"Gitmek diye bir şey yok... Sadece çağrılmak var.
Kimse gitmez durduk yere, biri çağırmasa, çağrılmış olmasa bir yerden, kimse yerinden kımıldamaz."*
Bizimkisi şu mesele: "Silahı bırak gel, kapı açık" diyorlardı. Silahı bıraktılar ve Barışa bir yol açılsın diye geldiler. Bu defa da "Böyle gelmek olmaz, sessiz sedasız, efendice gelmeliydiniz" demeye getiriyorlar.
Yirmidört televizyonunun fırsat buldukça izlediğim kafadengi programında Sırrı Süreyya Önder haklı olarak diyordu ki; "Barışa suçüstü yakalandılar".
Tam da bu! Evet, şiddetten beslenenler, yani ilânihaye militer söylemler ve uygulamaları ile yatıp kalkan bilcümle Ergenekon artıkları Barıştan sınıfta kaldılar ve Barış kararlılığı bunların bilcümlesini suçlarıyla yüzleştirdi.
Kürt, ötekileştirildi, entegre edildi...
Alışmışlardı hep ölümler üzerinden edebiyat yapmaya. "En iyi Kürt, ölü Kürt'tür" mantığından hareketle; çatışacaklar, Kürt gençlerini öldürecekler. Arada Türk gençleri de askerlik gereği "vatan" için ölecek.
Ve bu politika "alan razı-veren razı" mantığı ile sürüp gidecek. İnsanları sokağa dökecekler, sonra da "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" diye bağıracak/bağırtacaklar.
Uzun bir zaman dilimi içinde "Ben seni anlamasam da, sen beni anlamak zorundasın" diyen ret ve inkârcı mantıkla yaklaşıldı Kürde. Kürt, mahallenin sürekli horlanan, dayak yiyen "lanetlenmiş"i oldu.
Hangi coğrafyada kıyımlarla, acılarla, sürgünlerle yaşıyorsa Kürt, ötekileştirildi. Ya da entegre edildi. İran'da yaşayan Farslaşmışsa eğer "makbul Kürt" sayıldı.
Irak'ta lokal bir coğrafyada, Kürdistan'da, yaşamalarına rağmen daha birkaç yıl öncesine kadar Araplaşmışlarsa kıymetli oldular, "cahş'laşmışları" en kıymetlileri oldu.
Suriye'dekiler ise zaten yoktular, büyük çoğunluğu vatandaş kategorisinde bile sayılmıyordu, kimliksizdiler. Türkiye, düşman başına! Türk Kürdü'ydüler tek kelimeyle. Otuz kelimeden mütevellit "bozuk" bir dil konuşan "Kart-Kurt" kavmi... Ama bütün bu Kürtlerin ortak bir adı vardı; "En iyi Kürt, ölü Kürttü"...
Sahibi vardır Kürdün. İyi ki de vardır
Ama yürütülen varlık yokluk kavgası, Kürdün önce adının, sonra da taleplerinin ispatı vücudunu beraberinde getirdi. Artık Kürt bêkes değil, bikes'tir. Sahibi vardır Kürdün. İyi ki de vardır.
Durduk yerde bir yere gidilir mi? Gidilmez elbette. Önce gidilecek yere "çağrılmak" gerek. İşte bir çağrı yapıldı, Kürt gençlerine örgütlerinin lideri Abdullah Öcalan tarafından. Onlar da çağrıya icabet edip bıraktılar silahlarını, yanlarına mülteci halkın temsilcilerini de katarak geldiler. İyi de ettiler.
30 senedir (belki de 80 senedir demek gerekiyor) savaşa endeksletilmiş bir Türk yurttaşlar topluluğunun Barışı içselleştirmesi gerçekten zor. Barış dünyanın en zor işi. Hele hele bütün derdini kaba kuvvetle çözmeye (ç)alışmış toplumlarda, bu durum daha da belirgin.
Allahtan ki Kürt cenahı dur dedi
Bir de Kürdün ölüsünün, öldürülmüşünün makbulünü seven, öldürülmüş gerilla cesetlerinden kesilmiş kulaklardan maskot yapan ölüsevicilerin vatansever olduğu bir ülkede uzun yıllardır "yok etmek" üzerine bina edilen bir reel politiği, birden bire değiştirip dönüştürmek gerçekten zor.
İşin ilginç tarafı giderek Kürdü de alıştırıyorlardı ölü(m)lerden kahramanlar yaratmaya. Allahtan ki Kürt cenahında bu işin ölüp öldürmeyle sürmeyeceği akıllılığı erken zuhur etti!
Barış söylemi en çok acıyla yoğrulan Kürt analarının dilinin kilidini çözdü. Yani, evlatlarını dağ başlarında yitirmiş, sonra da gözyaşı pınarları kurumuş ve "başka anaların artık yüreği yanmasın" diyen Kürt anaları barışın sahibi oldu.
Ne gam!
Kürdün sadece ölüsüne sahip çıkmasını, yine Kürde yakıştıran ve elde silah savaşmanın dışında başka bir çözümü Kürde reva görmeyenler, silahını bırakmış ve barış için politika geliştirmeye aday sağ (diri) gençlere halkının sahiplenmesini çok görüyorlar.
"Yüzünde bir yer" kitabından acı ve acımasızlık...
Ama yanlış. En azından aklıselim bu yanlışı görmeli / görüyor. Kürt halkı artık olgunlaştı. Savaş Kürt halkını kararlı, direngen ve diri yaptı. Ölüsüne tilili çeken, dirisine haydi haydi tilili çekiyor ve çekecek. Bunun artık ötesi yok...
Ol sebepten bir halkın tahammül gücünün sınırlarını daha fazla zorlamamak gerek diyerek sözü edebiyata bırakıyorum.
"Yüklerini sırtlanmış kırk kişi günlerdir yürümekten yorgun ve aç, dermansız bir halde ateşin başına oturmuş, birbirlerine sığınmışlardı. Çocuklar sidik kokuyor, limelenmiş örtüleri ve giysileriyle herkes paramparça görünüyordu. Kaç zamandır madımak otundan başka bir şey geçmemişti boğazlarından. Sürgündüler ama sürgün olduklarının farkında değildiler. Hayatta kalmış olmanın derin suçluluğuyla tümüyle suskundular. Artlarında bıraktıkları kanlı manzaranın kâbusunu görmemek için uykuya dalamıyorlardı. Suyun, ateşin ve ekmeğin manası tümüyle değişmişti. Su, kan kokuyor, ateş çığlık atıyor, ekmekse gökten sarkıtılması beklenen kutsal bir lokmaya dönüşüyordu..."*
İşte Kürtler böylesine bir gidişten sonra dönüyorlar. Hem de gidişin olanca acısı ve acımasızlığına rağmen kinin zerresini dahi gütmeden...
Bilmem bu dönüşe bir başka anlam yükleyebiliyor musunuz? (ŞD/EÖ)
*Sema KAYGUSUZ. Yüzünde Bir Yer. Doğan Kitap. 2009 İstanbul.