ya geleli 4 gün oldu ama denizle ancak buluşabildik. Teoman her gün haydi deniz kıyısına demesine ragmen.
Porto Velle
Barselonata, merkezin denize üçgen biçimde uzanmış bölümünde kurulmuş bir balıkçı köyü. 1700-14 veraset savaşlarında şehrin yakılıp yıkılan ve sonrasında bir kale inşa edilen, hani bizim ilk gün ziyaret etiğimiz bölgede evsiz kalmış olanlara yer açmak için inşa edilmiş bu köy. İki üç katlı beyaz evlerden oluşan, her biri denize inen ızgara planlı sokakları ve adalarıyla şirin bir köy. Sonra şehir gelişince bölgeye talep artmış.
Marinaya ve kıyıya bakan yerlerin tamamı lokanta, café- bar ve dükkan olmuş. tarihi merkez ile Barselonata’yı ayıran ana cadde Kolomb ve devamı olan İsabel 2 ise daha görkemli binalarla, resmi ve dini yapılarla bezeli. Burası ana liman caddesi de olduğundan, kentteki ticari yaşamın kalbi uzun süre burada atmış olmalı.
Aradığımız paellacı 7Portes de burada, bu caddenin (İsabel 2) üzerinde. Biraz sorup soruşturup bulduk. Barselona’nın en eski lokantalarından denmişti bize. Her halinden anlaşılıyor böyle olduğu. 170 yıllık café-lokantanın müşterileri arasında Che Guevera, Gorbaçov gibi dünya figürleri ve Picasso, Miro gibi Barselona ile özdeşleşmiş insanlar var. İçerisi ana baba günü. Kapıda bir görevli. Dışarıdaki taburelerde iki kadın bekleşiyor. Gözleri içeride. Teoman yaklaşıyor ve görevliye, “we are four” diyor. Adam da gülümseyerek “I am one” cevabını veriyor. Her yer doluymuş. Zaten hemen girmek değildi niyetimiz. Rezervasyon yapacaktık. Notunu aldı ve 1 saat sonraya gelmemizi söyledi.
Porto Velle
Yorulmuşuz. Dolaşacak halimiz de yok. Biz de, iki kadın gibi bekleyelim dedik. Yarım saati bulmadı yerin açılması. Kapının hemen yanındaki masaya oturduk. Tesadüf bu ya, bu masaya Picasso da oturmuş. Tablosu ve imzasını da duvara asmışlar. Önce Cavamızı söyledik. Sonra da paella siparişi verdik. Deniz ürünlerinden olanından. Yanımızda bir Azeri çift oturuyor. Masanın üzerine görkemli bir deniz ürünleri tepsisi kurulmuş. Kabuklulardan. En tepede büyükçe bir istakoz. Belli ki zengin bir ailenin çocukları. Daha çok balayıseyatindeki iki genç gibi görünüyorlar. 4 günlüğüne gelmişler. İstanbul üzerinden döneceklermiş.
Birazdan 4 kişilik paellamız geldi. Güzel görünüyor. İştahımız yeterince açık. Tabaklara dağlıyor. Yiyoruz. Yüzümüz gülüyor. Damaklar bayram yeri. Altı üstü paella, İspanyol denizcilerinin ne buldularsa doldurup yaptıkları pilav işte demeyin. İyi yapılan, hakkı verilen her şey gibi bu da. 3 yıl önce Buhara’da yediğimiz Özbek pilavından da aynı tadı almamış mıydık? Önemli olan keşfetmek, tadmak, dokunmak, geziyi bunlarla güzelleştirmek.
Şefin önerisiyle tatlı siparişi de verdik. İkinci cava da açılmıştı zaten. hafif çakır keyif attık kendimizi yollara. Önümüzde kordon. Kolomb caddesinin ötesi, deniz kıyısındaki Porto Velle. Bir yaya köprüsüyle geçilen karşı kıyıda devasa bir AVM var. 4 gün caddelerde tur atmıştık ama İstanbul’dakiler gibi AVM çarpmamıştı gözümüze. Bu işi bilmiyorlar bu Barselonalılar diyecektik, neyse ki burada yapmayı akıl etmişler!!! Tabii ki girmedik.
Üzerimizde teleferik. Porto Velle’ye kurulmuş bir kuleden bugün çıktığımız Moujitto Tepesi’nin en yüksek noktasına yerleşmiş kalenin girişine bağlantı sağlıyor. Biz kullanmadık ama hani aklınızda olsun.
Döndük ve Le Ramlba’nın başlangıç noktasına, Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi sonrası dönüşte çıktığı ilk noktaya ve bunun anısına dikilen anıtın önüne geldik.
Yani neredeyse, ilk gün tura başladığımız yere.
Planlansa böyle olmazdı.
La Rambla tiyatro binası
La Rambla boyunca yürüdük. Sonra da Garcia boyunca.
Yollar kalabalık mı kalabalık. Cumartesi akşamı. Herkes dışarıda. Meydanlara Noel pazarları kurulmuş. Renk cümbüş her yerde. Yüzler gülüyor.
Aklımıza yine İstanbul düşüyor.
Kaygıylakalabalık her yerden, meydanlardan, caddelerden uzak durma halimiz.
Hakediyor muyuz?
Diyeceksiniz ki, terör bu, nerede vuracağı belli olmaz. Berlin Noel pazarında da olmadı mı?
Doğru.
Ama bu şehirlerde bir direnç noktası, ruhu buluyor insan.
Bizde kaldı mı? (HB/YY)
Pratik Barselona notları |
Dedik ya ulaşım Barselona’da çok kolay. Havaalanından şehre metro ile ulaşılabiliyor. Havaalanında geçerli metro kartı almak lazım. 3 gün kalacaklar için uygun toplu ulaşım kartları var. Taksiler de öyle pahalı değil. Havalimanından şehir merkezine 25-30 avro arası. Aman dikkat. Yanımda dolar götüreyim, orada bozdururum demeyin. Bankaların büyük bölümü exchange yapmıyor. Az sayıdaki döviz bürosu ise olağanüstü komisyonlar istiyor. Havalimanı çıkışında görmüş, burası kazıkçı diye şehre bırakmıştık. Asıl kazıklanmayı şehirde yaşadık. 300 dolarımıza 205 avro vermeye kalktılar. Olay çıkardık. Zar zor 240’a ikna oldular. Yoğun dönemde Sagrada Familla ve Park Güell gibi yerlere önceden, mümkünse internet üzerinden bilet alın. Değilse en az bir gün önceden bizim gibi tourist information noktalarından satın almaya çalışın. Zamanınızı kuyruklarda heder etmeyin. |