Onlarca yıllık savaşkarşıtı, barış aktivisti birisi olarak, bir gün böyle bir başlıkla yazmak zorunda kalacağımı hiç düşünmezdim. Türkiye’de uzun yıllar savaşkarşıtı hareket içinde yer aldım. Mayıs 2005’te deklare ettiğim vicdani reddim ile dahili olduğum vicdani ret mücadelesi Türkiye’de her zaman savaşkarşıtı bir duruş içinde kendisini konumlandırdı.
1989’da Tayfun Gönül ve 1990’da Vedat Zencir’in vicdani retleri ile başlayan süreç 1992 İzmir Savaşkarşıtları Derneği, 1993-94 İstanbul Savaşkarşıtları Derneği olarak bu bağlamda önemli çalışmalar yaptılar.
Anarşist bireylerin inisiyatifi ile başlayan süreç çok farklı politik aidiyetlerden, inançlardan insanların katılımı ile Aralık 2009 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nden gerçekleştirilen bir konefranstan sonra Barış İçin Vicdani Ret İnisiyatifi olarak üç yıl mücadelesini sürdürdükten sonra Mayıs 2012 tarihinde Vicdani Ret Derneği olarak yola devam ederken bu mücadelenin içinde yer aldım.
Gerek savaşkarşıtı harekete katılanlar ve gerekse de vicdani ret mücadelesinde yer alanların hepsi anti-militarist değildi ve bu durum halen de böyledir. Bu mücadeleden çok şeyler öğrendim. Öğrendiklerim ile başka barış çalışmalarına dahil oldum, bugün de buna devam ediyorum.
O tarihlerden bugüne kadar barışa dair çok karamsar olduğum zamanlar oldu. Ancak ilk kez ‘barışkarşıtları’ gibi bir ifade üzerinden söz kuruyorum.
Hem kendi deneyimlerimden biriktirdiklerim hem de içinde yaşadığımız sert zamanların dayattığı yeniden düşünme ihtiyacı beni ‘barışkarşıtları neye karşı?’ sorusunu sormaya zorluyor. Bu yazı, bir yanıyla barış çalışmalarında edindiğim birikimin içerden bir muhasebesi diğer yanıyla da mevcut siyasal iklimin bizlere unutturmaya çalıştığı temel bir gerçeğin yeniden hatırlatılması çabasıdır: Barışın karşısında duranlar, aslında barışa değil, barışın açtığı imkânlara, eşitliğe, onarıma ve hakikatin görünür olmasına karşıdır.
Bugün “barışkarşıtları” dediğim kesimlerin yığınsal çokluğunu kendilerini sol, sosyalist, demokrat, liberal, milliyetçi, müslüman, seküler olarak ifade eden, özün de ise Kürdün ölüsünden başka bir şeye razı gelmeyen Kemalist kesimlerden oluşmaktadır.
Bunların karşı çıktığı şey, çoğu zaman sanıldığı gibi yalnızca bir masa, müzakere ya da diplomasi girişimi değildir. Onların asıl itirazı, barışın beraberinde getireceği dönüştürücü siyasal sonuçlaradır. Adaletin talep edilmesine, geçmişle yüzleşilmesine, eşit yurttaşlık zemininde yeni bir toplumsal sözleşmenin kurulmasına, Kürtçe’nin yasal tanınırlığına karşılar.
Çünkü barış, çatışmanın üzerini örten bir suskunluk değil; tam tersine, hakikatin konuşulmasını, sorumluluğun paylaşılmasını ve güç ilişkilerinin yeniden dağıtılmasını zorunlu kılar. İşte bu nedenle barışkarşıtları, barışın kendisinden önce barışın doğuracağı özgürleşme ihtimalinden korkarlar.
Onları rahatsız eden, savaşın sona ermesi değil; savaşın sona erdiği bir dünyada artık eskisi gibi hükmedemeyecek olmalarıdır. Bu yüzden barışa yönelik itirazları, çoğu zaman “güvenlik”, “ulusal çıkar” veya “bekâ” söylemlerinin ardına gizlenmiş bir politik imtiyaz savunusundan ibarettir: Barış, onların sürdürmekte ısrar ettiği iktidar rejimine uymayan bir hakikat üretir — tam da bu yüzden hedef alınır.
Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi Türkiye’de barışkarşıtlarının önemli bir kesimi, devletin uzun yıllara yayılan ırkçı ve militer yapısına neredeyse gönüllü bir teslimiyetle bağlı kalan kimi seküler–kemalist çevrelerden oluşuyor. Bu kesimler için barış, devleti dönüştüren bir imkan değil, devlete karşı bir zayıflama tehdidi olarak okunuyor.
Diğer tarafta ise AKP karşıtlığından beslenen bir barış karşıtlığı var. Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış arayışını, politik bir çözüm iradesi olarak değil, sanki iktidara teslimiyetmiş gibi yanlış ve indirgemeci bir yerden değerlendirenler, barış sürecini daha en başından itibaren reddediyorlar. Buna, kendi içsel tarihsel bagajlarından dolayı ulusal sorunlar karşısında tutarlı bir barış perspektifi geliştiremeyen kimi sol çevrelerin mesafeli hatta kimi zaman düşmanca tutumu da eklendiğinde, barışın karşısında geniş ama dağınık bir blok ortaya çıkıyor.
İzlemekte olduğum bu paratikler beni, ‘bir grup ırkçı/militer azınlık dışında elbette bütün toplumsal kesimler barış için evet derler’ ezberim ile yüz yüze bıraktı.
Demek ki; Barış hepimizin hayali değilmiş. Barış dendiğinde tedirginlik ile kendi kuyularına dönmekte imtina etmeyen geniş kesimler varmış. Toplumun önemli bir kesimi hala şiddet dili ve ikliminde besleniyormuş.
Bunların önemli bir kesiminin bunu AKP/Erdoğan karşıtlığı üzerinden normalize etmeye çalışması ise adete bir akıl tutulmasına işaret etmektedir.
Dünyanın başka başka coğrafyalarında onlarca yıl çatışan, sonra da çatıştıkları güçleri askeri olarak ekarte edemedikleri için masaya oturan, sorunları müzakere eden pratiklerden adeta habersiz gibi söz ve eylem üretmektedirler.
AKP/Erdoğan ise bu gerçekliğin isismarı üzerinden kendisini daha güçlü bir şekilde konsolide etmeye devam ediyor. 1 Ekim 2025 TBMM’nin açılışından çalıştığı üç fotoğraf karesi ile kendisine ‘muhalif’ bütün parti ve çevreleri on beş dakika içinde yeniden Kürt Özgürlük Hareketi ve bileşeneri karşısında konumlandırdı. O üç kare fotoğraftan sonra bilcümle ‘muhalifler’ kendilerine tahsis edilen bu yeni alan üzerinden hamasetle konuşmaya, barış karşıtlığını argümante etmeye devam ediyorlar.
Tüm bu tablo bize gösteriyor ki, Türkiye’de barışa yönelen itirazların önemli bir kısmı rasyonel ya da tarihsel gerekçelerle açıklanabilecek tutumlar olmaktan çıkmış daha çok siyasal kimliklerin korunması ve toplumsal iktidar hiyerarşilerinin sürdürülmesi için üretilen reflekslere dönüşmüştür.
Barışın talep ettiği yüzleşme, hakikat ve eşitlik zemini, yıllardır resmi ideolojinin etrafında örülen aidiyet duygusunu tehdit ettiği anda, farklı toplumsal kesimlerde benzer bir savunma hattı üretiyor.
Barış, toplumu eşitleyen bir imkan sunduğu ölçüde, imtiyazların, konforlu rol dağılımlarının ve yerleşik milliyetçi anlatıların çözülmesine yol açıyor.
Bu çözülmeyi göze alamayanlar için barış, çatışmanın bitmesinden ziyade, alıştıkları dünyanın dağılması anlamına geliyor. Tam da bu yüzden barışa değil, barışın açacağı yeni toplumsal ve siyasal ufka itiraz ediyorlar: Çünkü o ufukta, devletin ve çoğunluğun ontolojik üstünlüğü artık tartışmaya açılıyor.
Tam da bu nedenle, “barışkarşıtları neye karşı?” diye sorduğumuzda, karşımıza yalnızca Kürt meselesine dair dar bir itiraz hattı çıkmıyor çok daha yapısal bir karşı oluş hali beliriyor.
Barışkarşıtları, barışın mümkün kıldığı yeni bir toplumsal düzen ihtimaline karşılar. Devlet merkezli yurttaşlık anlayışının çözülmesine, çoğulculuğun kurucu bir ilke haline gelmesine, eşitlenmiş bir kamusal alanın ortaya çıkmasına…
Kısacası, barışın zorunlu kıldığı dönüşüm ve yeniden inşa süreçlerine karşılar. Çünkü barış, mevcut siyasal düzenin kutsal ve dokunulmaz sandığı tüm kabulleri tartışmaya açar. Yıllardır topluma dayatılan “makbul vatandaş”, “değişmez devlet”, “tehlikeli öteki” gibi kategorilerin hükmünü zayıflatır.
Barışkarşıtlığının asıl kökü de buradadır. Barış, hakikati görünür kıldığı ölçüde, o hakikatin karşısında çıplak kalan iktidar yapılarını rahatsız eder.
Bu yüzden barışkarşıtları, barışa dair her ihtimali bir tehdit, her yüzleşmeyi bir saldırı, her eşitlenmeyi bir kayıp olarak okurlar. Onların karşı çıktığı şey barışın kendisi değil, barışın kaçınılmaz olarak dönüştüreceği hayatın ta kendisidir.
Barışın gerçek failinin devlet/AKP iktidarı olmadığının altını bir kez daha çizmekte fayda var. Barış, tepeden verilen bir lütuf değil; geniş toplumsal kesimlerin kendi öz güçleri, kendi mücadeleleri ve kendi hafızalarıyla kurduğu bir pratiktir.
İktidarlar, barışın ancak güç dengesi bozulduğunda ya da kendi çıkarlarını yeniden tahkim etmek istediklerinde kapısını aralar.
Oysa toplumsal barış, ancak halkların ve toplulukların birbirini duyması, eşitlik talebinde ısrar etmesi ve kendi barış gündemini bizzat üretmesiyle mümkün olur.
Bu yüzden barış, devletin izin verdiği ölçüde genişleyen bir alan değil; toplumun ısrarı kadar büyüyen, cesareti kadar derinleşen bir hakikattir. Gerçek barışın kaynağı da, garantisi de, taşıyıcısı da halkların kendi dayanışması ve mücadele pratiğidir. Barışın yolu iktidardan değil, toplumdan; yukarıdan değil, aşağıdan açılır.

Barış ve Demokratik Toplum Konferansı: AB barış sürecine arabulucu veya garantör olsun
(EJA/EMK)







