Barış, yalnızca bir savaşın sona ermesi değildir; o, bir topluluğun hakikate yönelme cesaretidir. Hakikat, insanları bir araya getiren, toplumun seslerini eşitlikle duyuran bir aynadır. Hakikatsiz bir barış, yalnızca geçici bir sessizlikten ibarettir.
Çünkü barış, suskunlukla değil, cesur bir yüzleşmeyle mümkündür. Tarih bize bunu defalarca göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Nuremberg Mahkemeleri’nde olduğu gibi, hakikatin üzerine gitmeden kalıcı bir barış inşa etmek imkansızdır.
Almanya’nın bu hakikatle yüzleşmesi, onun uluslararası arenada yeniden kabul görmesinin önünü açmıştır. Barışa giden yol, yalnızca silahların susmasından geçmez, hakikatin yankı bulduğu, her bireyin sesinin duyulabildiği bir düzen kurmaktan geçer.
Barışın temelinde hakikat yatar; çünkü “Hakikat özgürleştirir”. Bu, yalnızca dini bir öğreti değil, toplumsal barışın da anahtarıdır. Hakikati dillendirdiğimizde barışa ulaşabiliriz; ancak bu hakikat, toplumun her bireyinin sesinin duyulabildiği bir düzlemde yankı bulmak zorundadır.
Gerçeklerin açıkça konuşulmadığı, tarihle yüzleşilmeyen toplumlarda barışın temeli çürüktür. Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, geçmişin acı gerçekleriyle yüzleşmeyi, gelecekte barışın sürdürülebilirliği için gerekli gördü.
Mandela’nın cesur yaklaşımı, halkın derin yaralarına merhem olurken, hakikatin cesaretle dillendirilmesi, Güney Afrika’yı yeni bir toplumsal düzene taşıdı.
Barış üzerine konuşmak cesaret gerektirir. Parrhesia, yani hakikati korkusuzca söyleme cesareti, barışın teminatıdır.
Michel Foucault, parrhesia kavramını, hakikati söylemenin politik ve etik bir sorumluluk olduğuna işaret ederek açıklar. Oysa günümüzde birçok yerde, hakikatin bastırıldığı, eleştirinin suç sayıldığı bir ortamda, gerçek barıştan bahsetmek imkansız hale gelir. Bu hakikate sahip çıkılmadığında, şiddet çarkı yeniden döner ve barışın umudu söner.
Barışın imkanı ya da barış ortamı, yalnızca silahların susması değil, hakikatlerin dillendirilmesiyle başlar. Ancak bu hakikat, tek sesli bir baskı ortamında dile getirilemez. Tam tersine, hakikati dillendirmenin yolu, derin demokrasiden geçer.
Antik Yunan’daki agora, demokrasinin derin bir örneğiydi. Ancak modern dünyada bu tip demokratik alanlar daraltıldıkça, barışın sürdürülebilirliği de tehlikeye giriyor. Bu noktada Hannah Arendt’in "kamusal alan" kavramını anmak gerek. Arendt, demokrasiyi toplumsal katılım ve iletişim alanı olarak görür; bu alan daraldığında, demokrasinin niteliği de kaybolur.
Bu iklim, Galtung’un kavramsallaştırdığı “pozitif barış” ile yakından ilişkilidir. Galtung, barışı yalnızca çatışmanın sona erdiği bir durum olarak değil, adil ve sürdürülebilir bir toplumsal düzen olarak tanımlar.
Pozitif barış, yalnızca savaşın olmaması değil, aynı zamanda yapısal şiddetin ve eşitsizliklerin giderildiği bir düzeni ifade eder. Martin Luther King, yalnızca siyahilerin hakları için değil, yapısal şiddetin her türlü biçimine karşı bir mücadele yürütüyordu.
Barışın sürdürülebilir olması için güçlü kurumlara, adil ve kapsayıcı bir sisteme ihtiyaç vardır. Douglass North ve Robert Fogel'in 1993 Nobel Ekonomi Ödülü ile Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson'ın 2024 yılında kazandıkları Nobel Ekonomi Ödülü, ekonomik kalkınmada kurumların kritik rolüne dikkat çeker.
North ve Fogel, kurumların ekonomik büyüme ve tarihsel gelişim üzerindeki önemini, Acemoğlu ve ekibi ise kapsayıcı kurumların toplumsal barış ve demokrasiyi de güçlendirdiğini ortaya koymuştur.
Nobel ödüllü bu iki yaklaşımın ortaklaştığı nokta; güçlü, kapsayıcı kurumların toplumları yalnızca krizlere karşı değil, iç çatışmalara ve toplumsal uyumsuzluklara karşı da koruduğudur.
Barışı yalnızca bir ideal olarak değil, toplumun bağışıklık sistemi gibi kurumsal olarak var edebilmek; güven, adalet ve toplumsal huzuru sağlamak, güven ve adaleti tesis eden, etmekle kalmayıp koruyan kurumsal yapılarla mümkündür.
Toplumsal barış, yalnızca çatışmasız bir ortam değil, bireylerin adalet ve eşitliğin güvencesi altında huzurla yaşayabileceği bir düzendir.
Durkheim’ın “anomi” kavramı, bu güvence zayıfladığında toplumsal bağların nasıl koptuğunu gösterir.
Durkheim, bireylerin hayatlarını anlamlandırma kaynağını toplumda bulduğunu savunur; normlar ve değerler dağılınca insanlar yaşamlarına anlam katan bağları yitirir. Anomi, adalet ve etik değerlerin işlevsizleştiği, toplumsal düzenin dağılmaya yüz tuttuğu bir durumdur.
Toplumdaki ahlaki ve hukuki değerlerin ortadan kalktığı böyle bir ortamda, bireyler yalnızlaşır ve birbirlerine yabancılaşır. Bu durumda dayanışma zayıflar, şiddet ve bencillik artar, toplumda çatışma kaçınılmaz hale gelir.
Barış, bu tür bir anomik ortamda kök salamaz. Barış, adaletin ve ortak değerlerin korunduğu, bireylerin kendilerini toplumun bir parçası olarak hissettikleri güçlü bir toplumsal bağ ortamında sürdürülebilir.
Durkheim’ın dediği gibi, “bir pusulasız gemi gibi” yönünü yitirmiş toplumlarda, barışın yeşermesi zordur. Anomiye karşı barış, normların, güvenin ve toplumsal bağlılığın korunduğu; adalet, şeffaflık ve derin demokrasinin geçerli olduğu bir düzende var olabilir.
Ancak şiddet, bu kurumları aşındırır; devletin güvenlik aygıtları hakikati bastırdığında barışın yolu kapanır. Devletin şiddet sarmalına girdiği noktada, barış süreçleri toplumun iradesini yitirmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Şiddet, bir kere başladığında, onu durdurmak ve barışa geri dönmek çok daha zor hale gelir.
Nazi Almanyası’nda Kristal Gece ya da Kırık Camlar Gecesi adı verilen olay, 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, devletin şiddeti sistematik hale nasıl getirdiğinin tipik örneklerinden biridir. Bu nedenle, barışı tesis etmek yalnızca çatışmaların sona erdirilmesiyle değil, şiddetin kökenlerini ortadan kaldırmayı da içerir.
Barış, sadece bir müzakere değil, toplumsal bir dönüşüm gerektirir. Cesaretle hakikati dillendirmek, geçmişin acılarına yüzleşmek ve bu hakikatin gereğini yapmak, barışın kalıcı olması için zorunludur.
Bu yüzden barış, sadece bir seçenek değil, toplumsal yaşamın zorunluluğudur. İşte bu zorunluluğun bilinci, toplumsal özgürlüğün temelidir; ancak bu zorunluluk, hakikatlerin açıkça konuşulduğu, her sesin duyulabildiği bir ortamda hayat bulabilir.
Barışın bir ihtiyaçtan öte olmazsa olmazlığını, yaşamın tam da kendisi olduğunu, deyim yerindeyse kaçınılmazlığını vurgulamak sorumluluğumuz hem koro halinde hem de yüksek sesle.
Barış, bir seçenek değil, toplumsal yaşamın zorunluluğudur. İşte bu zorunluluğun bilinci, toplumsal özgürlüğün temelidir. Ancak bu zorunluluk, hakikatlerin açıkça konuşulduğu, her sesin duyulabildiği bir ortamda hayat bulabilir. Bu zorunluluk, aynı zamanda savaşların sona ermesiyle değil, toplumsal eşitliğin sağlandığı, adaletin her kesime ulaştığı bir düzenle mümkündür.
Hakikat konuşulmadan barış sağlanamaz; barışı korumanın yolu, toplumun tüm seslerini duyurabilecek bir derin demokrasi iklimi yaratmaktır. Barış, çatışmasızlığı aşan bir iklimdir ve bu süreç siyaset kurumunun maestrosu olmasını gerektirir.
Bu da ancak toplumun her kesiminin temsil edildiği, adaletin sağlandığı ve toplumsal barışın korunduğu bir siyaset düzeniyle mümkündür. Barış, yalnızca bir anlaşmanın ötesinde, toplumun derin bir dönüşümünü ve yapısal adaletsizliklerin giderilmesini talep eder. Barışı tesis etmek, cesaretle hakikati dillendirmek ve bu Hakikatin gereğini yerine getirmeyi gerektirir.
Bu cesarete can veren deneyimlerden öğrenebiliriz. Kolombiya’daki FARC ve İngiltere’deki IRA barış süreçleri, barışın yalnızca çatışmanın sona ermesinden ibaret olmadığını; aksine, toplumsal dokunun ve kurumsal yapıların güçlendirilmesi gerektiğini bize gösteren iki önemli örnektir. Kolombiya’da FARC ile yapılan barış anlaşması, eski militanların sivil hayata katılımını, kırsal kalkınma ve toplumsal eşitlik reformlarını içermekteydi.
Bu anlaşma, toplumsal uyumu sağlamak ve kalıcı barışı tesis etmek amacıyla kurumsal düzenlemelerle desteklenmişti. İngiltere’de IRA ile varılan anlaşma ise, Kuzey İrlanda’daki kimlik ve egemenlik sorunlarına demokratik bir çerçevede çözüm getirmiş; referandum yoluyla halkın iradesiyle barışı kalıcı kılmayı hedeflemişti.
Her iki süreç de, barışın yalnızca silahların susması değil, toplumsal bağışıklık sistemini oluşturan güçlü ve kapsayıcı kurumların inşası yoluyla sürdürülebileceğini göstermektedir.
Barış, derin demokrasi, eşitlik ve adaletle örülen bir toplumsal dokuya ihtiyaç duyar ve kurumların bu dokuyu güvence altına almasıyla varlık kazanır. FARC ve IRA süreçleri, barışın dönüşümcü ve kalıcı doğasının en somut örneklerini sunarak, barışın bir toplumsal bağışıklık sistemi olduğunu bizlere hatırlatır.
Barış, çatışmasızlığı aşan bir iklim, bu iklim süreç içinde gelişir; sürecin maestrosu ise siyaset kurumudur. Bu da ancak toplumun her kesiminin temsil edildiği, adaletin sağlandığı ve toplumsal barışın korunduğu bir siyasal alan ile olanaklıdır.
Barışı korumak ve sürdürmek, yalnızca savaşların sona erdirilmesi ile yetinmeyip toplumun tüm dinamiklerini dönüştürmeye yönelik bir adım atmayı zorunlu kılar.
Tarih, bu adımı atmayan toplumların, kısa süre sonra yeniden çatışmalarla karşı karşıya kaldığını defalarca göstermiştir. Ancak, hakikatin ve adaletin rehberliğinde ilerleyen bir barış, uzun vadeli toplumsal huzurun teminatı olabilir.
(MVB/EMK)