Tam da barışı konuşmaya çalıştığımız günlerde Halkın Demokratik Kongresi'nin (HDK) Karadeniz temasları esnasında Sinop'ta örgütlü Türk milliyetçisi grupların başını çektiği ve umutlarımızı derinden hançerleyen korkunç bir saldırı gerçekleşti.
Barış ve çözüm gündemi ile bölgeye giden HDK heyetine yönelecek böyle bir saldırının ipuçları aslında daha heyet yola çıkmadan önce ayan beyan ortadaydı.
Yerel basın günlerdir bölge halkını kışkırtan şoven bir dili hem manşetlerine hem de köşelerine taşımıştı. Bu eğilim yıllardır milliyetçi yerel basının izlediği ajandaya ve şablona gayet uygundu.
Buna göre; PKK yıllardır Karadeniz'e 'sızmaya' çalışıyor ve bunun için binbir farklı oyunu deniyordu; Karadenizliler uyanık olmalıydı; PKK'ye geçit vermemeliydi.
Yerel basının da ötesinde uzun süredir ulusal basın, Hrant Dink'in katlinden rahip Santaro'nun öldürülmesine, ister onaylasın ister mesafeli dursun Karadeniz'in 'milliyetçi hassasiyeti' üzerinden haberler yapmaya da oldukça meraklıydı.
Neticede Kürt milletvekillerini hedef alabilecek bir terkibin öyle ya da böyle zemini çoktan hazırlanmıştı. Peki bu manzaradan hangi sonuçlara ulaşabiliriz?
Süreklilikler
İlkin Sinop'taki saldırı, Türkiye'nin siyasal ve toplumsal yaşamında örneğini çokça gördüğümüz kolektif saldırı ve linç eylemleri ile aynı kategoridedir.
Önce basının provokasyonu, eşzamanlı olarak örgütlü milliyetçi odakların hazırlıkları, hem öncesinde hem de olaylar sırasında gereken önlemi almayan hatta faillere sempati ile yaklaşan kolluk kuvvetleri, her şey olup bittikten sonra iktidar kanadından 'üzüntü' mesajları.
6-7 Eylül de böyledir, Kanlı Pazar da, Maraş katliamı da, Sivas Madımak olayları da...
Bu eksende Türkiye'de değişen pek bir şeyin olmadığını söylemek mümkün. Tecrübelerden hareketle projeksiyon yaparsak, linç teşebbüsünün faillerinin de önce soruşturulur gibi yapılacaklarını sonra da herhangi bir ceza almadan kendilerini kurtaracaklarını ve hatta taltif edileceklerini söyleyebiliriz.
Linçin Arkasındakiler
İkincisi HDK heyetini linç etmek isteyenlerin içinde bulunduğu ruh hali. Bunun da birbiriyle iç içe geçmiş iki yönü var. Bir yandan barış sürecinde Abdullah Öcalan'ın muhatap alınmasına ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) heyetinin rolüne öfke duyan milliyetçi memleket vasatı, diğer yandan Karadeniz'in PKK'ye karşı memlekette 'son kale' kaldığına dair yorumlar.
Kendini düşman gördüğünü yok etmek üzerinden onayan, varlığını ancak böyle tescilleyen, daha çok ergenlerden ve gençlerden oluşan böyle bir topluluğun polise 'siz bitiremiyorsanız biz bitiririz' demesi aslında çok şey anlatıyor.
Fail olma hevesi, doğrudan kendini vazifelendirme istidadı ve buradan kimliğini kanıtlama çabası. Sinop'ta HDK'lı heyeti linç etmek isteyenler kadar ekran başında 'aferin çocuklara' diyen bir kitlenin varlığını da es geçmemek gerekiyor.
Silahlı çatışmanın bitmesinin yolunu müzakereden değil de karşı tarafın topyekun imhasından geçtiğini düşünenleri ikna etmek meşakkatli bir uğraş.
AKP'nin İmtihanı
Üçüncüsü ise böyle bir hadisenin tam da Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) samimiyetinin test edileceği bir zamanda gerçekleşmesi ve iktidarın bu sınavda başarısız olmasıdır.
Olanları kınamak, iş işten geçtikten sonra mülki amirlere emir vermek, bu kadar 'geliyorum' diyen ve sembolik önemi yüksek olan bir olayda inandırıcılıktan uzak.
AKP'nin taraftarları şimdi bunun ardında da iktidarlarına yönelik bir komplo arayacak; 'derin devlet' imaları yapılacak. Provaokasyon belliydi HDK heyeti gitmeseydi denilecek.
Halbuki AKP bu tertibin ne kadar içinde tartışmasının ötesinde, hükümet barış sürecine nasıl yaklaşıyor sorusunu sormak daha anlamlı.
Erdoğan ve AKP, hem kendi iktidarını konsolide etmek hem de 'güçlü devlet' tutkusunu gerçekleştirmek için barış sürecini araçsallaştırıyor.
Her teşebbüsü salt kendi inisiyatifi olarak göstererek aslında mevcut çabaların imkânını daraltıyor. Muhalefet partileri ve sivil toplumu dışarıda bırakarak tabanı geniş bir uzlaşma sağlamak hayalden ibaret.
Aynı ağırlıkta olmasa da BDP cenahı için de benzer bir argümanı dile getirmek mümkün. BDP'nin muhataplığı elbette siyaseten çok anlamlı ancak tek başına sorunun çözümünde yeterli değil.
Barış İçin
Bu topraklarda çok uzun zamandır özlenen toplumsal barışı inşa etmek için kendi günahlarımızla ve önyargılarımızla yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Barış dediğimiz şey öyle bir anda gerçekleşebilecek hazırda bekleyen bir sonuç değil; barış için emek vermek önceliğimiz olmalı. Unutmayalım hiç değilse en azından son otuz yıldır tam bir savaş atmosferi içinde devletin militarist propagandası ve silahlı çatışmanın yarattığı travmaların eşliğinde ciddi kırılmalar yaşandı.
Savaş ikliminde büyüyen nesiller, yerinden yurdundan olanlar, yakınlarını kaybedenler, umutları hep kursağında kalan kitleler bir anda olup bitenleri hafızalarından silmeyecek.
Gerçek bir barış için hem toplumsal rehabilitasyona hem de sistematik olarak mağdur bırakılan Kürtlerin taleplerine öncelik vermek şart.
Barış için yeni ağlar kurmak, hem kurumsal düzlemde hem de pratik yaşamın içinde çok yönlü çaba sarf etmekten korkmamak gerek. (GGÖ/BA)
* Fotoğraf: Halit Gümüş - Sinop / AA