Psikolojinin savaşa destek amacıyla kullanıldığı birçok örnek biliniyor; barışçıl bir dünya için kullanıldığı örnek sayısı ise çok az.
Barış psikolojisinin bir alt-disiplin ve inceleme alanı olarak paylaşım savaşlarında oluştuğu ve savaş-karşıtı 68 kuşağında doruğa ulaştığı söylenebilir.
Soğuk Savaş döneminde, daha çok, bir nükleer felaketi önlemeye, dolayısıyla halkların ve genel olarak toplumsal grupların kardeşliği yerine siyasetçiler arası diyaloga odaklanan barış psikolojisinin bir kolunun, Soğuk Savaş’tan sıcak savaşlara geçildiği 90’lı yıllarda ve sonrasında, kurumsal etkileri yok sayan bir yöne savrulduğu gözlemleniyor. Bu yaklaşımlarda, barış, önyargıların ve ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına indirgeniyor. Bunları sorgulayan eleştirel bir barış psikolojisinin ana hatlarını çizmeye çalışalım. Barış psikolojisinde öne çıkan konu başlıkları şunlar:
Psikolojizasyon:
“Toplumsal olguları ve olayları psikolojinin kavramsal araçlarına uygun biçimde yeniden değerlendirmek” olarak kısaca tanımlanabilecek psikolojizasyon, savaşı ve barışı savaş ve barış yanlısı tutumlar gibi psikolojik değişkenlere indirgiyor. Böylece, barışı getirmenin yolunun tutumları değiştirmek olduğu biçiminde idealist bir açıya kayılıyor. Diğer bir deyişle, toplumsal olgu ve olayların ve en başta toplumsal kurumların tutumlar üstündeki etkisi gözden kaçırılıyor ve barışın yolunun basit bir tutum değişiminden geçtiği düşünülüyor.
Bu yaklaşım, önyargıların kalkışıyla barışın geleceği biçiminde bir yanılgıya sahip. Oysa, psikolojizasyon, toplumsal bilimlerin diğer dallarını dışarıda bırakmak zorunda değil. Başarı şansı yüksek bir barış psikolojisi, psikolojinin barışa katkı sağlayacak bilim dallarından yalnızca biri olduğunu unutmamalı ve toplumbilim ve hukuk başta olmak üzere diğer alanlardan beslenmeli. Buna diğer alanlarla sınırlarının keskin bir biçimde çizilmemesi anlamında ‘geçişli bir psikolojizasyon’ diyebiliriz.
Patolojizasyon:
Psikolojiye dışarıdan bakışlar, onu psikolojik bozukluklara odaklanan klinik psikolojiden ibaretmiş gibi sanıyor. Kamuoyunda genellikle klinik psikologların daha çok yer tutması da, bu yanlış algıyı güçlendiriyor. Oysa, psikologlar içinde çok azı klinik psikolog olarak çalışıyor. Dolayısıyla, psikoloji bilgisi ve uygulamaları, klinik psikoloji dışındaki sosyal psikoloji, endüstri psikolojisi, eğitim psikolojisi, gelişim psikolojisi vb. alanlarda da kendine geniş bir yer buluyor. Kamuoyundaki yanlış algı, toplumsal çatışmalar başta olmak üzere birçok toplumsal sorunu, psikolojik rahatsızlıklarla ilişkilendirmek gibi yanlış bir sonuca yol açıyor. Dolayısıyla, ortalık, ‘paranoyak toplum’, ‘şizofren millet’, ‘anti-sosyal lider’ vb. ifadelerden geçilmiyor. Oysa, bireysel kategorilerin toplumlara ve topluluklara uyarlanmasında çeşitli sorunlar bulunuyor. Bir kere, bu tür ifadeler, toplumlar, topluluklar ya da siyasal liderler üzerinden, birtakım kötülükleri aklamış oluyor. Kötülükler hastalıklarla ilişkilendirilince, ironik bir biçimde normalleşiyor ve hatta cezasız kalmaları da olağan uygulama olmaya başlıyor. E ne de olsa onlar hasta...
Bu tür patoloji (psikolojik rahatsızlık) kategorilerinin bir halkla ya da ulusla ilişkilendirilmesi ise, hem o halka ya da ulusa özcü bakmak (yani bu halkın/ulusun her üyesinin birbirine benzediği ve birtakım benzer çekirdek özellikleri taşıdığı gibi bir varsayımla yaklaşmak) hem de tersinden ya da düzünden ırkçılık yapmak anlamına geliyor. Örneğin, “falanca millet de çok paranoyak” dediğimizde, bu millet hangisi olursa olsun, aslında genelleme ve daha da kötüsü kalıpyargılama (stereotyping) yapmış oluyoruz. Dahası, toplumsal çatışmalara hastalık eksenli bakışlar tıbbi modele dayanıyor.
Tıbbi model ise, tanı ve tedavi döngüsüne yaslanıyor. Yani hastalık baştan varsayılıyor ve reçete kesiliyor. Oysa, toplumların (hasta sayılsalar bile) nasıl tedavi edileceğiyle ilgili olarak elimizde bir reçete bulunmuyor. Örneğin, tıbbi modelle birtakım tanılar konulabilecek Nazi Almanyası ve Hirohito Japonyası gibi örneklerde, insanlar, faşizmden arınmak için bir tedavi sürecine girmediler. Yenildiler; büyük şok yaşadılar; çeşitli travmalardan sonra, faşizmin patolojiyle ilişkilendirilebilecek boyutları, kimilerinde hızlı kimilerinde daha yavaş olmak üzere sönümlendi (elbette bu iki ülkede, faşizmin başka biçimlerde sürdüğünü de söyleyebiliriz). Dolayısıyla, toplumsal bozukluklara yenilgiyle sonuçlanacak bir savaş dışında bir tedavi de henüz bulunabilmiş değil. Üstelik yenilgiyle sonuçlanan başka savaşlarda (örneğin 1. Paylaşım Savaşı sonrası Almanya), tedavi sürecinin tam tersine, ‘hastalığın’ daha da ilerlemesinin sözkonusu olduğunu da görüyoruz.
Üçüncü olarak, psikopatolojideki normal ile anormal arasındaki keskin ayrımlarla ilgili eleştirilere dikkat çekmek gerekiyor. Normal ile anormal arasında bir süreklilik var. Yin-yang gibi, normal olanda anormal öğeler; anormal olanda normal öğeler olabiliyor. Normal öğeler ne zaman anormal sayılabiliyor? Bir tanıma göre, kişi, bu öğe nedeniyle, günlük işlevlerini yerine getiremediğinde. Örneğin, evden çıkarken elektriği birkaç kere kontrol ediyorsa titiz biri; ama bu kontroller nedeniyle sürekli olarak işine geç kalıyorsa anormal biri olarak görülüyor. Bu görüşü toplumsal kategorilere uyguladığımızda, ‘toplumsal paranoya’ olduğu ileri sürülen kimi özelliklerin kişilik farklarına koşut bir biçimde toplumsal farklılıklar olarak ifade edilebileceğini söyleyebiliyoruz. O zaman, bireyin günlük işlevlerine koşut olarak toplumsal işlevleri düşünmemiz gerekiyor. Bu yaklaşım, topluma işlevselci bir bakışla baktığı için eleştirilebilir elbette.
Ancak, tartışmanın gerekleri açısından, karşılaştırmayı sürdürelim: Savaşın da barışın da toplumsal işlevleri olduğunu söyleyebiliriz. Savaş, olağanüstü koşullarda, barış yanlıları başta olmak üzere muhalifleri saymazsak, toplumu biraraya getiren bir tutkal işlevi görebiliyor. Bu, savaşın iki tarafı için de böyle. Hatta “bu tutkalın gücü, savaşın sonucu için en önemli etkenlerden biridir” diyebiliriz. Dolayısıyla, savaşların, katliamların ve nice toplumsal kötülüğün toplumsal işlevleri olduğuna göre, savaşı ve barışı psikolojik rahatsızlıklarla açıklamanın geçersizliği ortaya çıkar. “Birey değil; toplum, hasta” demek, yazınsal olarak hoş görünüyor ama bilimsel olarak geçerli değil.
İtaat/Uyarlık ve İtaatsizlik/Uymazlık:
Barış psikolojisinin dünyada ve Türkiye’de toplumsal çatışmalarla oranlandığında cılız kaldığını söyleyebiliriz. Bu durumu toplumsal kurumların barışçıl değil büyük ölçüde savaşçıl temellere sahip olmasıyla ilişkilendirebiliriz.
Bu sorunun bir diğer boyutu, akademik psikolojinin uyarlığa (itaate), uymazlığa (itaatsizlik) göre daha çok kaynak ayırmasıdır. Ana-akım psikoloji, özellikle de ana-akım sosyal psikoloji, daha çok, insanların neden uyarlıklı (itaatkar) olduğuna odaklanmıştır; belki de bu, tam da toplumsal bilimlerin Foucault’gil denetleme işlevinden kaynaklanmaktadır. Egemen güçler, toplumun uyarlıklı olmasını istediğine göre, ana-akım psikolojinin de ağırlıklı olarak uyma davranışına odaklanmasına şaşmamalı. Daha az sayıda yapılan uymazlık araştırmaları, barış psikolojisi için kilit önemde; çünkü savaş koşullarını yaşamış insanlardan kimisinin neden barış yanlısı olduğunu saptarsak, bu barışçıl kişilik özelliklerini destekleyici ve pekiştirici toplumsal kurumları inşa etme olanağımız olur. İnsanlar nasıl olup savaşta sağlıklarını ve yakınlarını yitirmelerine karşın yine de barış isteyebiliyorlar? Eleştirel psikolojinin bu konuya odaklanması gerekiyor. Bu konuya odaklanmanın yolu, araştırma yapılacak örneklem grubunun ortalama insanı değil, tersine barış mücadelesinde öne çıkmış kişileri temsil etmesi olacaktır.
Ölçek Sorunu:
Aslında, tüm bu tartışmalara girmeden önce, netleşilmesi gereken yaşamsal bir konu var: Ölçek sorunu. Çatışmalar, uluslar arası, sınıflar arası, kuşaklar arası, siyasetler arası, gruplar arası, bireyler arası, grupla birey arasında, devletle vatandaş arasında, devlet içinde vb. olabiliyor. Aslında, çatışma, tüm toplumsal ilişkilerin bir gerçeği ve güçlü bir olasılığı. Dolayısıyla, çatışmaların olmaması anlamında tanımlanabilecek bir barış, her ölçekte istenen ve özlenen bir durum olmayabilir. Çatışma, her zaman kötü değildir. Çatışmasız bir hayat, aynı zamanda, egemenlerin uyruklarını tek bir kalıba sokmayı başardığı bir hayat olacaktır. Herkes birbirinin tıpkısıysa, orada çatışma olmaz. Demek ki, her barış da özlenir barış değildir. Toplumdaki farklılıkları yoksayan bir barış, ana-akım barış psikolojisinin temellerini oluşturabilir; ama eleştirel bir psikoloji, birbirine benzeten bir barışa değil, birarada yaşama olasılığına vurgu yapan bir barıştır. Eleştirel bir barış psikolojisi, her ölçekte barışı hedeflememelidir. Örneğin, gruplar arası barış talebi, kendiliğinden biri sınıflar arası barış talebi olarak formüle edilemez.
Öte yandan, çatışma türlerinin tüm bu değerlendirmelerde ana noktalardan bir diğeri olacağını da anımsamalıyız. Bir çatışma türü olarak fiziksel çatışma, diğer çatışma türlerine göre daha görünürdür. Barış psikolojisinin daha çok buna odaklandığı görülmektedir. Oysa, fiziksel çatışmayı barışı ortadan kaldıran bir neden olarak değil, barışsızlığın bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Böyle bakılınca, fiziksel şiddeti önleyecek adli önlemler yerine, şiddetin köklerine değecek toplumsal önlemler ön plana alınır. Tıbbi modele bağlı kalınacaksa, burada, fiziksel şiddet, hastalığın kendisi olarak değil hastalığın bir belirtisi olarak görülmelidir. Ancak, yukarıda, tıbbi modelin sakıncalarına girdiğimiz için, bu noktayı açmıyoruz.
Dolayısıyla, barış psikolojisi, çatışmanın ölçeğini, türünü ve nedensel ya da etmensel yapısını ayrıntılı bir biçimde çözümlemelidir. Barış, klinikte sağlanamaz; ancak, hastalığa olmasa da toplumsal soruna öncelikle doğru tanıyı koymak gerekir. ‘Hasta toplum’ ifadesi, ‘tedavi’ isterken; ‘tanısı konmuş sorun’ ‘çözüm’ ister.
Çözüm, tedaviye göre, toplumsal bağlama çok daha uygun bir kavramsallaştırmadır. Aynı biçimde, çatışma, herzaman kötü olmadığına göre, çatışmasızlık anlamındaki bir çatışma çözümü kavramsallaştırması yerine, çatışma yönetimi kavramına odaklanılmalıdır. Farklılıklar ve onlardan ileri gelen çatışmalar, kaçınılmazdır ve aynı zamanda, gelişimin motorudur. Bu çatışmaların yumuşak zeminlere çekilmesi gereklidir. Çatışmalar çözülemez ama yönetilebilirler.
Kutuplaştırma:
Savaşın tarafları, öteki üstünden benliklenme ya da çoğuluyla dile getirecek olursak ötekiler üstünden bizliklenme sürecinden sık sık yararlanmaktadırlar. Çoğunlukla, tarafların benzerlikleri yerine farklılıkları vurgulanmaktadır; çünkü bu, iç politikada daha fazla destek anlamına gelecektir. Bu nedenle, barış psikologları, iki tarafın kimlik övgücülerinin tersine, benzerlikleri (örneğin yemekler, gelenekler vb.) vurgulamak durumundadır.
Savaş çığırtkanlığının bir boyutu da, ‘insandışılaştırma’ olarak adlandırılabilecek görüngüdür. Buna göre, savaşın tarafları, savaşın ve barışın ‘insani’ yanlarını ellerinden geldiğince geri plana atmaya çalışırlar. Karşı tarafın ailesi, sevdikleri yokmuş gibi; doğma büyüme canavarlarmış gibi bir algı yaratılır.
Bu algının sonuçlarından biri, o gruba ait tüm üyelerin yapılan tüm kötülüklerden eşit derecede sorumlu olduğu biçimindeki yanlış düşüncedir. Bu düşünce, yeni toplukıyımlara ve hatta soykırımlara davetiye çıkarmaktadır. Bu nedenlerle, yukarıdaki çatışma ölçeği ve türü gibi ölçütler incelendikten sonra, bağlamın gerektirdiği ölçüde, benzerlikler vurgulanmalı ve çatışma, insanileştirilmelidir. Bunu kültürler bağlamında düşünürsek, diyebiliriz ki; tüm kültürler, birbirine benzer ve aynı zamanda, birbirinden farklıdır. Amaç savaş çıkarmak ya da süregiden bir savaşa taze kan sağlamaksa, farklılıklar vurgulanır; barış inşa etmekse, benzerlikler. Ayrıca, bir tarafı tek taraflı olarak suçlu ilan etmek doğru olabilir; ama bunun barışı getireceği kuşkuludur.
Savaşçıl Kurumlar:
Bir ülkede savaş işlevselse, kendi savaşçıl kurumlarını yaratır. Bunun sonucunda, savaşçıllık tüm toplumda kök salar. Bu kurumlarla ilgili olarak ilk akla gelen örnekler, okul, aile, medya ve hukuktur.
Barış, bu kurumların dönüştürülmesinden geçmektedir. Önyargı, ayrımcılık ve kalıpyargılar gibi psikolojize edilmiş öğeler, ana değişkenler değil, ara değişkenlerdir. Gruplararası fiziksel şiddet ve/ya da devlet şiddeti, cezasız kaldığında kurumsallaşmakta; dolayısıyla önyargıların ortadan kalkması, gruplararası fiziksel şiddeti önleyememektedir. Şiddet ‘olay’larından sonra, şiddet uygulayan kişi, “falancaları severim; bugün karşımdaki farklıydı, şöyleydi böyleydi” gibi istisnai durumlarla şiddeti gerekçelendirebilmektedir. Hukukta ‘münferit bir vaka’ olarak adlandırılan bu durumun psikolojideki karşılığı, benzeştirme (asimilasyon) yanılgısıdır. Bu örnekte, şiddet uygulayan kişinin benlik algısı değişmemekte; algı, örneğe değil, örnek, algıya uydurulmaktadır.
Savaşın kurumlarının içselleştirilmesinde, çocuklukta maruz kalınan toplumsal etkilerin önemine değinen birçok görüş vardır. Öte yandan, çocuklukta yaşananların yetişkinliği bağlamadığına dair görüşler de bulunmaktadır. Birincisi doğru olsaydı, savaş koşullarında yaşayan çocukların yetişkinlikte barış yanlısı olabilmesini açıklayamayacaktık. İkincisi doğru olsaydı, bu kadar çok yetişkinin tüm barış çağrılarına karşın yine de savaşseverliğe devam etmesini açıklayamayacaktık. Dolayısıyla, bu konuda, bireysel farkların etkili olduğunu söyleyebiliriz. İşte tam da bu nedenle, yukarıda belirtildiği gibi, barış yanlılarının kişilik özelliklerine odaklanan araştırmalar yapmak, daha da önem kazanıyor.
Devlet ve Halk Ayrımı:
Yazının başında, bir dönem barış süreçlerinin halklar arası kardeşlik ve dayanışma duygularının geliştirilmesi yerine, siyasetçiler arası diyaloga odaklandığını belirttik. Siyasetçiler arasındaki diyalogların halklarda bir karşılığı olmadığı için, halk açısından monologlar olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Bu yanlış yönelimin bir boyutu da, halkları onları temsil etme iddiasında olan devletler ya da siyasetçiler üzerinden değerlendirmek olacaktır. Yapılan birçok kötülükten halkların değil siyasetçilerin sorumlu olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Dolayısıyla, gruplar arası çatışmaların, devletle yurttaş arasındaki ya da siyasetçilerle halklar arasındaki çatışmalarla içiçe geçtiğini dikkate almamız gerekiyor. Bu nedenle, barış psikolojisinin en güçlü biçimde beslenmesi gereken kaynaklardan birinin eleştirel düşüncenin süzgecinden geçmiş politik psikoloji yaklaşımları olduğunu söyleyebiliriz. Egemen güçlerin istediği türden bir barışa niyetlenen politik psikolojiler (örneğin yaygın dolaşımda olan çeşitli psikodinamik yaklaşımlar), bu süzgeçle elenip daha ileri taşınmamalıdır.
Devletle ya da siyasetçilerle halkları özdeş kılmak, demokrasi varsayımına dayanıyor. Demokratik olmayan bir düzende, devlet de siyasetçiler de, halkı değil iki tarafın egemen güçlerini temsil ediyor. Bir siyasal düzen, demokratik olarak tanımlanabilse bile, bu, her kararda halka sorulacağı anlamına gelmiyor. Dolayısıyla, devleti ya da siyasetçileri halklardan bağımsız olarak ele almak için birçok gerekçemiz bulunuyor. Ancak, bu, bizi, halkı siyasetdışı tariflemek gibi bir hataya da düşürmemeli. Bu konuda daha fazla düşünce üretmek gerekiyor.
Barış ve Ateşkes Ayrımı:
Savaşçıl kurumların dönüşümünü talep ederken, barış ile ateşkes arasındaki farkı da anmalı. Ateşkes, fiziksel bir çatışma bağlamında düşünürsek, silahların susmasına karşılık gelir. Ateşkes, geçicidir. Adı üstünde; ateş kesilmiştir ama silahlar henüz toprağa gömülmemiştir. Dolayısıyla, her ateşkes barışla sonuçlanmaz. Hatta tersine, ateşkeslerin çoğunun savaşla sonuçlandığını ve kimi örneklerde bizzat savaşa yol açtığını söyleyebiliyoruz. Bu açıdan, barış, savaşçıl kurumların yerini barışçıl kurumların almasını gerektiren ve (on)yılları bulacak ve dolayısıyla çok sabır gerektiren bir sürece karşılık gelmektedir. Bu durum, iki taraf için de geçerlidir. Taraflardan biri ya da ikisi birden, bütün barış söylemlerine karşın, barış değil yalnızca ateşkes istiyor olabilir. Böylece, belki zaman ve/ya da kamuoyu desteği kazanmak istemektedir(ler). Bu, taraflar arasında kurulması amaçlanan karşılıklı güvenin ta baştan yok olmasına yol açar; çünkü süreç, oyalama taktiği gibi görülmeye başlanır. Ateşkesin barışa evrilmesi, hem niyetlere hem de ateşkes sürecinde barış isteyenlerin bir baskı grubu olarak güçlenmesine bağlıdır.
Barış psikologunun barış sürecindeki rolü
Barış inşasında psikologların rolünü düşündüğümüzde, taraflara eşit uzaklıkta olmak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu demek oluyor ki, iki tarafın da, birbirini olumsuz gören söylemlerine bir set çekmek gerekiyor. ‘Kandırılmışlık’ ya da ‘boşu boşuna ölmüşlük’ gibi ifadeler, barışa değil savaşa hizmet ediyor. Sonuçta iki tarafın da her ne gerekçeyle olursa olsun kayıplarının küçümsenmemesi gerekiyor. Tarafların savaşı olduğu gibi barışı da pragmatik gerekçelerle savunuyor olabileceği akılda tutmalı. Bu durumda, barış, kalıcı bir etki bırakmak yerine geçici bir iç/dış politika aracına dönüşüyor. Barış psikologları, iki tarafa da yaranamama olasılığına hazırlıklı olmalı. Taraflar, tüm söylemlerine karşın, gerçekte barışı istemiyor olabilirler. Bu durumda, barış psikologları, iki taraf için de, gereksiz kişilikler olarak görülebilirler. Savaşın her iki tarafında da özeleştiri niyeti yoksa, zaten barışın zemini çoktan kaymış demektir. Dolayısıyla, barış psikologu, bir ateşkes psikologu düzeyine düşürülme olasılığına karşı da önlemlerini almalıdır. Bu önlemler, barış yanlısı baskı gruplarının etkinlik düzeyiyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Sonuç
Bu yazıda, barışçıl bir toplum kurma derdinde olanlar için, barış psikolojisinin ana hatlarını çizmeye çalıştık. Bu çaba içerisinde, psikolojizasyon, patolojizasyon, uyarlık ve uymazlık, ölçek sorunu, kutuplaştırma, savaşçıl kurumlar, devlet ve halk ayrımı, barış ile ateşkes ayrımı vb. gibi konulara girdik ve sözü barış psikologunun barış sürecindeki rolüne değinerek bitirdik. Bu çalışmanın barış yanlısı psikologlarca genişletilmesi, araştırma projelerine ve lisansüstü tezlere dönüştürülmesi ve ayrıca, çeşitli alıştırmalar kanalıyla uygulamaya dökülmesi, barışçıl bir toplumun oluşumu için önemli bir katkı sağlamış olacaktır.
* Bu yazı, 18. Ulusal Psikoloji Kongresi’ndeki 18. Panel’de sunduğum barış psikolojisi çalışmamın genişletilmiş ve geliştirilmiş bir sürümüdür. Sunuma şuradan ulaşılabilir:
** Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin, bilişssel bilim (cognitive science), şehir planı, sosyo-ekonomik psikoloji, eğitim bilimleri alanında çalışıyor.