Görüntü görüntü sen nelere kadirsin? Hemen her şeye ya da hemen hiçbir şeye diye yanıtlamak olası bu soruyu. Bu iki yanıt iki farklı duruşa ve düşünüşe denk düşer. İletişim stratejistleri ve reklamcılar görüntü ya da imgenin her şeye üstün olduğunu bilir ve buna gönülden inanır.
Barack Obama'nın iletişimsel şeffaflığı bu gönülden inanışın bir ürünüdür. Kimi kuşkucular ise her şeye kadir olanın belki de çok bir şeye de sahip olamayacağını düşünme eğilimindedir. Ya da bu mutlak kudret iddiasının tehlikeleri ilgilerini çeker. Kişisel ya da kurumsal (ve tabii ki ülkesel) itibar, imge ve kimlik yönetimiyle ve iletişim stratejilerinin planlanmasıyla uğraşanlar, içinde yaşadığımız iletişim toplumunun temel çarklarının görünenle, görüntüyle ve görüntülenenle döndüğünü hem çok iyi bilirler hem de böyle olmaya devam etmesi için ellerinden geleni yaparlar. Bu açıdan da topluma mal olmuş kurumların ve kişilerin artık görüntü evrenleri vardır.
Bu evrende nasıl kişiler olacakları “hesaplanmıştır”. Diğerlerinin payına düşen ise bu yaşamın nasıl bir yaşam olduğu üstünde “bilimsel yargılarda” bulunmaktır. Yargının altını özellikle çizmek gerekir. Görüntüye ve seyirselliğe teslim olanlar kadar bu görsel düzene boyun eğmemekte direnenler de kendi yaşam alanları dahilinde “önyargılıdırlar”. Önyargıdan ne reklamcı-pazarlamacı ne de düşünür kurtulabilir. Ama ikincisi belki de kendisinin biraz daha fazla bilincinde olma şansına sahiptir.
Önce her şey imge oldu
İddia şu ki: eğer 1950'li yıllardan bu yana dünya televizyonla birlikte dönmeye başladığı yönde günümüzde internetin de katkısıyla daha hızlı dönmüyor olsaydı, iletişimin şeffaf okşayışının bu denli yaygınlaşması da olası olmayacaktı. Önce her şey imge oldu.... sonra imge insana dönüştü ve Obama suretinde (ondan önce de başka suretler altında) dolaşmaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri'nin kendisini “değişim” rüzgarına teslim ettiği şu sıralarda, aynı ambiyansın dünyayı ve bizi de kuşattığını görüyoruz.
Her birimiz kendimizi birer imge ve görüntü alıcısı olarak görsek ve kendimize hangi imge ve görüntülerle içinde yaşadığımız toplum ve dünya (kendi zamanım ve zamanımın ruhu) bize ulaşıyor, erişiyor diye düşünsek... Obama ve imgeleri konusunda karşımıza çıkacak şey ne olurdu? Reklam panolarının ve afişlerinin sıradan alıcısı olduğumuz olağan günlerin dışında, bir de kimi olaylar tıpkı Obama'nın Türkiye ziyareti gibi medyatik gündeme egemen olduğunda alıcısı olduğumuz imgeler var.
Türkiye Obama'nın görüntüsüyle ABD'deki seçim kampanyaları döneminde pek içli dışlı olamamıştı henüz. Yalnızca devir teslim töreninin ardından kırmızı ve siyah renklerin hakim olduğu bir başkan çifti vardı ekranlardan bize gülümseyen. Türkiye'den Amerika kıtasına uzanan imgesel yolculukta sadece Ermeni lobilerinin ne kadar etkisi altında kalacağı söylemsel olarak dolaşıma çıkmıştı. İlk yerel anlatıya Obama bizde, Türkiye'yi ziyareti dillerde söylenti olduğunda, kardeşinin İstanbul'a gelişi haberiyle kavuştu. İmgesel anlatı böylece başlamıştı En azından yerelleşmiş İmge-Obama bize böyle ulaştı.
Eminönü ve Sultanahmet'te simitçilerle sohbet eden siyahi kardeş pek Üçüncü dünyalı ve bizden görünüyordu. Aslında haberi yapan televizyon kanalı “bizden” biri demek istemişti, daha henüz Obama öyle davranmadan önce. Ardından İmge-Obama Garanti Bankası'nın reklamlarıyla sokaklara taht kurdu. Reklam her ne kadar anlatı düzeyinde yerel sermayenin uluslararası krize Amerikalılardan daha iyi yanıt verdiği yönündeydiyse de, imgesel prestij olarak sahip olunan güç Obama'nın hanesine yazılmış olmalıdır. Bu imgesel yakınlığın yanı sıra, ABD Başkanı uluslararası diplomasi açısından önemli sayılabilecek resmi görüşmeleri sırasında Türkiye yönünde destekleyici ve koruyucu kişi rolünü üstlenmeye, Avrupa ziyareti sırasında başlayacaktı.
Avrupalı ve laik-demokratik bir Türkiye vizyonuna sahipti ve Avrupa'ya Türkiye'yi böyle görmelerini söylüyordu. Avrupa'nın güç odaklarından ve eski dünyanın yani kültürlerarası çatışmalar dünyasının dilini ve konumlarını hala sürdürdükleri yerden Nicolas Sarkozy ile Angela Merkel bir karşı güç olarak bu Türkiye betimlemesine karşı çıktılar. Samuel Huntington'ın da öngördüğü çatışmalı dünyada Türkiye'nin yerinin olsa olsa bir Akdeniz ülkesi olmaktan daha ileriye gidemeyeceğini dile getirdiler. Bu arada Obama Türkiye'nin dile getirdiği Nato Genel Sekterliği'ne Danimarka Başbakanı Rasmussen'in atanması konusundaki çekinceyi “açıkça” destekledi. Çünkü artık medeniyetler çatışması dünyasından medeniyetlerarası diyalog dünyasına geçiyoruz mesajı en azından söylemsel düzeyde kurulmuştu.
Bir türlü açılmayan kapı
Türkiye Mucizeyi-Obama'yı böylece beklemeye başladı. Daha Mart ayında Müslüman bir ülkeden Müslüman dünyaya sesleneceği şeklindeki duyuruyu, Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton ile dünyaya ve bize iletmişti. Clinton ABD'nin ezelden beri önce Avrupa'nın, ardından kendisinin hep ilgilendiği yer olan Ortadoğu'yu ve yakınlarındaki ülke Türkiye'yi bir “şeffaflık anlayışı” ile kucaklamaya hazır olduğunu tüm jestlerinde ve duruşunda sahneye koyup Obama'ya yolu hazırlamıştı.
Bu kucaklamadan kasıt ABD'nin “sizinle birlikte, sizinle iletişimi asla koparmadan, birlikte düşünerek ve konuşarak dünyanın önemli sorunlar bölgesinin önemli sorunlarını (sizinkileri de) çözeceğiz” anlayışını çatışmaların çözümünün dili olarak diplomatik ilişkilerinin merkezine koymuş olduğudur. Ya da biraz da kuşkuculardan yana olacaksak “öyle olduğuna dair izlenimler” yaratılmaktadır. Obama'nın Türkiye'ye ayak bastığı an'ı gösterebilmek için uzunca bir süre kameraların uçak kapısına odaklanmış olması, beklenen olayın-mucizenin ne kadar beklenilen olduğunu göstermiştir. Sanki değişimin yani mucizenin somut olarak cismani olarak “bize gelmesi”nin önemi, böylece bir kez daha vurgulanmış oldu.
Bir başka ülkenin millet meclisinden hem o ülkeye hem çevresindeki ülkelere seslenmek, daha işin başında önemli bir söylem-iktidar konumundan söz almaktır. Batı, meclis kürsüsünden söz alırken, Türkiyeli asker ve sivil bürokratlar ile milletin temsilcileri “Doğu ciddiyeti” ile dinledi. Bu iktidarın simgesel olarak kuruluşunun en iyi örneklerinden birini oluşturur. Toplumlar ritüellerle ne olduklarının güvencesini bir kez daha kendileri için yinelerler. Halka ve millete sesleniş ritüelinde “gülümseyen ve iletişime açık” Obama figürü oldukça başarılı olmuştur. Ayrıca ziyaret edilen ülkenin dilinde söylenmek üzere seçilmiş sözcük de “Evet” oldu.
Yine açılmaya ve olumlu duruşa işaret eden bir sözcük. Obama konuşur ve gülerken, olabildiğince rahat ve sempatik bakmayı becerirken, “Evet” ile alkış tutan Türkiyeli temsilciler, konuşma boyunca hep “ciddi” durdular. Aslında bir yandaki iletişim esnekliğine ve şeffaflığına karşı Doğu'nun sorunları ciddi sorunlar olduğundan bu ciddiyet halini yadsımamak gerekir. Savaşı Irak ve civarında başlatan ABD olsa bile, sonuçlarını ciddi biçimde yaşayanlar Iraklılar ve çevre ülkelerdir. Ekonomik sanal küreselleşmenin yarattığı sorunlara değinmeye bile gerek yok. Hatta savaş imgelerinin aktarımı konusunda bile sıkı önlemler almıştır Batı. Örneğin ABD kendi askerlerinin de birer insan olarak “ciddi” acılar çekebileceğini ve ölebileceğini ulusal ekranlarından temsil etmemektedir. El Cezire televizyonu bunu yapmaya çalıştığında ABD'li yetkililer bunun engellenmesi için gerekli gördükleri başvuruları yapmaktan geri durmamışlardır.
Yakın ve çok çok yakın
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden hitabetle rahat ve iletişime açık Obama dünya hakkındaki projeleriyle ülke gündemine oturmuştur. Her sözcüğün “farklı siyasi duyarlılıklar” hesaba katılarak seçildiği halka ve dünyaya seslenişinde, her bir siyasi lideri tek tek beş dakika için bile olsa görüşmeye çağırışında daha önce Clinton ziyareti sırasında oluşturulmuş olan “dünyaya kucak açan ülke olarak Amerika” imgesini güçlendirmiştir. Ama bu Amerika Türkiye örneğinde artık halka kendi temsilcilerinin olduğu kadar da “yakın”dır. Yakınlık, mesafelerin iletişim ağları ile her an aşıldığı “küresel” evrenimizin önemli bir değeridir.
Aynı zamanda Mustafa Kemal'in kabrini ziyaret ederken Türk ulusçuluğunun ürettiği en iyi parolaya da yeniden medyatik-uluslararası bir değer kazandırarak onu Türkiye'ye yeniden sunmak da bu yakınlık politikasının iyi bir göstergesidir. En azından bu gösterge, “sizin barışa duyarlı olduğunuz kadar duyarlı olacağım” mesajını, barış hakkındaki önemli bir ulusal söylemle pekiştirmiştir. Öyle ki Mediacat dergisinin Nisan 2009 sayısının kapak resminde Obama, Mustafa Kemal'in eğitim seferberliğini vurgulayan ve Başöğretmen Atatürk mitinin kurucusu olan fotoğrafta Atatürk'ün yerine konumlandırılmıştır. Dergi “Öğreten lider ve seçmenleri” diye de bir başlık atmıştır. Belki de kapak daha bu resmi ziyaretten önce tasarlanmıştır ama ne far eder? Pazarlama iletişimi evreni günümüzde siyasi alanda kamusal bir bilinirlik ve tanınırlık vasfına ulaşmış her ne varsa onu, hemen alıp anında piyasanın terimleriyle finanssal ya da mali değere tedavül etmektedir. Aynı şey, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos Zirvesi sırasındaki “One minute(s!)” çıkışının patentli bir markaya dönüşmesinde de yaşandı.
Bu örnekler gazeteciliğin ve reklamcılığın keşfettiği egemen değerlerin siyasetin de değerlerine dönüşmüş olduğunu ya da iletişimin alanı ile kamusalın diğer alanlarının iç içe geçmiş olduğunu gösterir bize. Yeni bir olgu söz konusu değil doğal olarak. Ancak Obama'nın Türkiye ziyaretindeki imgelerin ve gösterilerin bize bir kez daha gösterdiği gibi iletişim toplumu ve şeffaflık miti uluslararası kamu diplomasisinin de artık vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. İletişim ve ağ toplumu yakın olmayı, bağlantılı olmayı, her yerde anında hazır olmayı, her şeyden anında haberdar olmayı ve en önemlisi duygulanmayı ve hikayeleri seven bir toplumdur. Sultanahmet'te kedi okşayan bir ABD Başkanı imgesi de bizi olsa olsa duygulandırır.
Üstelik Obama, bizi, benim ailemde de İslami unsurlar var dediğinde içerdiği “dünyanın Büyük Düşman Ötekisi artık İslam olmamalı” imasıyla da zaten yakalamıştı. Ezilen sınıfın rengine sahip olmayı bazı şeyleri söylemenin meşru zemini olarak kullanmayı da hiç ihmal etmeyen Obama, Türkiye'nin azınlıkları ile sorunları hakkındaki (örn: Ermenistan ile ilişkiler konusu ve Ruhban Okulu'nun açılması) kişisel tavrını ve duruşunu rahatça kabul ettirmeyi de başarmıştır. Bu anlamda sadece kişiselin ötesinde Batılı bir modern-Katolik prensibi hem hatırlatmış (geçmiş için ve işlediğin günahlar için günah çıkarmalısın) hem de bunu “kişisellik” parantezine almıştır. Farklılıklara saygı konusunda gerçekten de hiçbir ihlali göze alamadığını Obama, İstanbul Tophane'deki gençlerle buluşmasında, “ezandan önce konuşmamızı bitirelim” deyişinde de göstermiştir.
Peki biz ne olacağız?
Obama konusunda iletişim aygıtlarının bizi hep tetikte bıraktığı bir başka konu da, bu her şeye kadir insan-imge sokaklarımızda “dolaşırken”, acaba biz dolaşım özgürlüğümüzü ne kadar kısıtlanmış bulacağız sorgulaması idi. Haber değeri bir kenara, dolaşımın, iletişimin ve hareket ile hızın insanları için bu kısıtlanmış dolaşım ve hareket özgürlüğü önemli bir anlatı zemini de oluşturmuştur.
Kent planları ve yollar ve bağlantı yollarının ne kadar işlevlerini korudukları konusu da önemli bir haber konusu ve imgesi olarak kendini kabul ettirmiştir. Ancak her şey öylesine iyi “planlanmıştır ki”, trafiği yüzünden acı çeken İstanbul iletişimsizliğe ve bağlantısızlığa mahkum olmamıştır... Tanrı bile Obama'dan yana galiba.. Doğrusu her şeyin bu kadar da “yerinde olmuş olması” Obama'nın “gerçekliği” (rahmetli Jean Baudrillard yok öyle “gerçek” diye bir şey demiş olsa da, bunun Batı konusunda söylenmiş bir söz olduğunu da söyler) konusunda şüphede bırakıyor insanı. Sanki tüm bu olup bitenler “gerçek olamayacak kadar güzel”.(NTC/EÜ)
* Doç. Dr. Nilgün Tutal Chevron, Galatasaray Üniversitesi, İlerişim Fakültesi.