Savaşın kazananı var mıdır sorusuna kim olsa, yoktur cevabını verir. Çünkü bir savaşın sadece kaybedeni olabilir. Hepimiz kaybederiz. Hep birlikte yuvarlanırız o kanlı çukura. Ancak bu hep birliktelik hali kadınlar ve çocuklar söz konusuyken altüst olur. Çünkü kaybedenlerin de kaybedenleri vardır. Savaşın taşıdığı yoksulluk ve yoksunluk önce onların boyunlarına dolanır. Kalpleri yalnız oyun bilen çocuklardır –kimseyi gözetmeksizin- misket gibi dağılan bombaların hedefi. Kadının bedenidir girilmesi/zapt edilmesi gereken düşman toprakları. Kadının bedenidir –sanki sadece- erkeklerden müteşekkil o toprakların namusu. Korunması ya da kirletilmesi gereken tek bir sözcüğün esir aldığı kadın bedeni. Oysa tüm postalların rengi aynıdır değil midir? Tüm silahların namlusu aynı ölümü fısıldamaz mı?
Bir de mübahlar vardır savaş ikliminde. Özgürlükler kısıtlıdır ve bu normalleştirilmiştir. Dahasını istemek hıyanettir. Sabretmek gerekir. Sevdiceğini bekleyen, beklerken de gözlerinin ıslak ılıklığını içinde saklayan, sessizce bağırıp, sessizce susan kadınlar gibi…
Savaş ekonomisinin çarkı döndükçe, hepsi de yoksul sınıfından, genç bedenleri öğütür. Ölümün elleri birbirinin benzeri evlerin pencerelerinden sarkıtır aynı anlı şanlı bayrakları. Ölümün elleri bir ananın yüreğini oracıkta çıkarır atar. Acı tam orada oturur yüzlerinin çizgisine. Ağlama! Lanet etme! Vakurca kabullen! Senden beklendiği gibi…
On yıllardır savaşın hayatlarımızın çerçevesini çizdiği bir coğrafyada, tam da barışı söylemeye ve barışı eylemeye durduğumuz şu günlerde Festival’deki filmler süreç üstüne düşünmemize, sözümüzü üretmemize ve o sözü çoğaltmamıza fırsat veriyor. Savaşın kayıplarının hayatımıza doğrudan girmediğini düşünenlerdensek eğer, yıllardır mevsimlerden savaşken sanki dört mevsim yaşıyormuşuz yanılgısını nasıl büyüttüğümüze; bu yanılgı içinde neleri kaybettiğimize ve en önemlisi neye dönüştüğümüze dair ufuk açıcı olabilecek bu filmlere mutlaka bir uğramalı…
16. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde savaştan farklı öykülerle söz eden filmler de var. İşte onlardan birkaçı:
Djamila Sahraoui’nin yazıp yönettiği ve anne rolüyle kamera karşısına geçtiği “Yema/Anne” adlı film, Cezayir kırsalında geçen adeta bir Yunan tragedyası. Savaş fonunda evlatları aşk için birbirini öldüren bir annenin umuda tutunma öyküsü.
Mizgin Müjde Arslan imzalı “Ben Uçtum Sen Kaldın” bu yıl festivallerde fırtına gibi esti. Barış olacak mı olmayacak mı bekleyişi sürerken, bu film bir yüzleşme hikayesi olarak beyazperdeye yansıdı. İstanbul'dan Mahmur Mülteci Kampı'na uzanan bir yolculuk ve hiç görmediği gerilla babasını arayan bir kadının hikayesi…
Avusturyalı yönetmen Natalie Hala’nın yazıp yönettiği “Separated/Duvar” ise daimi savaş koşullarının hüküm sürdüğü Filistin’de, Batı Sahara’da güvenli bölge yaratmak uğruna örülen duvarın iki yanına bakıyor. Mayın temizleyen kadınlar, 11 metrelik duvarın dibinde karşıda kalan yakınlarını görüp de onlara dokunamayanlar, savaşların insanlar üzerindeki etkisine somut bir örnek.
Michaela Kezele’nin filmi “Güzel Yurdum” ise 90’ların sonunda Sırplar ve Arnavutlar arasındaki çatışmayla başlayan hikayesini, oğlu öldürülen bir kadının dramıyla sürdürüyor ve NATO’nun Kosova’yı nasıl yıktığını etkileyici bir dille anlatıyor.
Bosnalı yönetmen Aida Begić’in “Djeca/Saraybosna’nın Çocukları”, Yugoslavya iç savaşı sırasında anne babaları öldürüldüğü için yetimhanede büyümüş iki kardeşin öyküsünü anlatıyor. Savaşın izleri, ekonomik zorluklar ve suç örgütleri arasında umudunu korumaya çalışan çocukların bu mücadelesi Bosna’nın geleceğine de ışık tutuyor. Film, Oscar ödüllerine Bosna Hersek’in adayıydı. (İS/AS)