Yıllar evvel “Özgürlük ve demokrasi için önce barış” başlıklı bir panelde konuşma yapmıştım. Sadun Aren’in ölümünün beşinci yıldönümü etkinliği olarak Mülkiyeliler Birliği tarafından düzenlenen bir paneldi.
Demek ki tam sekiz yıl geçmiş üzerinden. Hoca’nın ancak o günlerde okuyabildiğim Puslu Camın Arkasından (2006) isimli otobiyografik kitabından bir cümleyi hemen konuşmamın başında dile getirmiş ve bu cümleden hareketle fazlasıyla kendimden emin bir biçimde barışın zamanının çoktan geldiğini söylemiştim.
Sadun Aren bu kitabında Marx’a referansla şöyle söylüyordu. “Toplumlar üstesinden gelemeyecekleri sorunları önlerine koymazlar. Eğer bir ülkede bir sorun ortaya çıkmışsa, artık demek ki onun çözümü de söz konusudur. Toplum gelişe gelişe o sorunu çözecek hale gelince o sorun ortaya çıkıyor.”
Bunu insanlara uyarladığında da insanların çözemeyecekleri sorunlarla uğraşmadığını, imkanlarının dışındaki şeyleri özlemediklerini söylüyordu.
Dağına göre kar
“Toplumlar üstesinden gelemeyecekleri sorunları önlerine koymazlar” sözü, halk arasında “dağına göre kar” deyişiyle karşıladığımız ve sorunlarla başa çıkmaya ilişkin belirli bir güven duygusu telkin eden bir anlayıştır.
Önemli ölçüde bir hakikati de dile getirir. Bir toplumun ya da bir bireyin bir sorunu önüne koyması demek, o sorun içinde ve o sorunla hâlihazırda bir yol kat edildiği anlamına gelir.
Sorunla ilgili kayda değer bir tecrübe yoksa sorunu önünüze koyamazsınız zaten, dolayısıyla çözüm üzerine de düşünemezsiniz. Sadun Hoca’nın vurguladığı biçimiyle ise çözümün imkanlar dâhilinde olması gerekir ki toplum sorunu önüne koysun.
İşte bu sözden hareket edince her şey çok kolay görünüyordu. Sorun çoktan önümüze koyulmuş, bir barış ve çözüm hedefi belirlenmişti.
Daha 2009'da, toplumun önemli bir kısmının hükümet tarafından yürütülen açılım sürecini olumlu bulduğu ve muhalefetin Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) yönelttiği bölücülük eleştirisinin toplumda kabul görmediği ve hem Türk (yüzde 55,9) hem de Kürt yurttaşların (yüzde 79,1) bu eleştiriyi reddettiği, hükümete yakın kuruluşlarca (bile olsa) yapılan kimi araştırmaların açığa çıkardığı bir bilgiydi. (s.13).
Bundan da öte toplumun yarısından fazlası (yüzde 51,1), silahların susmasının tek başına sorunu çözmeyeceği inancındaydı. Çözümün, Kürt sorununun PKK haricindeki dinamikleriyle yüzleşmekten geçtiği düşünülüyordu. Söz konusu raporda bu durum sorumluluğun siyaset kurumuna atfedildiği biçiminde yorumlanmıştı. (s.51)
Başlangıçta her şey iyi gidiyor gibiydi kısacası. Oysa barış gelmedi...
Toplumun önüne koyduğu sorunu çözeceği yönündeki tez, yıllar içinde, bir bakıma geçersizleşti ve süreç terk edildi. Bu süreçte, savaşa ve çatışmaya yeniden dönülürse durumun eskisinden de bin beter olacağı yönünde çok yoğun bir kaygı da dile getiriliyordu.
Vahim olaylar
Bu kaygıların boşa çıkmadığını her türlü gördük. Üstelik, 30 yılı aşkın süren bir çatışmaya, onca kayba ve her şeye rağmen, Kürtlerle Türklerin birbirlerine düşman olmadığı yönünde o dönem sık sık dile getirilen tespitleri, sonrasında aynı güvenle ifade edemediğimiz pek çok vahim olay yaşandı.
Eylül 2015’te Ankara Beypazarı’nda mevsimlik tarım işçilerine yönelik saldırı ve çadır evlerinin kundaklanması, Balıkesir, Edirne ve Isparta dahil olmak üzere pek çok ilde Halkların Demokratik Partisi (HDP) binalarına faşist saldırılar ve tabii ki bizzat sıradan yurttaşlar tarafından gerçekleştirilen bu saldırılar yanında, sokağa çıkma yasakları döneminde yaşananlar çözümün sona ermesini takip eden dönemde, barış süreci başarıya ulaşamazsa her şeyin eskisinden de bin beter olacağı yönündeki öngörüleri haklı çıkaran vahim olaylardan ilk akla gelenlerdir.
“Kürt barışı”, toplumsal barış
Bana kalırsa, barış ya da çözüm sürecinin akamete uğramasından sonraki dönemin en dikkat çeken sonuçlarından biri de Kürtlerle barışı oldukça aşan bir “toplumsal barış” sorununun da belirginleşmiş olmasıdır.
AKP iktidarlarının, kendi tabanını konsolide etme hedefi doğrultusunda kutuplaştırıcı söylem ve politikalardan medet umması, toplumsal muhalefetle AKP-MHP blokunu destekleyen kesim arasında geniş bir hesaplaşma ve yüzleşme gerektiren bir “sorun” alanı da yarattı diye düşünüyorum.
AKP sonrası dönemin bir afterparty olmayacağı ve sosyal, duygusal, kurumsal, hukuki ve politik düzlemlerde giderilmesi gereken birçok tahribat yanında en başta onarılması gereken bir adalet duygusunun bizi beklediği de çok açık.
Bunların tümü de geniş ölçekli bir toplumsal barışın sağlanmasıyla ilişkili meseleler...
Bunların nasıl olacağını çok net biçimde biliyormuş gibi görünen çok isim var. Aslında AKP’li hayatımızın farklı bir yönü de gündelik politikanın durumun gerektirdiği anlık hamlelerle yönetilmesiydi.
Analiz yerine
Bu durum birçok toplumsal siyasal meselenin duygulardan olduğu kadar “ideallerden” sıyrılmış bir biçimde yine aynı anlık çözümlemelerle ele alınmasını ve gelişmelere bir “uzman” gözlüğüyle bakılmasını hakim eğilim hâline getirdi.
Elbette sayısız “uzman-analistin” varlığı da bu tabloyu tamamlıyor. “Bu konuyu bilmiyorum” demek neredeyse tümden unutulmuş bir meziyet... Herkesin soğukkanlı bir uzman olarak iç ve dış politika sahnesinde her şeyi bildiği bir iklimde, meseleleri derinlemesine bilme ve anlama çabası da değersizleşiyor.
Bunu söylerken anaakım medyanın gedikli trollerinden söz etmiyorum. Biz bize yazıp çizdiğimiz ve konuştuğumuz ve “alternatif” olduğu kabul gören mecralarda da durum bu.
AKP-MHP ittifakının bir sonraki hamlesinin ne olacağını tahmin etme ve bunun üzerine hızla yorum yapma, bazen diğer her şeyin önüne geçiyor.
Dokunulmazlıklar, fezlekeler, parti kapatmalar, hatta 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında olduğu gibi siyasi iktidarın her uygun konjonktürde öne sürdüğü “idam” kartı bile bir bakıyorsunuz aynı psikolojiyle geniş geniş yorumlanıyor.
Bu “çok konuşmanın”, bu kadar vahim olasılıklar üzerine çok konuşmanın aynı zamanda onları gerçekleştirilebilir kıldığı konusu fazlasıyla ihmal ediliyor.
Bu enerjinin küçük bir kısmı bunları konuşmayı reddetme, muhalefeti bir demokrasi blokunda bir araya getirme ve post-AKP döneminde hukuku, demokrasiyi, adaleti ve her şeyden evvel toplumsal barışı nasıl yeniden inşa edebileceğimiz konusunu düşünmeye hasredilse her şey bambaşka olabilir.
Yıllar evvel sözünü ettiğim panelde, Kürt sorununun barışçı bir rotaya, mücadelenin ve çözümün siyaset alanında arandığı bir rotaya girme imkânı üzerine konuşurken söylediklerimin bir kısmı hala aynıyla geçerli.
Bununla birlikte o gün orada “Bu sorunu önümüze koyduğumuza göre, bu dağ da bu karı kaldıracaktır” demiştim. Fakat dağ maalesef karı kaldıramamış gibi görünüyor...
Sivil toplum alanında hâlâ inat eden az sayıda oluşum dışında, kimsenin önüne “barış” meselesini koymuş olduğundan da söz edemeyiz.
Sanki barış denendi ve olmadı gibi bir sessiz kabul var... Barış ihtiyacı fazlasıyla genişlemiş ve derinleşmiş olmasına rağmen barıştan söz edilmiyor. Oysa o günden bugüne değişen en önemli şey bu. Bu yüzden de Bianet’in bu yazı dizisi çok önemli.
Barışın öznesi olmak
Kendi adıma o tarihte de bugün de barışa inanmayı “ahlaki” bir mesele olarak görüyorum. Tecrübeleri hatırlayarak kuşkucu ve dikkatli olmak başka bir şey, fakat umutsuzluk yaymak ve umutsuzluğu kışkırtmak, başka ve bir anlamda da çok masum olmayan bir şey.
Bu politik bir tavır da değil.
Çünkü tarih en büyük acıların, zulümlerin kayıtlarıyla dolu olduğu kadar ve hatta dolu olmasına rağmen, ötekileştirilenlerin umut devşirebileceğimiz muazzam mücadelelerinin de kayıtlarıyla dolu.
Umutsuzluk bu mücadelelere ve mücadelelerin kazanımlarına duyulan güvensizlik ve inkâr anlamına geldiği için de sorunlu. Umudu elden bırakmadan barış imkanı üzerine konuşmaktan vazgeçmemek gerekiyor.
Türkiye’de barış ihtimali, kutuplaştırılmış tarafların birbirlerinin diliyle yakınlık kurmalarının ve iletişim için birbirlerinin dilini, taleplerini, kaygılarını anlamalarının temel koşul olduğunu kabul etmekle mümkün.
Bu Kürtler ve Türkler için zaten böyleydi. Ama bugün birçok farklı kesimin birbirinin dilini anlamaya açık olması gerekliliği var. Çok hırpalandık, çok öfkeliyiz ve sabrımız da azaldı.
Fakat bu anlamda iletişime ve anlamaya açık olmanın ahlaki bir sorumluluk olduğunu kendimize sık sık hatırlatmak zorundayız.
Ross Poole’ün dediği gibi iletişim ve diyalog tahammül sınırlarımızın ötesinde kalan konuların da dile getirilmesine, pozisyonların gözden geçirilmesine ve başlangıçtaki bazı düşünce ve görüşlerin değiştirilmesine de açık olmayı gerektirir. (s.196)
Değişmekten korkmamak gerekir. Bertrand Russel zalimliğin en önemli kaynaklarından birinin korku olduğunu söyler. Korkmamalıyız. Zalimleşmek istemiyorsak elbette...
Barış imkanının Türk-Kürt, laik-Müslüman, Cumhur-Millet ya da HDP-İYİP ikilikleri veya kutuplaşmaları çerçevesinde ipotek altına alınması reddedilmeli. Barış müthiş güzeldir bence. Neredeyse hiç yaşamadığımız için bunu tahayyül edemiyoruz ama hayal edebiliriz. Umut edebiliriz...
Barış sorununun her birimizin, her yurttaşın kendi kişisel sorunu olduğunu, doğrudan bizi etkileyecek sonuçlar doğuracağını ve hepimizin geleceğini ilgilendirdiğini görmek zorundayız.
Hiçbirimiz kendimizi eli kolu bağlı birer seyirci pozisyonunda hissetmemeliyiz. Barışın her birimizin katkısına ve mücadelesine ihtiyacı var. Bu ülke bu “kör” inkardan kurtulmuş olsa dünyanın en güzel ülkesi olabilir.
Kürtlerin kimlik talebinin, eşit yurttaşlık talebinin kimsenin güvenliğini tehdit etmediğini, aksine o güvenliğin teminatı olduğunu basit bir cümle olarak kurmaktan başlayabiliriz.
Alevilerin, kadınların, LGBTİQ+’ların ve her bir bireyin eşit yurttaşlık talebi toplumsal barışın olduğu kadar her birimizin güvenliğinin de teminatı.
Kısacası barış süreci için diyalog ve eleştirel mesafe ne kadar önemli ise kendimizi bu sürecin pasif seyircileri değil özneleri olarak görmek de o kadar önemli. Mesele hepimizin meselesi ise bu diyaloğa niyetli olmak ve yurttaşların mutluluğuna öncelik vermek anlamında “insani bakış açısını korumak” önemli.
Çağcıl dünya barış, demokrasi ve özgürlüğün bunlara ilişkin pozisyon alışların her gün yeniden inşa edilmesi gereken bir dünya.
Barış için her gün yeniden pozisyonumuzu belirlememiz ve umudu elden bırakmamamız gerekiyor.
#Hadi
(SÇ/APK/NÖ)
BARIŞA BİR YOL AÇMAK İÇİN
1- "Barış" niçin ana sorunumuz değil? TANER AKÇAM
2- Barış hakkı ve mücadelesi HAKAN TAHMAZ
3- Barış siyaseti SAMİ EVREN
4- Yaşar Kemal'in barış mesajı YAŞAR KEMAL
5- Barış hepimizin meselesi... #Hadi SEVİLAY ÇELENK