Bağırarak konuşalım. Hiçbir ziyanı yok. Kürt hareketiyle ilişkili oldukları gerekçesiyle cezaevlerinde bulunan siyasi mahkumların ölüm haberlerini her an almaya başlayabiliriz! Şu anda durduğumuz yer, tutsakların toplu ölümleriyle ortaya çıkabilecek olası bir iç savaş ile ortaya koydukları taleplerin doğuracağı barış süreci arasında bir yerdir. Bu tarihsel geçiş noktasının önemini kavrayabilmek adına ilk yapılması gereken açlık grevi eylemlerinin yarattığı etkiyi ölçmek, sonra da bu eylemlerin siyasi anlamını ortaya koymaktır.
Açlık grevleri ana akım medyanın gündemine girdiğinden bu yana Türkiye'de üç farklı eğilim ortaya çıktı. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, birinci ve en baskın eğilim siyasi tutsakların ölmesinden zerre kadar rahatsız olmayan çoğunluk eğilimi. Bu gruptakiler devletin tepesinde üretilen yalanlara inanmanın hafifliğinde yaşıyor ve daha kötüsü yaşamak da istiyorlar. Yüzlerce insanın hayatlarını bir siyasi amaç için ortaya koyabileceğine dair hakikati çoktan yitirdiler.
İkinci eğilim, açlık grevlerinin insani yakıcılığının farkında olan ama siyasi anlamına uzak olanların hümanist duyarlılığı. İnsanların ölmesini istemiyorlar ama bunun nasıl mümkün olacağına dair siyasi akıldan yoksunlar. Mütereddit bir biçimde suçlayacak yer arıyorlar, siyasi bir oyun izler pozisyonunda olduklarına inandırılmaları güç.
Üçüncü eğilim ise açlık grevleri eyleminin siyasi anlamını bilenler, yüreklerinde veya eylem alanlarında bunu bizzat hissedenler. Bir kısmı çok yorgun, bir kısmı çok öfkeli ve bir kısmı da öğrenilmiş çaresizliği sorgulamakla meşgul. Birinci eğilimde olan insanlara açlık grevine dair bir söz söylemek kuşkusuz ki bu yazının harcı değil. Lakin geriye kalanlarla konuşmak bu tarihi günlerde çok önemli.
Peki nedir bu eylemlerin siyasi anlamı? Tartışmaların insani boyutunun altında yatan ne olabilir? Bu yazının temel amacı bu sorulara yanıt aramak. Lakin ilk başta, yakın geçmişimizde Kürt meselesine dair olan bitenin kısaca bir analizini yapma ve taşları yerine oturtma zorunluluğumuz var.
Kürt meselesinin bağrında biten silahlı çatışmanın, tarafların kontrolü altına alınması ve karşılıklı güven ilişkilerinin kurulması için Türkiye devleti ile Kürt hareketi arasında 2007 yılından 2010 yılının başlarına kadar beş görüşme gerçekleşti. Bu diyalogun sonu barış şartlarının müzakereye edilmesine geldi ve sürecin sonunda barışın nasıl inşa edileceğine ilişkin Öcalan'ın hazırladığı üç protokol AKP'ye sunuldu.
Lakin bu Oslo görüşmeleri, çözüm için pratik adım atma noktasına geldiği vakit tıkandı, AKP tercihini barıştan yana kullanmadı. Ve görüşmeler basına sızdığından bu yana, barış sürecini hangi tarafın tıkadığı tartışmasıyla barışa olan inancımız ince ince köreltilmekteydi.
Aslına bakılırsa, 2011 Genel Seçimleri sonrasında Kürt meselesinin çözülmesinin önünde hiçbir iradi engel yoktu. AKP hükümeti, barışın siyasi maliyetini ödemekten kaçındığı ve Kürt hareketinin eylemlilik gücünü azaltarak istediklerinin daha azına razı edebileceğine inandığı için müzakere sürecini rafa kaldırdı. Ve ardından kan kırmızı bir savaş başladı. Bu tercihin yapıldığı andan günümüze kadar geçen zaman zarfında yaklaşık 1000 insan hayatını kaybetti. Dile kolay, binlerce can, on binlerin doğrudan katıksız acısı... Lakin şu var:
Bu kadar insanın yaşamını yitirmesi, acıyı çoğaltmak dışında taraflar arasındaki siyasi dengeyi yerinden oynatmadı, sadece Türkiye devletinin PKK'yi tasfiye etmeye dönük inancı yeniden kırıldı. Diğer bir deyişle, nefesi kan kokan akademisyen kaftanındaki kanaat teknisyenlerinin koordineli savaş stratejilerinin siyasi bir karşılığı olmadı. Bu süreçte Kürt hareketinin hanesine yazılan ise Kürtlerin Suriye'de elde ettiği geleceği henüz belirsiz fiili bir özerklik, moral ve motivasyon oldu.
Açlık grevi eylemlerinin siyasi anlamı
Yukarıda bahsi edilen gelişmeler ile gelinen son durumun açlık grevi eylemleri ile nasıl bir bağlantısı var?
Yaz sürecinde PKK'nin gerçekleştirdiği sınırlı alan kontrolü ve politik şiddet eylemlerinin siyasi etkisi, AKP'nin, Türkiye'nin 1980'lere taş çıkartan medyatik regülasyonuyla toplumu savaşın gerçekliğinden tecrit edebilmesinden ötürü sınırlı kaldı. Her zaman olduğu gibi, savaş yeniden başladığında, ilk katledilen neler olup bittiğine ilişkin hakikat oldu.
AKP savaşın hakikatini, yani sebep olduğu karşılıklı insani yıkımı Türkiye kamuoyunda gizlemeyi başardı. Silahlı çatışmalar bir yana dursun, son birkaç yıl içerisinde 10'dan fazla genç, Kürt hareketi için önemli tarihlerde kendilerini yaktılar ve hayatlarını kaybettiler. Kürtler dışında bunu duyan dahi olmadı, bunu yaptıran iradenin ve siyasi çözümsüzlüğün tartışması dahi yapılmadı.
Bu iradeyi görmeme ısrarı ile açlık grevcilerinin "kendi iradesi dışında bedenlerini ölüme yatırdığı ve kurban edildikleri" söylemi, iradenin gayrı meşrulaştırılmasından başka bir şey değil. Açlık grevlerinin siyasi anlamı tam da burada devreye giriyor! Açlık grevleri, aslında iki yıldır süren bu suskunluk ve hakikatsizlik rejimine bir müdahaledir. Açlık grevi eylemcileri bizlere siyasi aktör olma koşullarının en fazla kısıtlandığı mekanlardan, yani cezaevlerinden hakiki zamana ve yakın zamanın hakikatine dönüş çağrısı yapıyorlar.
İlk olarak, bu eylemler ölen insanların sayısına endekslenerek yaşatılan savaş pornografisine müdahale etmekte, gömülmüş olan hakikati yerli yerine oturtmaktadır.
Açık ve net: Türkiye'de çözülmeden süregiden Kürt meselesi ve uzantısı olan silahlı çatışmalar nedeniyle, her hafta onlarca insan yaşamını yitirmekte. AKP'nin son iki yıldır yaptığı şey ise savaşın hakikatini gizleyerek Kürt meselesini "idare etme" gayretidir. Ve kendi siyasi çıkarlarını orta-vadede korumak adına yaptığı bu hamleler karşısında Kürtlerin hissiyatı tahammül kelimesi ile anlatılır gibi değil. Çünkü meselenin idaresi demek, bir yandan Kürtler için dağlarda hızlı ölüm, diğer yandan da biner biner cezaevine girmek ve hayatın her alanının abluka altında olmak demek.
Açlık grevi eylemcileri, hızlı ölümü duyduktan beş dakika sonra unutanlara ve ölümlerin acısını hissediyormuş gibi yapıp gündelik yaşamlarına sorunsuzca devam edenlere sert bir çağrıda bulunuyor: "Buyurunuz size yavaş ölüm! Sınırlı zamanınız var, barışa yürüyebiliyorsak ne ala; ama Kürt meselesinin idare edilmesi ve sonuçsuz savaş yetti artık!"
Ve bunu söylerken kendi canlarını ortaya koyan insanlardan bahsediyoruz. Kürt meselesinin bağrında biten tüm şiddeti toplayıp kendi bedenlerine yönlendiriyorlar ve bu şekilde terörizm söylemini de ortadan ikiye ayırıyorlar.
Bir diğeri, açlık grevi eylemcilerinin ortaya koyduğu talepler ile alakalı. Bu istekler üç adet değil, tek aslında: Kürt meselesinin barışçıl bir şekilde çözülmesi için ilk adımın atılması, yani, barış sürecinin başlaması, Kürt hareketinin lideri olan Abdullah Öcalan ile diyalog yolunun yeniden açılması. Bu talebin yadırganmasının hiçbir temeli yok.
Nitekim yaklaşık 2,5 yıl süren Oslo sürecinde atılan her adım Öcalan'la görüşülerek atıldı. Hakan Fidan, Öcalan'ın aktardıklarını düzenli olarak Başbakan Erdoğan'a iletmekteydi. Bunun hiç olmamış gibi yapılmasının, Öcalan'ın müzakere sürecine dahil edilmesini yadırgamanın meşru kılınabilecek hiçbir yanı yok.
Sonuç olarak, açlık grevcilerinin ortaya koyduğu bu iradenin Türkiye devletine apaçık bir şekilde yalan söyletebilme gücü, süregiden savaşa yaptığı ahlaki ve siyasi müdahaleden ileri geliyor. Açlık grevi eylemleri AKP'nin altındaki halıyı çekiyor.
Savaşı idare ederken ve savaşın hakikatini gömerken AKP'nin yaslandığı yegane meşruiyet kaynağı Kürt hareketinin politik şiddet kullanması olduğundan, şiddeti başka bir özneye yöneltmek yerine kendi bedenine yönlendiren bir mücadele yöntemi,AKP'nin kullandığı meşruiyet algısını parçalıyor,ve derinden derinden terörizm söylemini çatırdatıyor.
Ve AKP'nin siyasi planlarında orta-vadede barış yok, Kürt meselesinin gidişatının kontrol dışına çıkmasını engelleme çabası var. Bu yüzden, barış ihtimalini doğurmak en başta bahsi edilen ikinci ve üçüncü eğilimde olan toplumsal güçlerin ortaya koyacakları iradeye kalıyor; sokaklar, cezaevi önleri, barikatlar bu yüzden çok önemli.
Barış için kendisini feda eden insanların izinde, devletin dışında bir barış iradesinin ortaya çıkması AKP'yi en fazla korkutan şeydir. Yoksa neden Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı milyonların gözünün içine baka baka yalan söyler? (HE/AS)