Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan Kürt vatandaşlardan bir bölümü bir yandan onyıllardır mücadele ettikleri eşit vatandaşlık haklarını yasal siyasal yollardan elde edemedikleri için içlerinden çıkan terör örgütünün baskısı altındayken, diğer yandan bölgenin belirli noktalarına çok acımasızca müdahale eden devletin şiddetine maruz kalıyorlar.
Tabii ki Çınar saldırısında katledilen bebekler için ve bütün öldürülenler için terör örgütünü kınıyorum. Ama benim adıma bunu yapma diyemem, çünkü bunu benim adıma yapmıyor. Devlet terör yarattığı zaman bunu benim adıma yapma diyebiliriz ve demeliyiz çünkü biz bu devletin vatandaşlarıyız. Bu acımasız ortamda barış istemek, vatandaşı olduğumuz devlete bunu yapma demek, terör örgütünün şiddetine evet demek değildir. Devlet hukuk ve yasalar ile uluslararası anlaşmalar ile bağlı meşru bir kurumdur. Hukuk dışına çıkarsa meşruiyeti kaybolur ve bu kaybın açacağı yaralar karşısında devleti yönetenleri uyarmak sadece aydınların ve akademiklerin değil, bütün vicdanlı vatandaşların görevidir. Silopi, Cizre, Sur, Nusaybin gibi ilçelerde yaşanan olaylar hakkında sayfalarca yazmak mümkün ve bunlar yazıldı. Hükümet bugün barış süreci ve müzakere masası dönemlerini unutarak daha onyıllar sürecek intikam tohumları atıyorsa bunu yapma demek suç değil görevdir.
Barış istemek tabii ki teröre ve terör örgütlerine karşı olmaktır. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin muhatabı devlet olduğu için barış talebini vatandaşı olduğum devlete yapmak normal değil midir? Terörü yaratan koşulları ortadan kaldırmak devletin görevidir. Hükümet daha önce başlatılmış olan barış sürecinde bunu yapmak yerine, bölgenin silahlandırılmasına seyirci kalmışsa bunun sorumlusu kimdir?
Neden terör örgütüne de iki laf söylemiyorsun demek ve bunu teröre destek olarak yorumlamak kasti veya değil, siyaseten karşı saf yaratarak kendini konsolide etme arayışıdır. Hele bunu cezai yaptırımlar ile ödetmek siyasetçilerin gücünü göstermez. Devletin 1990’lı yıllarda planlı bir şekilde uyguladığı ve bugün de hortlamış olan bastırma ve yok etme tarzının bölgenin gençlerini dağa çıkarttığı yüzlerce kez yazıldı. Siyasetin gücü bu durumları engellemek ve barış içinde sürdürülen bir toplumsal düzen kurmaktır.
Cumhurbaşkanı bildiriye imza veren akademikleri aşağılayıcı ve hedef gösterici tutumuyla, bir yandan milliyetçiliğin düşman yaratma damarlarını iyice kabartmakta, diğer yandan yaratılan korku ortamıyla olası gelecekteki muhalif sesleri sindirmeyi amaçlamakta muhtemelen. Günümüzde varsıllık ve yoksulluk çizgisinin giderek yarıldığı sınıfsal konumlarda, bu terör/savaş ortamında hayatını kaybeden asker ve polislerin çoğunlukla bu ülkenin yoksul/kırsal kesimlerinden geliyor olmasının yaratabileceği infial, milliyetçi ideolojinin kabartılması ile perdelenmeye çalışılmaktadır.
Diğer yandan, üniversite yönetimlerinin YÖK düzeni ile nasıl siyasi iktidara iyice bağlandığı düşünülürse, “Barış için akademisyenler” bildirgesini Cumhurbaşkanının talimatı üzerine acilen bir suç unsuru haline getirmekte bazı üniversite rektörlerinin gösterdiği çaba şaşırtıcı değil ama acıdır. Akılcı, özgür ve sorgulayıcı/eleştirel düşüncenin beşiği olması gereken üniversitelerin Türkiye’de bugünkü durumu gerçekten acıdır. (HK/HK)