Barış Açıkel 36 yaşında, anne babasının ikinci çocuğu, Endüstri Meslek Lisesi'ni bitirinceye kadar doğduğu şehir Çorum'da yaşadı. Yedi yıl dokuz ay cezaevinde kaldı. bianet'in mektubunu cezaevinde aldı, aşağıda okuyacağınız cevabı yazdı, mektup postaya verilmeden tahliye oldu.
Açıkel, ''şimdi özgürüm'' diyor.
İlk adımlar
Gazetecilik hayatımın başlangıcı sayacağım ilk adımı Çorum'daki yerel gazetelerin bulunduğu o daracık yerlere gidip gelerek attım.
Malum gazetelerin bulunduğu mekânlar birkaç odadan oluşurdu. Ve o odalarda üç-dört kişi harıl harıl çalışırdı.
Yaz tatillerinde çalışmak için gittiğim bakırcı dükkânının kepenklerine sıkıştırılmış günlük yerel gazeteler olurdu. Dükkândaki tek çırak olarak bir yandan yerleri süpürüp çay demlerken, göz ucuyla da gazetedeki siyah beyaz haberleri okumaya çalışırdım.
Ceketimin cebinde her daim taşıdığım (Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Halikarnas Balıkçısı..) kitapları da okurdum.
Gazeteci olmamda, hem ağabeyimin hem de kitap okuma alışkanlığı kazandıran babamın büyük etkisi oldu. Kitap okumayan, cümleler- kelimelerle haşır neşir olmayan bir kişi nasıl gazeteci olur, değil mi?
Doğal muhabirlik
Bir gün çalıştığım sanayide bir işçinin ölümüne neden olan bir kaza olmuştu. Kazanın nedeni iş güvenliğiyle ilgili tedbirlerin alınmamış olmasıydı.
Bunda da birinci suçlu işverendi. Çünkü işveren gerekli önlemler için maddi külfete girmekten kaçınmıştı.
Gidip geldiğim yerel gazetedeki bir arkadaş bu kaza olayını haberleştirmemi istemişti. Önce bu söylediklerini ciddiye almamıştım. Ama sonraki günlerde kâğıt üzerine bir şeyler karalamaya başladım.
Kâğıdı cümlelerle karaladıkça, içimde tarifi imkânsız bir mutluluk oluştu. Kazayı haberleştirip de yerel gazeteye ver(e)medim ama o günden sonra her şeyi haberleştirmeye çalıştım.
İlk haberim 1996'da sosyalist bir yayın çizgisi olan Özgür Gelecek gazetesinde çıktı. Yine bir işçinin ölümüyle sonuçlanan kaza olayını haberleştirip gazeteye göndermiştim.
Gazeteciliğe ilk adımlar
2000'li yılların başında Özgür Gelecek gazetesinde çalışmak için İstanbul'a geldim. Artık doğal değil profesyonel bir gazeteci adayıydım. Ve her gazeteci gibi benim de bir çantam (not defterim, kalemler vs vs) bir de fotoğraf makinem olmuştu. Tabii ki, profesyonel bir gazeteci arkadaşın yanında onbeş günlük staj süreci de geçirmiştim.
İlk profesyonel haberciliğim de İstanbul'daki bir ilçe belediyesinin gecekondu yıkımının fotoğrafını çekip yazıya dökmemle başladı.
Bu arada arkadaşlar fotoğraf çekmekte ustalaşmam için İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'ne (İFSAK) gitmemi tavsiye ettiler.
Ee, böyle bir öneriyi geri çevirmek olmazdı. Daha sonra, çektiğim fotoğraflarda İFSAK'tan aldığım eğitimin çok büyük faydalarını gördüm.
İstanbul gibi bir yerde haber sıkıntısı çekmek imkânsızdı. Bir gün içinde beş ayrı yerdeki haberlere yetişmeye çalışıyordum.
"Hayata Dönüş" operasyonlarında yanmış insan bedenlerinin, dövülen, yerlerde sürüklenen insanların, gecekondusu yıkılan kadınların sessiz çığlıklarının fotoğraflarını çekerken çok etkilendiğimi hiç unutmuyorum. Etkilenmemek imkânsızdı...
İlk celse-ilk savunma
2002'de yayın hayatına başlayan İşçi-Köylü gazetesinin yazı işleri müdürü oldum.
Bu ülkede muhalif bir gazeteci, hele de sosyalist kimlikli muhalif gazeteci olmanın ağrı bir bedeli vardır. Ya gazeteci Metin Göktepe gibi "duvardan düşüp" ölürsünüz. Ya da on yıllara varan hapis cezalarına çarptırılırsınız.
İşçi-Köylü'nün ilk sayısı bayilere dağıtılmadan önce Basın Savcısı'nın toplatma kararı elimize geçti. İşçi-Köylü'nün her sayısında bu toplatma kararlarını okudum desem yalan olmaz.
Gazetede ne yazarsak yazalım, "Halkın kin nefret... Bölücü ve yıkıcı... Devletin güvenliğini..." vb şeylerle suçlanıyorduk. Elbette ki sosyalist bir kimliğimiz olmasından dolayı da kanunlar önünde hep "suçlu"yduk.
Hakkımda açılan onlarca basın davasını takip etmekten dolayı gazetedeki işlerimi aksatmaya başlamıştım. Bir gün içinde sekiz duruşmaya girip savunma vermek zorunda kaldığım günler oluyordu.
Bazen davalarım İstanbul'un ayrı ilçelerinde olunca doğal olarak duruşmalardan birisine gidemiyordum. Duruşmaya gitmediğimden dolayı da mahkeme heyeti, "polis zoruyla" getirilmeme karar veriyordu.
İlk savunmamı "ilk celsemde" İstanbul 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (DGM), şimdiki adıyla Ağır Ceza'da, 2002 yılının Temmuz ya da Ağustos aylarında vermiştim.
O savunmamda ve diğer savunmalarımda; "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nde yazılı olan; "Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve bu ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü içerir" sözlerini tekrarlamak durumunda kalıyordum.
Ülkemizde sakat bir demokrasi anlayışı ve katı devlet bakışı olmasında dolayı farklı düşüncelere tahammül edilmiyordu.
Her daim devletin kırmızı çizgilerini aştığında Türk Ceza Kanunu'nun (TMK) 301.maddesi ve Terör Mücadele Kanunu'yla (TMK) karşı karşıya geliyorsun. Hiçbir bağlantınız olmasa da TMK sayesinde bir yasa dışı örgüte üye yapılabiliyorsunuz.
Sonuç olarak hakkımda açılan basın davalarında 6 yıl 7 ay hapis ve 70 bin TL ağır para cezasına çarptırıldım. Avukatlığımı önce Hakan Karadağ yapmıştı. Hapishane sürecimde de avukatım Fatma Gül oldu. Halen avukatım Fatma Gül'dür.
Basın davaları sadece bizlere değil avukatlarımıza da ağır bir iş yükü getiriyor. Avukatım Fatma Gül de basın davalarımın akıbetini öğrenmek ve savunmak için İstanbul-Kocaeli ve Ankara üçgeninde hiç durmaksızın gidip geliyor.
Kandıra
2004 yılının 29 Mart'ında tutuklanıp cezaevine konuldum. Gerçeği söylemek gerekirse bu duruşmaların sonunda bir tutuklama çıkacağını biliyordum.
Yaşadığımız ülkenin sicili, basın ve fikir özgürlüğü konusunda epeyce bozuk ne yazik ki. Ve hala o kötü sicilini düzeltici kanunlar yapmıyor. Doğal olarak da, tutuklanmam şaşırtıcı olmuyor.
"Hayata Dönüş" operasyonlarıyla hizmete açılan F Tipi cezaevlerinden biri olan Kandıra'ya konuldum. Tam tamına sekiz yıla yakındır cezaevindeyim. Eğer ki TBMM'de 301.madde ve TMK'yı olumlu yönde değiştirecek kanunlar çıkmazsa 2015'e kadar da cezaevlerinde olacağım.
Yüksek Güvenlikli Cezaevlerinde katı bir tecrit uygulanıyor. "Oda" denen mekanlarda sadece üç kişiyle birlikte olabiliyorsun. Bir de haftada bir defa iki saatlik ortak sohbet ve spora çıkabiliyorsun.
Disiplin cezası alırsan, sohbet, spor ve iletişim (mektup, telefon vb gibi haklar) elinden alınıyor.
Posta yoluyla adınıza gelen dergi kitaplara, Ceza İnfaz Kurumun Eğitim Birimi tarafından; "Kurum güvenliğini tehlikeye düşürdüğü" gerekçesiyle el konulabiliyor.
Oysa ki basın savcılarının o dergi ve kitaplar hakkında toplama kararı yok. Ama buna rağmen Ceza İnfaz Kurum'larının yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İş İnfazı hakkında tüzüğün 62.maddesine göre dergi kitaplar tutukluya verilmiyor.
Annem, babam
Yatarım Kandıra'da, okuyarak, araştırıp inceleyerek, volta atıp, spor yaparak.
Ve hiçbir zaman umudum şamdandaki mum gibi sönmedi. Bizden önce yatan ustalarımız, Nazım'dan, Ahmet Arif'ten, Rıfat Ilgaz gibi kişilerden öğrendik mahpusu nasıl yatacağımızı.
Hapislik sürecimin başından beri annem babam beni hiç yalnız bırakmadılar. Onların bu vefasını nasıl ödeyebilirim bilmiyorum. Onların hapishane kapılarında bekleyişlerini, kazak pantolon getirişlerini hiçbir para ödeyemez.
Ve ayrıca Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Ercan İpekçi, Sınır Tanımayan Gazeteciler ve Ece Temelkuran, Musa Ağacık... gibi meslektaşların o sıcak dayanışma kartlarını da almak çok sevindiriciydi.
Akşam haberlerinde, gazete sayfalarında meslektaşlarımızın, demokratik kurumların "Tutuklu gazeteciler serbest kalsın" haykırışlarını duymak bizlere güç ve umut veriyor. Biliyoruz bedel ödenmeden, özgürlük ve demokrasi olmuyor. (BA/BA)