Gerhard Richter, 1962
Barış üzerine bir yazı. Aylardır düşünüyorum, ufak tefek bir şeyler karalamaya, yeni şeyler okumaya çalışıyorum. Neyin içinden geçsem, ne yazsam, ne dinlesem ve ne izlesem arka planda bu yazı.
Kafamdakini evirip çeviriyorum, hatta anlatıyorum ama yazmaya başlamakta zorlanıyorum. Bu zorlanmanın ağır basan nedenleri hem kişisel hem toplumsal her şey, ama asıl nedeni konunun kendisi.
Ve şimdi, sadece kafa dağıtmak için izlediğim bir Netflix dizisinin ardından başlıyorum notları bir kenara koyarak. Gece Yarısı Ayini. Dizi çok mu güzel, değil. Ama dedim ya işte, kafamda dönen durana oturttum galiba.
Bazen olur, eser sahibinin niyeti belki de başkadır ama siz onu alır başka yere kondurursunuz, ki sanatı da hayatımızda ilham kılan bu biraz da galiba.
İki soru
Yazmayı düşündüğüm soruyu İnsan Hakları Derneği Çanakkale’nin Eylül ayında gerçekleştirdiği bir oturum başlığıyla netleştirdim. Orada başlık bir arada yaşamın olanaklarıydı ama benim için soru barışın olanakları nerden başlar olarak şekillendi; çünkü uzun zamandır her birimiz biliyoruz ki iki soru birbiriyle hemhâl ve ikisine de ancak böyle cevap aranabilir.
Dizi de bana şunu sordurttu: açık kötülük karşısında -ister deyin adaletsizlik, ister haksızlık, ister faşizm- inançlarımızın, siyasi fikirlerimizin ya da neyse dayanak noktamız, o bakışın/duruşun bizi nereye kadar duymaz, nereye kadar konuşmaz, nereye kadar görmez kılmasına izin veririz? İzin verirsek hedefimize ilerleyebilir miyiz?
Cevapları pek çok kez verilen, binlerce yıllık sorular tabii bunlar. Ama işte dönüp dolaşıp bir yerde bitmiyor bu sorulara hâlâ kafa yoruşumuz.
Hele ki şu an içinden geçtiğimiz derin küresel krizin içinde, bütün cevapları yeniden gözden geçiriyoruz, bütün soruları “ilk” kez soruyoruz. Sormalıyız da.
Barış hakkında yazmanın zorluğu da bu gerekliliği sağlayan siyasal, ekonomik ve toplumsal koşullarda gizli. Türkiye’ye özgü olmayan krizin, Türkiye’ye özgü koşullarının bizim için günlük hayattın akışından büyük siyasi analizlere içimizde ve tenimizde yara açarak geçtiği bir dönem.
O yüzden belki de en baştan başlamak gerekir ilk soruya cevap ararken; artık koca bir literatürle ve derin bir deneyimle aştığımızı düşündüğümüz barış sadece savaşmamak değildir denklemine.
Bu denkleme geri dönme niyetim, burada yeniden derin barış, yapısal barış gibi kavramlara girmek veya savaş başlığı altında şiddet çeşitlerini ele almak değil. Niyetim, barışın olanaklarını ararken, savaşa içkin militarizmden yola çıkmak.
Çünkü savaş nasıl artık “iki veya daha fazla devletin giriştiği silahlı mücadele” tanımının çok ötesinde taraflara, içeriğe ve anlama sahipse, militarizm de “bir ülkede ordunun gücünün aşırı derecede ağır basması” değil sadece.
En azından eleştirel akademik tartışmalarda, toplumsal cinsiyet çalışmalarında ve alternatif barış arayışlarında bu tanımların çok ötesine geçtiğimiz malum.
Ordu
Türkiye’de de 2000’lerde artan bir şekilde militarizm tartışması her alanda yer buldu. Üstelik Ergenekon ve Balyoz davalarının ardından ve 2016 darbe girişimi sonrasında ordunun rolü de görünürlük anlamında geçmişe kıyasla oldukça azaldı.
Artık genelkurmay başkanının adı mutlaka ezberimizde değil, her siyasi çalkantıda Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (STK) bir açıklama beklenmiyor.
Bunlar önemli, ama militarizmin sona erdiğini gösteren emareler değil tabii. Sonuçta hâlâ hem iktidar hem de muhalefetin geniş bir kesimi ordunun milliyetçi taban nezdindeki sembol ve anlamını koruyorlar, devletin bekâsı ve ulusal çıkar temaları adeta bir koruyucu kalkan, militarizmin ıslah edici, tek tipleştirici ve ezberci söylem ve uygulamalarıysa Türkiye’de otoriter rejimin olmazsa olmazları.
Üstelik Kürt meselesi başta olmak üzere, her meseleye ve soruna karşı güvenlikçi politikaları baş tacı eden rejim, barışa dair her sözü ve eylemi de gayet rahat bir güvenlik sorunu olarak lanse etmeye devam ediyor.
Kısaca, velev ki ordunun görünürlüğü biraz azalmış olsun, militarizmin cinsiyet rollerinden günlük hayata her alanda ve her seviyede kutuplaştırıcı ve egemenlik kuran dili ve uygulamaları yürürlükte.
"Ötekimiz"
Militarizmi tüm bu özellikleriyle iktidarla ilişkilendirerek uzun zamandır tanımlıyoruz. Konuşuyoruz, yazıyoruz (yapılabildiği kadar), daha da yapmalıyız. Hem karşımızdakinin nerde durduğu ve nasıl tanımlanacağı önemli, hem de barışın önündeki en büyük engel olduğu aşikâr.
Bu kabulle, bu yazıda barışın olanaklarını ararken “karşı taraftan” başlamadan, nereye bakabiliriz sorusundan başlamak istiyorum. Derdim, peki ya kendimiz militarizmin ıslah edici, ezberci ve egemenlik kurmaya yatkın dilinden ne kadar muafız?
20 senedir AKP iktidarı altında mücadele ederken, içinde ordusu olmayan ama bir orduymuşçasına safları tek tipleştirmeye çalışan hamlelerden, AKP’nin günlük pratiği haline gelen kutuplaştırma siyasetinden ve yaftalamalardan biz ne kadar uzağız?
Bu her yeri kaplayan “hava kirliliğinden” etkilenmemiş olmak mümkün değil, ama etkilenmemiş gibi yapmak mümkün mü? Elbette ki farklı zeminlerde, farklı yoğunlukta ve farklı araçlarla, ama kendi mahallelerimizde de soluduğumuz bir hal bu.
O zaman, barışı talep ederken, önce kendimizden yola çıkmayalım mı? “Şu işler bir hallolsun da, kadın hakları sonra” diyen siyasetten miras, “hele bir şunlar gitsin de, sonra kendimize de bakarız” ertelemesinin bize nasıl bir kalıcı barış getireceğini düşünüyoruz?
Kendi “ötekimiz”le kurduğumuz ilişkinin niteliğini ve biçimini tartışmadan, olası bir geçiş döneminde nasıl talepler şekillendireceğiz?
Gece Yarısı Ayini’nde “kötü”yü dinden referansla meşrulaştırırken, bir cemaat olarak hareket etmenin o birliktelik ruhu içinde tüm hak ve ödevleri ve insana dair ilkeleri nasıl ortadan kaldırdığını, bireyin kendi sorumluluklarını nasıl “hiçleştirdiğini” gözümüze sokarak vermişler.
Türkiye’de ve dünyada kimseye yabancı olmayan bir mesele ve elbette bu konuya yeniden dönmenin küresel çapta içinden geçtiğimiz krizle derinden bir bağı var.
Ama dizideki Crockett Adası sadece bir ülkeyle mi özdeş düşünülebilir, ya da sadece “ötekimiz”le? Aynı zamanda her birimizin kendi “mahallesi”nin de bir Crockett Adası olma ihtimali var mı sorusunu atlamamak gerekiyor sanırım.
Kendi mahallemizi savunurken, korurken, adalet ve hakikat mücadelesini gözetecek miyiz, yoksa biz de “çok çektik, şimdi bizim hakkımız” kolaycılığına sığınarak ve hakikate değil, hırsa yenik düşen referanslar yaratarak yeni bir AKP tuzağına mı düşeceğiz?
"An"
Bu sorulara yanıt vermek olanaklı mı? Çok zor kabul edelim, hele de bunca baskı altında, hele de kaybettiğimiz ve kaybedebilecek olduğumuz bunca insan, bunca hak karşısında.
Sadece Türkiye özelinde değil, küresel çapta öyle derin bir siyasal krizin içinden geçiyoruz ki, her gün empati yetimiz biraz daha köreliyor zaten.
Sürekli sorunlara acil cevaplar arayışında, her birimiz hep Sisifos’la yola devam ediyoruz. Lakin ne hilekârız, ne de taşlarımız anlamsız yükler. O kadar yoğun, acı ve ağır ki gündem, durup da yukarıdaki soruları değerlendirecek, taşlarımızı her boyutuyla inceleyecek bir “an” bile yok çoğu zaman.
“An” derken kastım, bireysel bir “anı yakala, kendine dön” değil elbette, tam tersine geleceğe birlikte, yeni bir toplumsallık içinde örgütlü bir şekilde bakmak için gerekli bir değerlendirmeden bahsediyorum.
Siyasi ve ekonomik konjonktürün hal-i pür meali veriyken ve her birimizin nasıl olması gerektiğine dair tahayyülleri –iyi ki- varken, bunları kaybetmeden bir adım geriden başlamak gerektiğini düşünüyorum kalıcı barışa dair kalıcı söz üretebilmek için.
Nerde yenildik, nasıl yenileniriz, neye ihtiyacımız var?
Onlar yanlıştı tamam, ama bizim hatamız ne?
En çok ihtiyaç duyduğumuz, yıllardır anti-demokratik bir rejim altındayken kendi içimizde demokrasi ne halde meselesini de tartışmak. Aşağı yukarı her birimizin kendi muhalif mahallesinde o mahallenin “kod”una yönelik herhangi bir soruyu, eleştiriyi duymazdan gelmek ya da had bildirerek susturmak ya da doğrudan “öteki” olarak yaftalayarak kutuplaşmayı içerden yeniden üretmek dikkat çeker bir hal aldı.
Bazen “kahramanlığı” neden ve kime karşı, kimi “canavarlaştırarak” yaptığımızı kaçırdığımız gibi, kahraman ve canavar ikilemine ihtiyacımız var mı sorusunu da kaçırdığımızı düşünüyorum.
Phillip Roth açıklıyor “...Mitoloji devler, canavarlar ve yılanlarla dolu değil mi? Seni bir canavar olarak tanımlayınca, kendini de bir kahraman olarak tanımlıyor.”
Mitlere karşı değil miydik ya da olmamalı mıyız? Kahraman arıyorsak veya olmak istiyorsak, bunca şeyden sonra, havadaki zehri ne kadar soluduk kim bilir? Bize kalan kendi iktidar alanlarımızda mitlerin yardımıyla egemenlik kurmaya mı çalışıyoruz, yoksa daha büyük bir değişim talebimiz mi var?
Bu sorulara yanıt ararken yukarıdan değil, aşağıdan, göstermelik değil gerçek çoğulcu bir tartışma zemini içinde, herkese ve birbirimize söz hakkı tanıdığımız zaman barışı toplumsallaştırabilir gözüküyoruz. O zaman, barışı “başkalarından“ bizim adımıza gerçekleştirmesini beklemediğimiz, kendimizin çoktan inşa etmeye başlamış olduğu bir hayatın niteliği olarak karşımızda bulacağız sanırım.
Öte yandan, ben de işte yazının başından beri bir “biz” tanımıyla gidiyorum. Okuyan herkes kendi durduğu yerden ve kendini içinde gördüğü bir muhalif mahallenin içinden okudu bu “bizi” büyük ihtimalle.
Ve tam da o noktada, doğrudan örnek vermeyen bu sorular anlamlı geldiyse, zaten bütün muhalif mahalleleri kesen bir ortak halden bahsediyoruz demektir.
Yine de, yazıdaki “biz”i bu haliyle bırakmak bütün bu soruları afakî kılacaktır. Benim kast ettiğim “biz” epey geniş ve en genel tanımıyla, “bu böyle gitmez de, biz ne yapmalıyız yeniden evrensel insan haklarını temel alan, eşitliği ve özgürlüğü birbirinden ayırmayan bir demokrasi için” diyenler.
Bu tanımı geniş ve soyut tutmanın barışın olanaklarını ararken kötümser bir başlangıç olduğunu düşünenler olabilir; ya da bunu bir yanıt kabul etmeyenler.
Lakin tam da temel ilkelerini sağlam kuran ve sınırlarına duvarlar çekilmemiş “biz”in belki de barışa dair elimizdeki en büyük imkan olduğunu düşünüyorum, yeter ki içerde kendi terbiye sopalarımızın neler olduğunu, hakikat ve adalet arayışımızda kendimizin nerde tökezlediğini de hesaba katarak yola koyulalım, AKP rejiminin eleştirdiğimiz kutuplaştırıcı dilini içerde yeniden üretmeyelim, cezasızlığa prim vermeyelim ama cezasız suçlar da üretmeyelim.
"Denge"
Kriz zamanlarının ifrat-tefritlerinden hiçbirimiz muaf değiliz, ama krizden çıkmak için bir dengeye ihtiyacımız olduğu aşikar. Orta yolcu veya popülist bir dille pek çok sorunu halı altına süpüren bir “denge” değil kastım elbette, zor bir yolu değişimi arzulayarak yürümemiz için gereken denge, “demos”u ararken kurmak için.
Hiç bölünmediği kadar bölünmüş bir toplumda, bu sefer de yolda giderken kuralım “biz”i. Kesişen kümelerimiz, bizim umut kaynağımız, rejimin korku kaynağı.
Tam da bu nedenle Suruç’u, 10 Ekim’i yaşamadık mı, bu nedenle en çok dayanışarak yan yana durduğumuz yerlere şiddetle müdahale etmediler mi?
Tek tek değil, birlikte kurtuluşun mümkün olduğunu anlayanların “biz”ine ihtiyacımız var barışı kurarken; kendi mahallemizden başlayarak, yılmadan; dinlemeyi, duymayı, tartışmayı ve sorunların çözümünü hiç gelmeyen bir “zaferin” sonrasına bırakmadan.
Sonra belki bir gün bakarız, barışız. (EA/APK/KU)
Yazının arkasında çalan eserler:
- Etienne Balibar, “Egaliberte Önermesi”, çev. Abdurrahman Aydın, Ayrıntı Dergi, Ocak 2015.
- Gece Yarısı Ayini, Netflix, 2021.
- Phillip Roth, İnsan Lekesi, çev. Suzan Arak Akçora, İstanbul, Ayrıntı, 2011.
- Wendy Brown, Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul, Metis, 2017.
BARIŞA BİR YOL AÇMAK İÇİN
1- "Barış" niçin ana sorunumuz değil? TANER AKÇAM
2- Barış hakkı ve mücadelesi HAKAN TAHMAZ
3- Barış siyaseti SAMİ EVREN
4- Yaşar Kemal'in barış mesajı YAŞAR KEMAL
5- Barış hepimizin meselesi... #Hadi SEVİLAY ÇELENK
6- HDP Batman milletvekilinin 9 günü NECDET İPEKYÜZ
7- Barış hakkını savunarak yol bulunabilir! ÖZTÜRK TÜRKDOĞAN