Yıllar önce, Aralık 2000 - Haziran 2001 tarihlerinde, çocukların önemsedikleri ne varsa, ne düşünüyorlarsa, yazıya dökmelerini ve yurttaşları dinlemekle yükümlü olan Başbakan'a seslenmelerini istemiştim.
Benim de Sesim Var - Sesimi Duyun (Başbakan'a yazıyorum) başlığını taşıyan kampanyaya binlerce mektup gelmişti.
Bu mektupları okudukça, çocukların barışa, doğaya, dünyaya ve kendilerine sahip çıktıklarını görmüş ve çok ama çok etkilenmiştim. Bu mektuplarda umut pırıl pırıl parlıyordu.
Gönderilen mektuplarda savaş çağrısı yapan tek bir ses yoktu. Öldürmek veya ölmek isteyen tek bir çocuk yoktu.
Bugün Başbakan Erdoğan'ın AKP Genel Merkezi'nde il başkanları istişare toplantısında okuduğu mektuplarda ise ölümden ve ölmekten bahseden sesler bulunuyordu.
Başbakan, gizlemeye bile yeltenmediği bir memnuniyet ile bir çocuğun "şehitliğe gittik, kendimizi tanıdık" dediğini aktardı. Ardından, bir başka çocuğun "bu vatan için biz de şehit oluruz, amin" dediğini söyledi.
Ölümden ve ölmekten bahseden çocukların sözleri alkışlarla karşılandı. Yanlışlık yok; bu sözler, üzüntü, sessizlik ve hayret ile değil, beğeni ile karşılandı.
Bu olanları anlatmak da, değerlendirmek de zor. Ama anlatmak ve değerlendirmek bir bilim insanı, bir barışsever, bir çocuk hakları savunucusu sorumluluğu.
Bugün ekranlara yansıtılan görüntüler ve kimi web sitelerinde yer verilen haberlerde aslında çocukların dolaysız iletilen düşünceleri yok. Yani, Başbakan'a kendi görüşlerini bildikleri ve diledikleri gibi (Benim de Sesim Var - Sesimi Duyun Kampanyası'nda olduğu gibi) yazmaları söz konusu değil.
Bu çocuklar seçilmişler, uçağa bindirilmişler, Çanakkale'deki şehitliklere götürülmüşler ve evlerine döndüklerinde bu işleri düzenleyen yetişkinlerin isteği üzerine mektuplar yazmışlar. Bu işin finansmanı da kamu bütçesinden karşılanmış.
Mektuplarda dile getirilen kimi "duygular", çocukların gezi boyunca büyüklerinden duydukları "barış mesajları" ile ilişkili. Örneğin, AKP Kadın Kolları Genel Başkanı Güldal Akşit, çocuklara şöyle bir mesaj vermiş:
"İstedik ki, Şehitler ve Gaziler Haftası'na isabet eden şu günlerde çocuklarımızı bu anlamlı topraklara getirelim, tarihleri ile yüzleşsinler, dedeleri ile kucaklaşsınlar ve buraları tanısınlar. Diyarbakır, İstanbul'dan gelen çocuklarımız, gençlerimiz var. Kardeş şehir Çanakkale'de bizi karşılayan gençlerimiz, çocuklarımız var. Hep birlikte şehitliğe geçeceğiz, o duyguları hep birlikte paylaşacağız.
"Çanakkale'deki şehitlikte yer alan atalarımız, dedelerimiz, çok anlamlı bir şekilde hayatlarını bu topraklar için vermişler, şehit düşmüşler. Orada Diyarbakır'dan, Hakkari'den, Tunceli'den, İzmir'den, Kars'tan, ülkemizin her bir yanından gelip bu vatan için canını feda eden, kan döken şehitlerimizi göreceğiz. Onları şükran ve rahmetle anacağız bize bu toprakları hediye ettikleri için bir kez daha şükran duygularıyla dua edeceğiz. Allah bizi bölmesin, birbirimizden ayırmasın. Çünkü 'Biz birlikte Türkiye'yiz' diyoruz."
Demek ki, burada çocukların kendiliklerinden dillendirdikleri görüşlerden çok, bir "halkla ilişkiler" çalışması söz konusu. Bu kapsamlı çalışmanın ürünü olan 90 mektup siyaset yapma aracı olarak kullanılıyor.
Söz konusu siyasetin ne olduğu da ortada. Türkiye'de süre giden çatışmayı, haklı ve demokratik talepler uyarınca çözmek yerine, bir yandan "Türk ve Kürt kardeştir çünkü aynı ümmettir", diğer yandan "Türk ve Kürt Çanakkale'de birlikte savaşmış ve şehit düşmüştür" ile çözmek -ya da çözmemek - üzerinde ısrar etmek.
Bu ısrarın yanlış olduğu ortada. Hemen eklemek gerek ki, bu ısrara çocukları alet etmek de yanlış. Başbakan, "terör örgütü çocukları istismar ediyor" diyor. "Biz onların eline ne Molotof, ne taş; sadece kalem ve bilgisayar verdik" diye vurguluyor. Bu sözler çocukların eline kalem kağıt tutuşturulduğu, mektupların bir "halkla ilişkiler" çalışması olduğu ile uyuşmuyor mu?
AKP Genel Merkezi'nde Başbakan'a odaklanmış kameraları filmlerde olduğu gibi uzaklaştıralım. Kameraları bir uydudan bakar gibi Türkiye'ye odaklayalım. Odaklarsak görülecek olan şudur: Bu ülkede çocuklara değer verilmiyor. Yoksul çocuklara ise hiç değer verilmiyor. Çocuk yoksulluğu artmasına karşın, "en az üç çocuk" -yani ucuz işgücü- planları dile getiriliyor.
Denizi hiç görmemiş çocuklara bir ay boyunca deniz kıyısında tatil olanağı sağlamak yerine, onları şehitliklere götürmek daha doğruymuş gibi davranılıyor. Az sayıda çocuğu kamu bütçesinden uçakla Çanakkale'ye götürmek yerine, çok daha fazla çocuğa tatile götürmek, onlara kütüphane açmak çok daha doğru değilmiş gibi davranılıyor.
Kim inanır?
Çocuklar kendilerini ne çatışmalar içinde, ne de şehitliklere giderek tanıyabilirler. Bu ülkeye barış, Diyarbakırlı çocukların hepsinin Çanakkale'ye getirilmesi, şehitliklere götürülmesi ile mi gelecek? Sonra sıra Hakkari, Muş ve diğer illerdeki çocuklara mı gelecek?
Çocukların karşısında yoksulluk, berbat bir eğitim sistemi ve bir çatışma ortamı dururken, onları arada sırada anımsamak, hatta konuşma malzemesi yapmak büyük bir yanlış.
"Denizi bile görmemiş çocuklar", o çatışma ortamı içinde büyüyen uzaktaki çocuklar birden nasıl "yavrularımız" olabilir? Bu söyleme kim inanır?
"Biz de şehit oluruz, amin" diyen bir çocuğu alkışlayan siyasetçiler, sizin çocukları umursadığınıza, barış istediğinize kim inanır? Bu olanları görünce, söylenenleri duyunca, bu ülkeye barış geleceğine kim inanır? (SD/NV/YY)