Bu yazıyı kaleme almak üzere defalarca masa başına oturmam ve yerimden kalkmam ile okuduğunuz bu satırların yazılması arasında epeyce bir zaman geçti.
Önce Suruç katliamının ardından paylaşılan görüntüler, haberler ve altlarına yazılan yorumlar, ardından birkaç gün içinde “operasyonlarda şu kadar terörist etkisiz hale getirildi” “terör hedefleri bombalandı”, “jetler peşpeşe havalandı”, “terör örgütünün sığınaklarına bomba yağdı”, “çatışmalar yoğunlaştı”, “şehir savaş alanına döndü” haberleriyle basının 1990’lı yıllarda tanıdığımız savaş diline kolayca geri dönüşü…
Bir Eylül sabahında bebek Aylan’ın (Alan'ın) ölü bedeninin sahile vurmuş görüntüsü ve görüntünün gazetelerde, televizyonlarda yayınlanmasının doğru olup olmadığı tartışmaları…
Şu an Ankara’da sadece barış istedikleri için bir araya gelen binlerce insanın toplandığı meydanda bombaların patladığı haberleri ekranlarda akıyor…. “Sorumluları mutlaka cezalandırılacak” açıklamaları eşliğinde… Yaralı insanların, ölü bedenlerin görüntüleri…. Terör uzmanları ekranlardaki yerlerini aldılar bile… savaş diliyle, teknik bir meseleyi konuşurcasına uzmanlık bilgilerini konuşturuyorlar…
Köşeyazılarını, gazetelerde, haber sitelerinde yayınlanan ya da sosyal paylaşım ağlarında yeniden paylaşılan haberleri okuduğumuzda, bunların altına yapılan yorumlara baktığımızda, en acı zamanlarda bile nefret dilinin hoyratça yayılabildiğini görüyoruz…
Medyanın bu nefret dilini kışkırtmasa bile olağanlaştırmada bir rolünün olduğunu düşünmemek elde değil. Bu nedenle, başka türlü bir habercilik anlayışının yaygınlaştırılması gerekiyor. Ayrımcılık üretmeyen, etnik, dinsel, kültürel azınlıkların, LGBTİ’lerin, mültecilerin haklarını gözeten, maruz kaldıkları ayrımcılığı sorunlaştıran, sorunları ve talepleri konusunda kamuoyunu bilgilendiren, yalnızca uzmanların, politikacıların, bürokratların sesini değil, halkın sesini duyurabilen bir habercilik anlayışı…
Soru büyük ve önemli: Başka türlü bir habercilik mümkün mü? Savaşı değil barışı odağına alan, savaşa değil barışa haber değeri yükleyen, insanların temel haklarının güvencesi olarak işleyen, hak ihlallerinin açığa çıkarılmasını ve ortadan kaldırılmasını hedef edinen bir habercilik anlayışı…
Barış gazeteciliği ya da hak odaklı gazetecilik, bunca tarifsiz acının yaşandığı bir ortamda, savaş ve çatışma zamanında barışı yeniden tesis edebilmek adına, ayrımcılıkla mücadelenin bir aracı olabilir mi?
Medyanın ayrımcı dili üzerinde Türkçe’de dikkate değer bir literatür oluştu… Medyanın ayrımcı dilini sorunlaştıran akademik çalışmaların yanında Hrant Dink Vakfı, İnsan Hakları Ortak Platformu, Sosyal Değişim Derneği, Kaos-GL gibi örgütler de bu dili deşifre etmeye, medyanın diline müdahale etmeye, onu dönüştürmeye yönelik çok önemli çalışmaların içindeler. “’doğru’, sıradan insan, süreç ve çözüm yönelimli” olan barış gazeteciliği (Alankuş, 2008: 15), ya da hak ihlallerini haber yapıp takip eden hak odaklı habercilik (13), tam da bu noktada, ayrımcı olmayan bir medya dilinin “nasıl” olabileceğine dair alternatifler sunması nedeniyle önem taşıyor.
Haber söyleminde ayrımcılık: Anaakım habercilik kodları ayrımcılığı besliyor mu?
Irkçı ve ayrımcı söylemlerin meşrulaştırılmasında, yaygınlaştırılmasında ve yeniden üretilmesinde medyanın rolünü sorgulayan birçok çalışma, gazete okurlarının gündelik hayatlarında kısa süreli karşılaşmalar dışında fikir sahibi olmadıkları toplumsal kesimler hakkındaki yargılarının oluşmasında, okudukları haberlerin ve gazete yazılarının önemli bir rolünün olduğunun altını çizmekte.
Örneğin, iktidarın söylemde kurulma biçimlerine odaklanarak söylemin yapıları ile iktidarın yapıları arasında kurulan ilişkiyi irdeleyen Teun A. van Dijk, toplumsal iktidarın “dolaylı” olarak insanların “zihin”leri yoluyla işlediğini söylemekte (1999:317).
Bu noktada, iktidarın kullanımında bilgi ve inançların ustaca yönlendirilmesi, inançların önceden formülleştirilmesi ya da farklı, alternatif düşüncelerin marjinalize edilmesi, sansüre uğraması, toplumsal bilişlerde ırkçı düşüncelerin oluşumuna etki etmesi açısından kitle iletişim araçlarının önemli bir işlev üstlendiğini belirterek başlayabiliriz (van Dijk,1999:361).
Zira, van Dijk’ı takip etmeye devam edecek olursak, etnik olaylar ya da toplumdaki farklı azınlıkları ilgilendiren meselelerle ilgili pek çok insanın günlük yaşantısında sahip olduğu ideolojik çerçevenin oluşumunda, kitle iletişim araçlarının oluşturduğu söylemlerin belirleyici bir rolü bulunmakta (1991:238).[1]
Örneğin bir Çingene’nin, bir LGBTİ’nin, bir Kürt’ün ya da Alevi’nin, bir mültecinin “nasıl” olduğu sorusunun yanıtını, çoğu zaman gündelik karşılaşmalarda değil, medya metinlerinde buluruz.
“Günlük hayatında bir Ermeniyle, bir Çingeneyle, bir Rumla, bir Ru’la, bir Azeriyle, bir LGBTİ’yle ‘hiç karşılaşmayanlar’ için gazetelerin üçüncü sayfalarında, haberlerde, televizyon dizilerinde, reklamlarda gördükleri karakterler yalnızca toplumsal olarak kabul görenin ne olduğuna dair işaretler sunmakla kalmaz, insanlara kendileri gibi olmayanı anlamanın da haritalarını sunar.” (Doğanay, 2013, 157).
Dahası, azınlıklara yönelik önyargılara ve ayrımcılığa meşruluk sağlayabilecek ideolojik çerçeve de medya tarafından sunulur. Günlük konuşmalarda ırkçı tutumların sosyal ve hukuki olarak kabul görmeyeceğini, yasaklanacağını ya da en azından kınanacağını bilen insanlar, önyargılarına rasyonel bir açıklama getirebilmek ve meşruluk kazandırabilmek adına medyaya başvururlar:
“Gazetelerde her gün okuyoruz… Savaş kaçkını Suriyeliler…” benzeri yargılara günlük etkileşimlerimiz sırasında sıklıkla rastlarız. van Dijk’ın altını çizdiği bir diğer yaygın formülasyon ‘….’lere karşı değilim ama …’dır.
Eser Köker’le birlikte 2010 yılında yazılı basın üzerine yaptığımız araştırmayı, “Irkçı değilim ama…” başlığıyla kitaplaştırırken bu formülasyonda boş bırakılan yerlerin “Kürtlere, Alevilere, Romanlara, Türkiye’de çalışan yabancı kadınlara” gibi sözcüklerle doldurulabileceğini belirtmemiz bu nedenledir: “Ayrımcılığı bu türden açıklamalarla üzeri örtülü hale getirme, hoşgörülür kılma biçimleri günlük konuşmalarda olduğu gibi medyada da” oldukça yaygındır (2010:15).
Gündelik hayata nüfuz eden ayrımcı ve ırkçı yargıların olağanlaştırılmasında medyanın oynadığı bu rol, gerçekte onun yaygın rızanın üretiminde gerekli olan sembolik kaynakların kontrolüne sahip olmasıyla ilişkilidir.
Bu kontrol gücü, medya kuruluşlarının haber değeri atfetme pratiklerinde, haber kaynakları ve politik-ekonomik güç gruplarıyla ilişkilerinde, istihdam politikalarında ve profesyonel haber üretim kodlarının işleyişinde, hegemonyanın yeniden üretilmesine aracılık edecek tercihlerin baskın olması anlamına gelir.
Liberal medya kuramlarının odağında bulunan “yansızlık” iddiasının haber medyası tarafından bu medyanın aktardığı enformasyonun “gerçekliğin ta kendisi” olduğu savıyla söylemsel düzlemde sürekli olarak yeniden üretilmesi nedeniyle, ayrımcı söylemlerin dayandığı önyargılar ve damgalamalar, iddia edilen gerçekliğin olağan bir parçasıymış gibi sunulurlar.
Van Dijk, milyonlarca insan için dünyada cereyan eden olaylar hakkında bilgi edinme konusunda başlıca kaynağı oluşturan haber söyleminin güç potansiyelinin devasa olduğunu belirtir: Bu nedenle, haber şemalarının, başlıklarının ve üslubunun yakından incelenmesi, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel iktidarın uygulanımını ve bu uygulanımı destekleyen ideolojilerin iletişimini ve dizimini anlamak açısından hayati bir önem taşır (van Dijk, 1999: 370).
Van Dijk’ın da aralarında yer aldığı eleştirel söylem analistleri, haber medyasında söylemlere odaklanan çalışmaların söyleme hegemonyanın kurulduğu ve yeniden inşa edildiği ama aynı zamanda dil üzerinden mücadelenin de gerçekleştiği bir anlamlandırma dizgesi olarak bakmanın öneminin altını çizerler.
Böylece, haber söylemini eleştirel bir perspektifle ele almak, önce büyük çerçeveyi, hem haberin üretildiği, hem de alımlandığı, başka bir deyişle iletişimin içinde gerçekleştiği toplumsal-ekonomik-politik bağlamı dikkate almayı gerektirir. Üretim sürecinin analizi, “metne”, yani haber söyleminin makro ve mikro yapısını oluşturan temel öğelere geçmeden önce, haber kuruluşlarının yapısal ilişkilerinden başlayarak istihdam politikalarına kadar varan genel çerçeveyi ortaya koymayı gerektirir.
Metne odaklanıldığında ise, van Dijk’ın haberin makro ve mikro öğeleri olarak ayrıştırdığı unsurlara bakmak faydalı olacaktır (1991).
Burada haber başlıklarının ve spotların nasıl atıldığı, haber kaynağı olarak kimlere başvurulduğu ve kimlerin sözlerinin değerli görüldüğü (alıntılandığı veya aktarıldığı), haber şemasının nasıl oluşturulduğu, hangi fotoğrafların nasıl kullanıldığı, fotoğraf altı yazılarının nasıl oluştuğu gibi sorular aynı zamanda bizi habercinin azınlıklarla ilgili meselelerdeki tercihinin ne olduğu sorusunun yanıtına da götürecektir.
Örneğin azınlıklar, çoğunlukla haber kaynağı olarak görülmezler. Savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilerle ilgili haberlerde politikacıların ya da bürokratların, kimi durumlarda konuyla ilgili uzmanların ağzından yapılan açıklamalarla karşılaşırız; bir mültecinin haber kaynağı olduğuna ise neredeyse hiç rastlamayız. Onların yaşam deneyimleri, karşılaştıkları sorunlar, tanıklıklar, haber öykülerinin içinde ya hiç yer bulmazlar ya da ikincilleştirilirler.
Van Dijk, Batı kitle medyasında azınlıkların, göçmenlerin, üçüncü dünya ülkelerinden gelenlerin haberleştirilmesindeki problemleri beş başlık altında özetler: birinci olarak azınlıklar ve göçmenler gibi “dış gruplar” daha az habere ve metne konu olurlar; olduklarında da “itibarlı ve yeknesak haber kaynakları olarak daha az kullanılır”lar; bu haberlerde genellikle klişeleştirilmiş bir tarzda ve “bizim değerli kaynaklarımızı harcayan bir külfet ya da bir sorun” olarak betimlenirler; “bizim normlarımız, amaçlarımız, uzmanlığımız ya da kültürümüzle karşılaştırıldığında ‘yetersiz’ ya da ‘geri’ oldukları” varsayılır; bu varsayım bizi azınlıkların “bizim (özgecil) yardımımıza, anlayışımıza ya da desteğimize ihtiyaç duydukları” iddiasına götürür (van Dijk, 1999:368-9).
Haber kaynaklarıyla ilişkiler, haber değeri atfetme pratikleri gibi özelliklerin yanında, haber metninin nasıl oluşturulduğu, örneğin sürmanşetlerin, manşetlerin, başlıkların nasıl atıldığı da haber söylemini anlayabilmek açısından merkezi rol oynayan sorulardan birisidir; başlıkların genelde yayın kuruluşunun azınlıklarla ilgili politikasını yansıttıklarını görürüz.
Başlıklara taşınan alıntılar ya da tırnak işareti bile kullanılmaksızın başlığa aktarılan ve böylece genelgeçer bir yargı haline dönüştürülen sözler, örneğin politikacıların, hükümet mensuplarının konuyla ilgili yaptığı açıklamalar, çoğu zaman ayrımcı söylemlerin düğüm noktalarını oluşturur (Burada Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’de 100 bin Ermeni var; hepsini kovarız”; ya da “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” benzeri açıklamalarının defaten çoksatar gazetelerin manşetlerine nasıl taşındığını hatırlayabiliriz).
Başlıklar önemlidir; van Dijk’ın belirttiği gibi hem birçok okur gazetelerde yalnızca başlıkları okuduğu için, hem de haberin ana olayını özetlediği için…
Başlıklar gibi haber fotoğrafları da hem habere konu olan aktörlere hem de ana olaya dair yargıların oluşmasında yönlendirici bir rol oynayabilirler. Okurlar, çoğu zaman olaylar hakkındaki fikirlerini başlıklar ve fotoğraflara bakarak oluştururlar.
Fotoğrafta kimin, nasıl gösterildiği bu yüzden önemlidir. Gezi direnişi sırasında, direniş haberlerini yayınlamama halini sürdüremeyen gazetelerin eylemcileri yüzleri kapalı, sisler içinde ya da polise molotof kokteyli, taş vb. atarken gösteren haber fotoğrafları, habercinin bakışını yansıtması açısından çarpıcı örneklerdir.
Haber şemasının nasıl oluşturulduğu, habercinin etnik olaylara ya da azınlıklara bakışını ortaya koyabilir. Genel olarak haber metninin organizasyonu, en önemli enformasyonla başlar. Bu noktada hangi enformasyona öncelik atfedildiği, hangi enformasyonun hangi sırayla aktarıldığı, haberde arka plan bilgisinin nasıl verildiği, örneğin bir toplumsal eylemle ilgili haberde eylemcilerin kimliğine, taleplerine ilişkin bilgilerin haber akışı içinde yer bulup bulmadığı, olayın geçmişine, muhtemel sonuçlarına yer verilip verilmediği, tanıklıklara başvurulup vurulmadığı gibi birçok soru, habere konu olan azınlık gruba yönelik belli bir enformasyonun aktarılmasına aracılık ederken kimi enformasyonların da ikincil plana aktarılmasına ya da görmezden gelinmesine yardımcı olabilir.
Haber söyleminin makro öğeleri kadar sözcük seçimleri, sıfatların, metaforların, benzetmelerin, yinelemelerin kullanımı, cümle yapıları, kutuplaştırma, haklılaştırma, masumlaştırma, inkâr vb söylemsel stratejiler de ayrımcı söylemlerin oluşumu ve meşruluk kazanmasına aracılık edebilir.
Örneğin medya, olumsuz bir olayın, bir linç girişiminin faillerini gizleyebilmek adına edilgen cümle yapılarına başvurabilir. Azınlık grubu olumsuz bir olayla işaretlemek istediğinde ise aktif cümle yapısına başvurulur.
Bunun yanında, belli bir toplumsal grubun nasıl adlandırıldığından başlanarak bu grupla birlikte anılan sıfatlara, benzetmelere vs. yer verilme biçimi sorunlaştırılmalıdır. Legal bir siyasal partinin adının terör örgütü ile birlikte anılması, belli bir etnik grubun tüm üyelerinin terörist olarak adlandırılması, belli bir dinsel inancın mensuplarının marjinalleştirilmesine aracılık edecek deyimlere, sıfatlara yer verilmesi bunun örnekleri arasında sayılabilir (bkz. Köker ve Doğanay 2010).
Medya, aynı olayı çok farklı sözcüklerle açıklayabilir. Savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecileri “sığınmacılar”, “misafirler”, “mülteciler” ya da “savaş kaçkınları”, “vatan hainleri” olarak adlandırmak arasındaki fark aşikârdır.
Eser Köker’le birlikte kaleme aldığımız “Televizyonda Protesto Gösterileri: Egemen Haber Söyleminde Toplumsal Eylemler” başlıklı yazıda, toplumsal eylemlerin televizyon haberlerinde nasıl çerçevelendiğini araştırırken karşılaştığımız örnek, habercinin tercihini ortaya koyan cümle yapılarının ne anlama geldiğini açıklamak açısından oldukça çarpıcıdır (2004).
2002’de Mersin’de Newroz kutlamaları sırasında polisin eylemcilere müdahalesi sonucunda polis panzerinin duvara sıkıştırarak ezdiği bir eylemciyle ilgili haber şu cümlelerle verilmekteydi: “…. bir gösterici panzerle duvar arasına sıkışarak öldü”.
Bu cümlenin yapısı, ölme eyleminin faili olarak göstericiye işaret etmektedir. Gösterici, panzerle duvar arasına sıkışmaktan sorumlu tutulmaktadır adeta… Polisin göstericinin ölümündeki sorumluluğu, haberlerde edilgin cümle yapısının arkasına gizlenmektedir.
Van Dijk’ın haberlerin makro ve mikro yapısı üzerinde yaptığı incelemeler, azınlıkların haber medyasında yer bulma biçimlerinin neden problemli olduğuna ilişkin sistematik bir analiz sunmaktadır.
Diğer yandan, haberleri bağımsız birimler olarak ele almak da doğru değildir. Bir sayfada, birbiriyle ilgili ya da ilgisiz görünen birçok haberin ve fotoğrafın nasıl yerleştirildiği önemlidir.
Halise Karaaslan Şanlı ile birlikte yazdığımız “Yazılı Basında Irkçı ve Ayrımcı Söylemlerin Olağanlaştırılması: Habertürk Gazetesinin ‘Sıradan Bir Gün’deki Haberleri Üzerine bir İnceleme” (2011) başlıklı yazıda, gazetenin birinci sayfasında Kürtler, Rumlar, Ermeniler ve kadınları hedef alan ayrımcı söylemlerin nasıl bir arada yer bulduğu üzerinde durmuştuk.
Gazetenin incelediğimiz sayısında Barbar Rum Saldırdı sürmanşetinin altında ‘PKK Kürtlerden Özür Dilemeli’ manşeti, onun sağ tarafında Kapatma İçin İşaretler Geldi başlığı ile BDP’nin kapatılma davası gerekçesinden söz edilmekte, Bahçeli’nin “Aklınızı Başınıza Alın” sözleri çerçeve içinde aktarılmakta, manşetin altında yer alan haberde ise Ermenilerin Türkiye’deki mülkleriyle ilgili davaları açan avukatla yapılan söyleşiye “Olay tamamen parayla ilgili” başlığı ile yer verilmekteydi.
Tesadüfi olsun ya da olmasın, haberlerin bu şekilde bir araya gelmesi, bizim için milliyetçi söylemin yineleyegeldiği, “biz”i kuran “ötekilerin ne ve kim olduğu”na dair kalıpyargıların ötesinde bir anlam taşımaktaydı.
Televizyon haberleri de, gazete haberleri gibi ayrımcı yargıların üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında önemli bir rol oynar. Hatta, daha geniş bir kitleye ulaşabildiği için ve televizyonun görüntü öncelikli yapısı nedeniyle gerçeklik iddiası daha kuvvetli olduğu için etki alanının daha geniş olduğunu ileri sürebiliriz.
Sevilay Çelenk, televizyon yayıncılığının toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik kimi tipik ayrımcılık biçimlerini açığa vurduğunu ileri sürer (2010: 225-227): Bunlardan birincisi “yok saymak ya da çok sınırlı bir biçimde yer vermek”tir. Kırılgan konumdaki kişi ve gruplar ya haberlerden tümüyle dışlanır ya da sınırlı biçimde temsil bulurlar. Bunu, belirli azınlık grupların –Kürtlerin, Çingenelerin, Alevilerin, mültecilerin ….- yaşadıkları sorunların haberlerde yer bulamaması ya da haber akışında sonlarda yer almasıyla örnekleyebiliriz.
Çelenk’in ifade ettiği ikinci ayrımcılık biçimi, “olumsuzlukların konusu yapmak”tır: Ayrımcılığa uğramak bakımından dezavantajlı konumları olan kişi ya da gruplar televizyon haberlerinde olumsuz olaylarla ilişkilendirilerek yer bulurlar.
Çelenk, “televizyon haberciliğinin başarılı ve makul eşcinsellere, travestilere, Ermenilere ya da Kürtlere ve hatta kadınlara yer verme eğiliminin düşük” olduğundan söz eder (226).
Üçüncü ayrımcılık biçimi, “ayrımcı nitelemelerle birlikte anmak”tır. Buna göre, dezavantajlı gruplar, olumsuz bir olayla haber gündemine girdiklerinde, bu olayla onların azınlık kimlikleri arasında doğrudan bir ilişki kurulur. Televizyonlarda “Suriyeli dolandırıcı”; “Rus hayat kadını” haberlerine rastlamak olağandır…
Son olarak Çelenk “nefret söylemini kışkırtan haberler”den söz eder. Bunlar, “ülke gündemine ani olarak giren ve sansasyonel bir tarafı bulunan haberlerdir. … kamu gündeminde de yoğun tartışmalara ve kutuplaşmalara neden olur”lar. Bu türden haberler, belli bir kesimi hedef gösterdiği için linç girişimlerinin de önünü açabilir.
Ayrımcı olmayan bir habercilik pratiğinin ilk adımını oluşturabilir mi?
Anaakım haberciliğin haber değeri atfetme süreçlerinin ve haber kaynaklarıyla ilişkisinin, haber dilinin gelenekselleşmiş unsurlarının ayrımcılığı yeniden ve yeniden üretme potansiyelini böylece ortaya koyduktan sonra girişteki soruya yeniden dönerek, barış gazeteciliği ve hak odaklı haberciliğin kimi ortak özelliklerinin ayrımcı olmayan bir habercilik pratiği için yol gösterici olduğunu iddia ederek devam edeceğim.
Bunun için, barış gazeteciliğinin ve hak odaklı haberciliğin kimi temel ilkelerine değinirken, bu ilkelerin ayrımcılık üretmeyen bir habercilik anlayışıyla ilişkisinin hangi noktada kurulabileceğini ele alacağım[2]:
Barış gazeteciliği bir çatışmayı iki tarafın çatışması gibi göstermekten kaçınır. İki tarafın çatışması, bir şekilde taraflardan birinin kazanması anlamına gelecektir. Oysa kazanmak da, kaybetmek de kendi başına barışa katkıda bulunabilecek pozisyonlar değildir. Dahası, pozisyonların böyle iki kutup arasında ayrışması, müzakere, uzlaşı, karşılıklı kabul ve farklılıkların kendini ifade edebilmesinin önünü kapadığı için de ayrımcılık üretecektir.
Barış gazeteciliği, “biz” ve “onlar”, “ben” ve “öteki” ayrımlarından kaçınır. Bu türden ayrımların neredeyse her zaman ayrımcılık üretmesi muhtemeldir.
Barış gazeteciliği, konvansiyonel haber değeri atfetme pratiklerinin şiddet ve çatışmaya yaptığı vurgu yerine, bir arada yaşamaya ya da bir arada yaşayabilmek için gereken koşulların neler olduğuna odaklanır. Böylelikle, yalnızca şiddet anlarını haberleştirmek yerine çatışmayı doğuran koşulları ve bu koşulların nasıl iyileşebileceğini sorunlaştırır.
Yaralı ya da ölü bedenlerin görüntülerini paylaşmadan önce, bunun olası sonuçlarını göz önünde bulundurur; Şiddeti haberleştirdiğinde, şiddetin yaratabileceği hasar ve travmayı da dikkate alır.
Yayınlanan bir haberin çatışmayı ve kutuplaşmayı daha da artırarak belli tarafların, toplumsal kesimlerin hedef haline getirilmesine, nefret söylemi ve nefret suçuna maruz kalmasına yol açıp açmayacağını değerlendirir.
Sevda Alankuş’un altını çizdiği gibi, barış gazeteciliği sadece sıradışı, beklenmedik, alışılmadık olana odaklanan habercilik anlayışından kaçınır. Çünkü sadece olağandışılığın haber sayıldığı durumlarda siyahlar, kadınlar, yoksullar, etnik, cinsel, kültürel azınlıklar ya yeterince temsil edilemezler, ya da temsil edildiklerinde sadece “mağdur” veya “fail” konumunda yer bulabilirler (Alankuş, 2008: 8).
Sadece bir tarafın acı ve korkularına odaklanarak meseleleri “iyi adamlar” ve “kurbanlar” karşıtlığına sıkıştırmak yerine “tüm tarafların acı ve korkularının eşit derecede haber değeri olduğu” yaklaşımını benimser.
Bir çatışmayı haberleştirirken tarafların taleplerinin neler olduğunu, neyin değiştirilmesini istediklerini, bunun en iyi yolunun ne olduğuna dair farklı fikirleri dikkate alır.
Böylelikle, sorunlara ilişkin basmakalıp yargıları aktarmak yerine sorunun farklı boyutlarını ve arkaplan bilgisini ele alabilir. Bu, sesleri anaakım medyada çok cılız duyulabilen aktörlerin, örneğin azınlıkların taleplerinin ve bakış açılarının ne olduğunun aktarılmasına da yardımcı olacaktır.
Böylelikle, habercilerin her zaman başvurdukları uzmanlar, politikacılar, bürokratlar gibi haber kaynaklarının yanında, çatışmanın gerçek mağdurlarının, sıradan insanların, azınlıkların sesinin ve sözünün de değer kazanmasını sağlayabilir.
Barış gazeteciliği, sürekli taraflar arasındaki farklılıklara odaklanmak yerine, onların ortak ihtiyaçlarına, değerlerine, ortak zeminlerine dair bilgileri de aktarır. Böylelikle, tarafların birbirlerini daha iyi anlamalarına katkıda bulunmuş olur. Bu, kamuoyundaki ayrımcı yargı ve kanaatlerin keskinliğini yitirmesine, farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilmenin mümkün olduğunun kavranmasına yardımcı olacaktır.
“Barbar, kaba, zorba” gibi sıfatları, “terörist, fanatik, köktendinci” gibi tanımlamaları kullanmaktan kaçınır. Bu gibi ifadelerin “onlar”a “biz” tarafından atfedilen tanımlamalar olduğunu, bu nedenle de çatışma ve kutuplaşmayı derinleştireceğini bilir. Benzer şekilde, çeşitli toplum kesimlerine, etnik, dinsel azınlıklara yönelik basmakalıp yargıların kullanılmasından da kaçınır; bu yargıların ifadesi, ayrımcı söylemlerin başlıca araçlarındandır.
Fikirleri ve iddiaları gerçekmiş gibi göstermekten kaçınır; sorunla ilgili farklı tarafların farklı kanaatlerinin olduğunu ifade eder. Böylece, ayrımcı kimi yargıların genelgeçer, herkes tarafından kabul edilebilir, yayın kuruluşunun ve gazetecinin de görüşünü yansıtan ifadeler olarak anlaşılmasının önüne geçmiş olur.
Diğer yandan, hak odaklı habercilik de, barış gazeteciliği gibi, ayrımcı söylemlerin yaygınlaştırılmasına ve meşrulaştırılmasına yol açan kimi habercilik pratiklerinin ya da alışkanlıklarının önüne geçilmesine aracılık edecektir. Her şeyden önce, hak odaklı habercilik, “haber yaparken hak ihlali yapmamayı, haklar konusunda bilgilendirici, kullanılmaları konuşunda cesaretlendirici olmayı” öngörür (Alankuş, s.13).
Bu ilk olarak, habercinin hak ihlali yapmamak ve ayrımcı bir dil kullanmamak için özen göstermesi, “haberin tanımından kaynakların seçimine, yazımına kadar genelgeçer gazeteciliğin hak ihlali yapılmasına izi nveren standartlarının yerinden edilmesi” anlamına gelir.
İkinci olarak, Alankuş’un belirttiği gibi, “bütün haberlerin hak odaklı kılınması demek, haberin tanımının, çerçevelenme biçiminin değişmesi, elit odaklı olmaktan çıkarak, farklılıklarından ötürü hak ihlallerine ve ayrımcılıklara daha çok uğrayan “ötekiler” lehinde kılınması demek”tir (Alankuş, 2008: 14).
Böylece hak odaklı habercilik, tanımı gereği, iş hayatında, eğitimde, sağlık hizmetlerinde ve gündelik hayatta çeşitli toplumsal gruplara yönelen ayrımcılığa, bizzat haber değeri atfedeceği için önemlidir. Ayrımcılığın teşhir edilmesi ve sorunlaştırılması, ayrımcılıkla mücadele açısından temel bir adımdır; farklı toplum kesimlerinin birbirlerini anlamasına; ayrımcılığa maruz kalanların seslerini duyurma yoluyla güçlenmesine ve güçbirliği yapmasına; ayrımcılıkla nasıl baş edilebileceğine dair ortak yordamlar geliştirilmesine de yardımcı olacaktır.
Bütün bu özellikleri, hem barış gazeteciliğinin, hem de hak odaklı haberciliğin “ayrımcı olmayan” ve “ayrımcılık karşıtı” bir habercilik anlayışının beslenebileceği başlıca zeminler olmasını sağlamakta. Burada değinilenlere ek olarak, ayrımcılık karşıtı bir habercilik anlayışının gerçekleşebilme koşullarına dair son bir saptama yapmak istiyorum.
Gazetecilik mesleğine yönelik birtakım etik kodların geliştirilmesi (-ki birçok uluslararası ve ulusal meslek kuruluşu bu konuda tümüyle yol gösterici kodlar geliştirmiş durumda) ve uygulamaya geçirilmesi ayrımcı olmayan bir habercilik pratiğinin ortaya çıkmasında rol oynayacaktır. Ancak, sorunu gazetecilerin mesleki tercihleriyle açıklamaya çalışmak ya da bu tercihlerdeki değişmenin sorunu da ortadan kaldıracağını varsaymak yeterli bir bakış açısı olmayacaktır.
Barış gazeteciliğinin, hak odaklı haberciliğin ya da ayrımcılık üretmeyen bir gazetecilik pratiğinin ortaya çıkabilme koşullarını anlayabilmek için, işe gazetenin ya da yayın kuruluşunun haber odasında ve karar alıcı mercilerinde kaç kadın habercinin, haber editörünün, yöneticinin bulunduğunu sorgulamakla başlayabiliriz.
Çeşitli etnik, dinsel, kültürel vb. azınlıklardan kaç çalışanın istihdam edildiğine bakabiliriz. Medya sahipliği gibi yapısal kimi unsurların yanı sıra, yayın kuruluşunun haber üretim kodlarının genel çerçevesinin nasıl işlediğini, gündem toplantılarının nasıl yönetildiğini, muhabirlerin haber değeri atfetme süreçlerinde ne kadar aktif rol alabildiklerini, haber kaynaklarıyla ilişkilerin nasıl kurulduğunu, editoryal süreçlerde haber içeriklerine ne kadar müdahale edildiğini, etik habercilik ilkelerine uyma konusunda ne ölçüde hassasiyet gösterildiğini, ombudsman istihdam edilip edilmediği ve ombudsmanın değerlendirmelerine ne kadar uyulduğu gibi birçok parametreyi de dikkate almak ve sorunlaştırmak gerekir.
Dahası, anaakım medyanın mevcut şartları altında barış gazeteciliğinin ya da hak odaklı haberciliğin hayata geçirilebilme koşullarının sınırlılığı göz önünde bulundurularak alternatif medyanın gücünü ayrımcılıkla mücadelede rol alabilecek bu türden gazetecilik pratikleri lehine kullanmanın önemini de göz ardı etmemek gerekir. (ÜD/BA)
Kaynakça
Alver, Füsun (2003) Basında Yabancı Tasarımı ve Yabancı Düşmanlığı, Der Yayınları: İstanbul
Alankuş, Sevda, (2008), “Yeni Habercilik Arayışları: Hak Odaklı Habercilik, Yurttaş Gazeteciliği, Barış Gazeteciliği”, içinde Okuldan Haber Odasına: Hak Haberciliğine Doğru, İstanbul, IPS Vakfı Yayınları, s. 2-23
Çelenk, Sevilay, (2010) “Ayrımcılık ve Medya”, Televizyon Haberciliğinde Etik Sorunlar, s. 211-228
Çoban Keneş, Hatice (2014), “Yeni Irkçı Söylemlerin Eklemli Niteliği ve Medyanın İşlevi” SBF Dergisi. 69/2:407-433.
Çomu, Tuğrul vd. (2009) Toplumsal Paylaşım Ağı: Facebook: Görülüyorum Öyleyse Varım , Kalkedon: İstanbul
Doğanay, Ülkü, (2013), “Irkçılığın İzini Satır Aralarında Sürmek: Popüler Kültür Ürünlerinde Irkçı Söylemlerin Yaygınlaşma Biçimleri”, içinde Mahmut Çınar, Medya ve Nefret Söylemi, Hrant Dink Vakfı, İstanbul, s.155-176
Doğanay, Ülkü ve Halise Karaaslan Şanlı, Yazılı Basında Irkçı ve Ayrımcı Söylemlerin Olağanlaştırılması: Habertürk Gazetesinin “Sıradan Bir Gün”deki Haberleri Üzerine Bir İnceleme, Kültür ve İletişim Dergisi 14/2 -.2011
Esen, A. Kıvanç, (2007) “2000'li Yıllar Türkiye'si Yeni Irkçılığına Dair Bir Analiz Denemesi” Birikim Dergisi, sayı 224.
Köker E.ve Doğanay Ü.,(2010), Irkçı değilim ama… Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler, Ankara: İHOP yay.
Köker E. ve Ülkü Doğanay, Televizyonda Protesto Görüntüleri: Egemen Haber Söylemlerinde Toplumsal Eylemler, içinde Kültür ve İletişim, 7/2, 2004 , s. 43-72
Lynch Jake ve Annabel McGoldrick, “Barış Gazeteciliği Yapmanın Püf Noktaları”, kısaltarak çev. Mine Gencel Bek, T24, 18 Eylül 2012, http://t24.com.tr/haber/baris-yanlisi-haber-yapmanin-puf-noktalari,213341
McGoldrick, Annabel ve Lynch Jake (2000), https://www.transcend.org/tri/downloads/McGoldrick_Lynch_Peace-Journalism.pdf
Salman, Feray (ed.) (2007), Hep Yenik Başlamak Duygusu, Türkiye’de Ayrımcılık Uygulamaları: Mağdurlar ve Uzmanlar Anlatıyor, STGM Yay., Ankara
Van Dijk, 1991 Dijk, Teun A. van (1991), Racism and the Press, Newyork: Routledge.
Van Dijk, 1999, Söylemin Yapıları ve İktidarın Yapıları, içinde Mehmet Küçük (der.) Medya İktidar, İdeoloji, Bilim Sanat Yayınları: Ankara
[1] Van Dijk’ın bu konudaki saptamalarını takip eden pek çok araştırmacı da, medya metinlerine, ayrımcı kanı ve yargıların yeniden üretilmesi ve çeşitli toplumsal gruplara ilişkin stereotiplerin meşruluk kazanmasında merkezi bir önem atfederek bu metinleri irdelemekte . Bu çalışmalar, medyada haber değeri atfetme pratikleri, haber kaynaklarıyla ilişkiler, başlıklar ve haber şemalarının oluşumu, sözcük seçimi ve çeşitli söylemsel stratejiler yoluyla çeşitli etnik-dinsel azınlıklara, egemen toplumsal grupların dışında kalanlara, farklı yaşam biçimlerine ya da cinsiyet kimliğine sahip olanlara yönelik ırkçı ve ayrımcı söylemlerin kuruluşunu ve başlıca stratejilerini örneklemekte, analiz etmekte. Örneğin bkz. Yazılı basının ırkçılığın-ayrımcılığın yaygınlaştırılmasındaki rolüne odaklanan Eser Köker ve Ülkü Doğanay’ın (2010) Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemlerin İktidarı; Füsun Alver’in basının yabancıları temsil etme biçimlerini araştırdığı Basında Yabancı Tasarımı ve Yabancı Düşmanlığı (2003) ; yeni ırkçı söylemlerin etnik, dini, cinsel farkları birbirine eklemleyerek kendini nasıl var ettiğini derinlemesine görüşmelerden elde ettiği bilgilerle ortaya koyduğu H. Çoban Keneş’in(2014) “Yeni Irkçı Söylemlerin Eklemli Niteliği ve Medyanın İşlevi” başlıklı çalışması; Yazılı basın dışındaki kitle iletişim aracına yönelen ve Mutlu Binark’ın da aralarında bulunduğu yazarlara nefret söyleminin nasıl dolaşıma sokulduğu ve görünürleştirildiği üzerine odaklanan Toplumsal Paylaşım Ağı: Facebook: Görülüyorum Öyleyse Varım (Çomu vd., 2009); Feray Salman editörlüğünde tanıkların öykülerinden yola çıkılarak yapılan Türkiye’de Ayrımcılık Uygulamaları: Mağdurlar ve Uzmanlar Anlatıyor (2007). Doğrudan yeni ırkçılık üzerine bir çalışma olan A.Kıvanç Esen’in (2007) “2000'li Yıllar Türkiye'si Yeni Irkçılığına Dair Bir Analiz Denemesi” isimli makalesi de Türkiye’de bu konuda yapılmış az sayıdaki çalışmalardan biridir.
[2] Barış gazeteciliğinin temel ilkeleriyle ilgili burada yorumlayarak aktardığım bilgiler, Annabel McGoldrick ve Jake Lynch tarafından hazırlanan Peace Journalism (2000) başlıklı el kitabından ve Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in “barış yanlısı haber yapmanın püf noktaları” (2012) adlı yazılarından alınmıştır.