İskenderun limanına çıkartılmış asker ve mühimmatın, Mardin kalesine, Nusaybin sanayi çarşısına üslenmiş birliklerin gerisin geriye gemilerine taşınıp "geldikleri gibi gitmelerini," Türkiye'de mutlaka yaşatmamız ve büyütmemiz gereken güzel şeylerin başlangıcı olarak görmek istiyorum.
Bunu yapmak bizim, tek tek kadın, erkek, genç yaşlı, bizcileyin insanların elinde diye düşünüyorum. Bunu başarabilmemiz için de, ağaçların arasında kaybolmadan ormanı görebilmemiz, ve daha da önemlisi, hem Türkiye kamuoyuna, hem de dünya barış güçlerine, gösterebilmemiz lazım.
İletişim çağında, süreçlerin isimlerini koyabilmek, her zamankinden daha da büyük ölçüde, olaylara hükmetmenin ilk adımı. Daha bütünsel teorik yaklaşımlara her zaman meydan okuyan, mercekle bakıldığında herhangi rasyonel sebep sonuç ilişkisi kurmayı çok zorlaştıran ayrıntılar, tek tek kişisel ya da örgütsel zaaflar, rastlantılar ya da kültürel renkler ötesinde, benim durduğum yerden görünen manzara, Türkiye'nin, temelde bu savaşa girmenin politik ve ekonomik maliyetini kaldıramayacağına karar vermesi, bu kararın diğer tüm davranışları belirlemesidir.
Ülkemizde herhangi sorunu ilkesel bir düzeyde tartışamıyor olmamız bir yana, bu karar verme mekanizmasının, şimdiye kadar alışılmışın ötesinde çok merkezli, çok aktörlü olmuş olması, Türkiye'de demokrasinin gelişimi açısından önemli bir kazanım. Son tahlilde gerçek ahlaki seçimler, her vakit, hangi değerlerin korunması için ne tür maliyetlere katlanılabileceği kararlarını içermek zorunda. Yani bence, Türkiye'nin bu savaşla arasına bir ölçüde mesafe koyabilmiş olmasının, Can Dündar'ın 22 Mart günkü Milliyet'te çıkan yazısında anlattığı gibi bir çeşit Keloğlan sakarlığı içinde, kazara ortaya çıkan istenilesi bir sonuç olmanın da ötesine geçen bir anlamı var.
Bu çok aktörlülük, devletin dışişleri ve askeri bürokrasisi yanında, kaçınılmaz olarak, barış talebini yükselten sivil güçleri, duygularına tercüman oldukları kitleleri ve onlara kulak veren siyaset insanlarını da barındırmakta.
"Bu da nerden çıktı" dercesine yadırganan, ve mümkünse tersyüz edilmeye çalışılan da bu. Halbuki bugün barışın korunması için geliştirilen tüm kapsamlı gündemler, savaştan birinci derecede etkilenen sivilleri (buna ticaret erbabı, sanayiciler ya da turizmciler dahil olmak üzere!), ve özellikle daha da korunusuz bulunan kadınları, azınlıkları, sivil toplum kuruluşları aracılığı ile çatışma ortamlarını geriletme ve barışı kurma sürecine doğrudan katmayı içermekte. Gücün haklılığı üzerine kurulu bir düzenin refleksleri ve ürettiği söylem yerine, güçsüzlerin de katıldığı, empati ve müzakere yoluyla birlikte çözüm arama kültürünün yeşertilmesi, aynı zamanda güvenlik kavramının, sınır güvenliği, ya da soyut bir "milli güvenlik" yerine, kişi güvenliği biçiminde anlaşılmasına ihtiyacımız var.
Savaş, kişinin en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden alıyor. İnsan haklarını korumakla yükümlü merci devlet iken, savaş nedeniyle kendi devleti ya da yabancı bir devlet tarafından yaşam hakkı tehdit edilen bireylerin sığınacağı uluslararası bir merci, şimdilik yok. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, genişleyen ölçüde kabul de görse (ABD tanımıyor), yaptırımdan yoksun bir kurum.
Halbuki, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde yaşam hakkına (1), savaş ya da başka bir olağanüstü durumla ilgili herhangi sınırlandırılma getirilmiş değil. Buradan benim çıkarttığım sonuç, İnsan Hakları evrensel Beyannamesi gereğince, savaşların bizatihi bir insanlık suçu olduğu. Yani II. Dünya Savaşı'ndan sonra, dünyanın bundan elli yıl önce gelmiş olduğu noktada, insan hakları kavramı içinde, savaşın bir insan hakkı ihlali olduğu da var.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, "herkesin bu bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır" (2) derken, tam da barışı, kişi güvenliği üzerinden, tanımlamış oluyor.
Bu tanıma sahip çıkılması bugün ABD'nin başını çektiği tür bir globalleşme süreci ve onun getirdiği savaş ve terör tehdidinin karşısında en etkin araçlardan biri haline getirilebilir. Örneğin Kuzey Irak'ta barışın kurulması, (hem de ABD'nin bölgeye müdahalelerinin en aza indirilmesi) içinde yaşadıkları ülke sınırlarından bağımsız olarak tüm bölge halklarının insan haklarına saygı gösterilmesinden geçmekte. Bu da, o barışı yaşayacak olanların bu sürece aktif katılımını gerektiriyor.
İnsan hakları kavramının etkili bir araç olabileceği düşüncem, herkesin kendine ait ahlak anlayışının ötesinde, bazı düsturların, tarihin belli bir noktasında, belli pazarlık ve uzlaşmalar da içerir biçimde, uluslararası normlar haline gelmeleri, ve bunların uluslararası beyannameler, anlaşmalar, ya da yasalar aracılığı ile en geniş anlamda politik yaşamı bağlamaları, bir tür kamulaşmış ahlak oluşturmalarından kaynaklanıyor.
Başka bir deyişle, bugün uluslararası insan hakları normları, pasifizmi gerekli ve zorunlu kılmakta. Savaşın kabul edilemezliğine dair hem uluslararası normların olması, hem de bu normlara hayatiyet veren bireysel ahlak anlayışının giderek yaygınlık ve etkinlik kazanmasına karşın, savaş kışkırtıcılığı ya da askeri güç kullanımı karşısında uluslararası yaptırımların ortadan kalkmış olması, ancak hem ulusal hem uluslararası düzeyde eşitlik, demokrasi, insan hakları ve barış mücadelesinin bir bütün olarak ele alınması ile aşılabilecektir. (AE/NM)
* Prof. DR. Ayşe Erzan İstanbul Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi.
(1) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 3.
(2) İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 28.