Netflix’in “Black Mirror: Bandersnatch” adlı yapımı, bütüncül bir felsefesi, sanatsal bir özgünlüğü ve yetkinliği, gerekçeli bir politik tavrı ve iddiası olmamasına rağmen üstünde kafa yormaya değer bir eser. Baştan açıkça söyleyelim, kaldırmaya yeltendiği taşın altında eziliyor, hatta tam anlamıyla çabalamıyor da. Ama seçtiği taş bizim için gerçekten değerli.
Merak edenler için, "Bandersnatch" ismi Lewis Carroll'ın Alice kitaplarından geliyor. Kendisi ele avuca sığmaz, çok hızlı, azman bir yaratık olarak tarif ediliyor. Zaten filmde beyaz tavşanı izlemekten, aynaların içine girmekten tutun Mad Hatter'a kadar birçok gönderme var. Bunun dışında, gerçekten 1984'te iptal edilmiş aynı isimli bir oyun projesi de mevcut.
Giriş: Seçenekler
A) Ne ilginç konu, hepsini okuyayım diyorsanız devam edin
B) Uzun yazı sıkar, sadede gel diyorsanız sondaki özete atlayın
Film, seyirci tarafından ikili seçimlerle yönlendirilen interaktif bir kurgu olma iddiasında gözüküp içeriği itibariyle çok olasılıklı bir kurgu meselesini sorunsallaştırmaya çalışmış. Karşılaştığımız yapı, “Kahraman şimdi bunu yapsın ya da onu yapmasın da şunu yapsın” şeklinde, çocukluğumuzda okuduğumuz Macera Tüneli serisine benzerliğiyle özetlenebilir. Hali hazırda 20. yüzyılın yarısından itibaren post-modern akımla kesişen düşünsel ya da edebi yönelimleri takip etmiş olanlar bu üstkurgu kavramına ve tekniğine aşinadır. Aslında tartışmanın, edebiyat özelinde çağdaş olarak Cortazar’a, Borges’e, Calvino’ya klasik olarak Stern’e, Diderot’ya, Cervantes’e kadar uzanan bir geçmişi bile var. (Dileyen, “metafiction” kavramı üzerinden tüm külliyatı araştırabilir.) Fakat olaya bu alandan giremeyenler, eğer ki Heavy Rain, Life is Strange, Stanley Parable, Until Dawn, Walking Dead, Detroit: Become Human gibi aynı çoklu seçim tekniğini kullanarak bunu oynanış mekaniğinin asıl öğesi haline getiren bilgisayar oyunlarından herhangi biriyle karşılaşmışsa sorunun esas niteliğini muhakkak sezmiştir. Aslında sektörün endüstriyel yapımlarında bile aynı mekaniğe ucundan bulaşmamış bir sistemle karşılaşmamak artık pek mümkün değil. Oyunlara eklenen özel bir sos haline geldi sanki bu mantık. Nitekim filmde, yine seçimlerin yapılarak konunun gidişatının değiştirilebildiği bir bilgisayar oyununun tasarlanma sürecinde yaşananların anlatılması sebebiyle oyuncuların ilgilerinin bu filme çoktan yönelmiş olması muhtemel.
Asıl dert şu: Anlatının kurgusu okur, seyirci ya da oyuncu tarafından yönlendirilirse ne elde edilir? Mutlak bir özgürlük mü, yoksa sinsi bir yanılsama mı? Tipik bir oyuncu, eğer hikaye ilgisini çekmişse oyunu mevcut sonlardan birisiyle bitirdiğinde dahi, zamanı ve sabrı da varsa diğer tüm seçenekleri denemek isteyecektir. Dolayısıyla yapımcının ürettiği kapalı devre bir seçimler dizisine hapsolmakla kalmayıp eninde sonunda kendisine dayatılan şey, tüm seçenekleri tüketme seçeneğidir. Eğer oyuncu oyunu yalnızca tek bir sonu deneyerek bitirmekle yetinecekse bu sefer de klasik bir monolojik (tek yönlü, fikirli, kurgulu) deneyimden başka bir şey yaşamayacaktır. Her türlü, kaba bir soru fırlıyor ağzımızdan: Ne gerek vardı?
Hıristiyan felsefesi ve kapitalizmin karşılaştığı yer
Bulunduğumuz mevcut noktadan gidilebilecek tüm yolları, olasılıkları kurgulayarak evrendeki imkanların çeşitliliğini vurgulayıp düşüncemizi sınır tanımadan genişletmenin kaotik ama özgür serbestliği mi; yoksa olasılıklardan -yine bizim yaratacağımız- biri dışında diğer tümünün, insanın pratik ve somut yaşamı açısından taşıyabileceği yanlışları, tehlikeleri, açmazları, yani imkansızlıkları belirleyip tek bir hakikate parmağını doğrultan büyük bir anlatıya girişmenin daraltıcı ama cüretkar iddialılığı mı ahlaki olarak daha makul? Bu uzlaşmaz uç tavırların çarpışmasından gerek felsefi gerek politik nice verimli tartışmanın üretilmesi tesadüfi değil.
Bir iddiada da biz bulunalım; dönemsel olarak kazananın, tarihsel momenti belirleme iktidarını elde ettiği iki büyük cepheden bahsediyoruz burada, şakası yok. Batı felsefesinin henüz başlangıcından net bir örnek ortaya koyalım: Evrenin çoklu bir yapıda olduğunu ve her şeyin değiştiğini söyleyen Herakleitos ile evrenin tek bir yapısı olduğunu ve her şeyin sabit durduğunu söyleyen Parmenides. Bu ikisinin sentezini daha sonra gelecek olan Platon yapar ki Hıristiyanlığın hem monoteist hem politeist yapısının kaynağının bu yenilikte bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Tanrının mutlak iyiliği ve bilgeliğiyle öyle olmasına hükmettiği nihai yol ile insanların cüzi ve günahkar iradelerinin çeşitlendirdiği seçim özgürlüğünün birlikteliğini sağlayan bir din. Yani katılımlı bir “inanç” faktörünün denkleme eklenmesi... Artık bir dine mensup olmanız için o dinsel topluluk içinde doğmanız yetmiyor, hatta şart bile değil, ama bunun dışında iradi olarak inanmaya yönelik bir seçim yapmak durumundasınız. Sonuç olarak, insanın doğuştan günahkar olduğu önkabulünün de eklenmesiyle kalıcı bir huzursuzluk ve kendini sorgulama hali...
Tam bu noktada Bandersnatch’in sularında yüzmeye başlıyoruz, çünkü ekseriyetle Hıristiyan kültürün etkisinde olan Batı’nın her daim takıntılı olarak irdelediği meseleler bunlar, nitekim başka birçok popüler kültür ürününde de aynı tartışmanın özüyle karşılaşmak mümkün. Şu “free will” (özgür irade) diye dillere pelesenk olmuş olay. Bir çırpıda akla gelenler, Matrix, Battlestar Galactica, I Robot, 2001: A Space Odyssey... Zaten işin içine robot-uzaylı girdi mi bu tartışmaya göbeğinden girmek kaçınılmaz oluyor, insanın kendi doğasını ancak kendisine benzeyen ama bir “insan olmayan” üzerinden tanımlamaya çalışması eğilimi yeterince belirgin.
Bandersnatch’de herhangi bir akıllı robot yok ama kahramanın akıbeti bizim seçimlerimizle belirlendiği için kendisi gayet robotize olmanın paranoyasını yaşıyor; haksız da değil, sonuçta geleceği basit birer algoritmaya bağlı. Bu yönüyle kalsa iyice sıradan bir yapım olacak Bandersnatch iyi ki de bununla yetinmeyip dinamiklerini biraz zorlayarak kapsamını seyirci-alıcı-oyuncu-tüketici katmanına genişletiyor. Bir Tanrı gibi kahramanı yönlendirdiğini hisseden bizler de nihayetinde, her şirketin eninde sonunda amaçlarından biri olan piyasadaki tekellerden birine dönüşme yolunda rasyonelce ve başarıyla ilerlemiş Netflix’in senaristlerinin -popülist muhalifliğe- uygun gördüğü bir silsilenin içindeyiz. Üstelik tam da yine Netflix’in bize sunduğu onca farklı içerik arasından reklamlarla parlattığı ve seçme eğilimimizi manipüle ettiği için bu filmi izliyoruz, izlemeye şartlandırılıyoruz. Filmde benzetildiği üzere Pac-Man’in kapalı bir labirent içinde sonsuza kadar sarı noktaları tüketmesi gibi. Bu yorum paranoyakça görülebilir fakat isteyen, Netflix’in ana ekranında her kullanıcıya özel olarak nasıl karmaşık ve ince algoritmalar kullandığını ve seçimlerimizi nasıl da daha baştan yönlendirdiğini gitsin bir araştırsın. Bu duyguları kahramanın “Oyunu tasarlarken tıkandım, fakat sonra her oyuncunun benim tasarladığım sona gelmesini sağlayacak yolu buldum” şeklindeki demeciyle birlikte en yoğun olarak yaşıyoruz. Dolayısıyla film, yayınlandığı mecranın niteliğiyle tezat oluşturacak denli kendisinin parodisine de kaçıyor ister istemez, ki bu iyi bir şey. Mcluhan’ın “The medium is the message” (Aracı medya, mesajın kendisidir) sözünden hareketle Netflix’in de -radikal olamayacak kadar basit ve yüzeysel şekilde- tiye alınması kaçınılmaz oluyor.
Yakın tarih: 1984’te miyiz, Cesur Yeni Dünya’da mı?
Peki filmin yapımcıları giriştikleri bu düşünsel ihalenin derinliğinin bilincinde mi? Yukarıda da belirttiğimiz gibi kafası karışık, yer yer tutarsız bir yapımla karşı karşıyayız. En bariz göndermelerden biri ve öykünün geçtiği tarih olan 1984’ün bile neden özellikle seçildiği belirsiz. Zaten bu noktada, Orwell’in 1984’ünün, çağdaşı (hatta önceli) Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sına kıyasla geleceği öngörmekte ne kadar isabetsiz kaldığından bahsetmeden geçmemeli: Orwell, siyasi kimliğini liberal, özgürlükçü ve demokratik olarak inşa etme iddiasındaki Batı’nın karşısında Doğu, özellikle de Sovyet tipi otoriter, baskıcı ve bürokratik bir totalitarizmi asıl tehdit olarak vurgular. Oysaki kendisi de nihayetinde sübjektif bir kurgu olan ve resmi olarak siyasal bir rejimi tanımlayamayacak muğlaklıktaki “totalitarizm” kavramı, kısaca şu özellikleri içerir: Bilgi dağıtımının devlet tekelinde olması, mevcut durumun gereklerine göre bilginin değiştirilmesi ya da saklanması, bu koşulların aleyhine davranışları oluşmadan önlemek için birey-toplum üzerinde kesintisiz bir gözetim, denetim ve yeri gelirse de fiziksel ya da psikolojik şiddet... Bu artık karikatüral denebilecek betimlemeleriyle Orwell’in daha henüz başlamış Soğuk Savaş dönemi boyunca alacağı konum bellidir ve anti-komünizmin kendisine yapacağı referanslar aşikardır.
Fakat Soğuk Savaş’ın ikinci perdesi diyebileceğimiz 70’lerden, özellikle 73’teki Petrol Krizi’nden itibaren Batı’daki toplumsal-siyasi durum da şekil değiştirmeye başlar. Sovyetler’deki merkezi ekonomik planlamacılığın ve görece adil refah paylaşımının da muhakkak etkisi altındaki Batı ekonomileri ve siyaseti yavaş yavaş büyük finansal sermayenin cenderesine girer. Reagan-Thatcher dönemi bunun doruk noktasıdır. Bu sefer, dışarıda bir düşman arayıp yaratan 1984’teki kutuplu kurgudan, Batı’nın içeriden eleştirileceği Cesur Yeni Dünya’nın ortamına sert bir geçiş yaparız. Siyasi iktidarın finansal sermaye karşısında temel ve kamusal hizmetler (sağlık, eğitim, barınma, altyapı...) aleyhine pasifleştirilmesiyle serbest pazarın üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması paralel gider. Bunun sonucunda, tüketiciye sınırsız krediler, piyasaya mal ve hizmet arzındaki aşırı ve plansız artış, reklamlar, pazarlamalar, özelleştirmeler ardı ardına gelir. “Refah devletinden borç devletine” şeklinde özetlenebilecek bu yeni ekonomik-siyasi düzenin tesisi böyle sağlanır. Neo-liberalizm, bireyin-toplumun ekonomik olarak olumlu-olumsuz hiçbir devlet tedbiriyle karşılaşmaması üstüne kuruludur. Dogmatik yanı ise tüm insan topluluklarını denge durumundaki bir doğal eko-sistem olarak tahayyül ederek dengenin devletçi müdahaleler ya da toplumsal tepkilerle bozulmamasını, yani kendi ekonomik serbestliği dışında bir alternatifin olamayacağını şart koşmasıdır. (Halbuki doğanın kendisi bile mutlak bir denge durumunda değildir, öngörülemez bir şekilde daima değişir.)
Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ise Soğuk Savaş’tan bile önce yazılmasına rağmen halen güncel denebilecek kadar tutarlı şekilde 70 sonrası Batı dünyasını eleştirir ve öngörüleri 1984’teki kaygılarla neredeyse taban tabana zıttır: Bilginin dağılımı o kadar serbest bırakılır ve yoğunlaştırılır ki bulup kurabileceğimiz bir hakikat bile bu bombardımanın altında kaybolur. Zaten toplum, bir yandan mal ve hizmet arzına boğulup daimi bir haz üretimi ve tüketiminin çemberine sıkıştığı için kurulan herhangi bir hakikatle ilgilenmez. Bir bebeğinki gibi kısa ömürlü ilgisi hep yeni olan tarafından dağıtılır, oyalanır. Bu ortamda kaba şiddete de ihtiyaç yoktur. Kendini gerçekleştirmek adına tek yolu kişisel teşhir olan birey, denetim-gözetimi bile gereksiz kılar. Yapısal ve tehlikeli olmayan, örgütsüz muhalefet çeşitleri ve seçenekleriyle siyasal olarak da tatmin olunur. Huxley 1958’de kitabının yeni bir baskısına yazdığı önsözde, tiranlığa karşı koyma konusunda tetikte olan sivil özgürlükçülerin ve akılcıların, insanın eğlenceye duyduğu sınırsız iştahı hesaba katmakta çuvalladıklarını söyler. (Bu tespitin, hippilerin ortaya çıkışından 10 yıl önce yapılmış olması da manidardır.)
Tüm bu kısa tarih özetinden sonra Bandersnatch’in ruh olarak 1984’e değil, Cesur Yeni Dünya’ya çok daha yakın durduğu tahmin edilebilir. Sonuçta, artık geçerliliği kalmamış totalitarizm tartışmasına bir selam çakmak çok anlamsız değil mi? Fakat bir ihtimal daha var, hemen yargıda bulunmayalım: Gerçekten 1984’te yayınlanan ve Orwell’in 1984’ünü konu alan Apple-Macintosh reklamı.
“1984, 1984 gibi olmayacak”
Apple, bu reklamında 1984’teki soğuk, totaliter atmosferi basitçe kurmaya çalışmış: Big Brother’ın konuşma yaptığı büyük bir ekranın etrafına, kullanmayı çok sevdiğimiz bir tabirle “koyun gibi” toplanmış robotik bir insan topluluğu var. Büyük Birader şunu diyor: “Bugün, bilginin temizlenmesinin (tasfiyesinin) yıldönümünü kutluyoruz. Tarihte ilk defa, her işçinin çelişik düşüncelerden azade çiçek açacağı saf bir ideoloji bahçesi kurduk. Düşüncenin birliği tüm silahlardan güçlüdür...” Bu sırada, nereden geldiği anlaşılmayan sarışın güzel bir atlet, ekrana bir balyoz fırlatıp görüntüyü patlatıyor. Sonra da anlatıcının sesiyle bir yazı: “24 Ocak’ta Apple, Macintosh’u tanıtacak ve 1984’ün neden 1984 gibi olmayacağını göreceksiniz.” Apple’ın klasik stratejisidir: Hali hazırda kayda değer ilerleme göstermiş bir teknolojiyi alır ve tüketiciye sanki kendi buluşuymuş gibi bunu “kullanıcı dostu” etiketiyle de destekleyerek pazarlar. Teknik açıdan yetkin olmayan en bilinçsiz tüketiciye bile -ki pazarın çoğunluğu ve hedef kitle budur- tüm mümkün imkanları kullandırtıp ona kişisel yaratıcılık alanı sağlamak bir yandan tartışılmaz bir başarıdır.
Nitekim Bandersnatch’de kahraman, tasarladığı oyunu kişisel bir bilgisayar (PC) sayesinde evinde kodlamaktadır. Bizim de seyirci olarak -kahvaltıda yenilen mısır gevreğinin markası ve otobüste dinlenilen müzik dışında- yaptığımız ilk önemli seçim, kahramanın, oyun yapımcısı bir şirketle birlikte çalışıp çalışmayacağını seçmekti. Olumlu yanıt verdiğimizde, oyunun televizyondaki eleştirmen tarafından otomatize ve vasat bir eser olarak değerlendirildiğini görüyor ve sıkıcı “son”lardan birine geliyorduk. Kahraman söyleniyordu: “Tekrar denemeliyim.” Tam bu noktadan, 2010’lardan sonra popülerleşen Indie oyunlara uzun bir sıçrayış bile yapabiliriz. Genellikle tek bir yöneticinin (sanatçının, sinema jargonuyla “autheur”ün) tüm yapım sürecine hakim olduğu, dolayısıyla öznel ve özgün bir fikir üretme olasılığının arttığı, kar güdüsünün tamamen ağır basmadığı, düşük maliyetlerle üretilebilen eserler. Hakikaten, yine oyunlar özelinde, ta en başta henüz tekel oyun firmaları piyasaya hakim değilken bu iş zaten böyle yapılıyordu. (Bu yüzden çoğu nostalji duygusu veriyor ya...)
Aynı zamanda, iyi kötü demeden herkese verilen bu geniş olanakların, Warhol’un deyişiyle hevesli ama vasat “5 dakikalık ünlüler” çöplüğü yaratması, üstelik bu çöplüğün belki daha fazla dakika ayrılması gerekenleri ezici çoğunlukla yutma tehlikesi de var. Tarihe baktığımızda bu kalıba benzer döngüleri bulmak zor değil. O kadar boş midye kabuğunun içinden bir inciyi bulmak meşakkatli oluyor. Ayrıca her ne kadar herkese ifade -eşitliği değil ama- özgürlüğü verildiği iddia edilse de güçlü sermayeye sahip olanların sadece işlerine gelenleri desteklediği ve önplana çıkardığı görülebilir. Haliyle, propagandası yapılan onca özgürlük söyleminin ardında halen eski güç sistemlerinin alttan alta işlemesi olası. Sesinizi fazla radikalleştirip göze battığınızda da klasik 1984’e döndürülmeniz hakkı saklı tutuluyor, istediğiniz kadar hukuk diye sayıklayabilirsiniz. Yine de sistem, sertleştiği kadarıyla kırılganlaşabileceği için, işler o raddeye gelene kadar muhalefeti önceden soğuran tedbirler üretmekten asla vazgeçmez. Tam bu yüzden Bandersnatch de hem bu tedbirleri kısmen ifşa etmesi hem de bilinçsizliğiyle bizzat bunlardan biri olması yönüyle ilginç bir örnek. Yapımcılarının niyetinden bağımsız olarak filmi, Orwell’in değil ama Apple’ın 1984’üne bağlamaya uğraşmamız boşuna değil.
Kapalı devre demokrasi
Tekno-determinizm, gittikçe daha çok dillendirilen bir kavram bu Yeni Dünya’da. Konumuz özelinde kısaca özetleyecek olursak, bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle hakkında daha fazla bilgi edinilen tüketicinin, yine kendi geri bildirimleri sayesinde, tercih etmeye meylettiği tahmin edilen seçeneklere önceden yönlendirilmesi diyebiliriz.
Basit bir örnekle, internetteki bir müzik programında belli bir tür (tekno, rock vs.) dinliyoruz ve kısa bir süre sonra programın bize hep aynı türden benzer şarkıları önerdiğini fark ediyoruz. Artık internette yaptığımız her türlü etkinlik, sisteme otomatik olarak yüklenen bir seçim verisi haline geliyor ve daha sonra karşımıza çıkacak her şeyi belirlemekte bu toplam etkili oluyor. Paradoks şurada: İlk elde özgürce seçen biziz fakat sonra bizi neredeyse baştan çizilmiş bir kadere bir Tanrı gibi mahkum eden şey de yine bu özgür seçimlerin kendisi. Klasik bir Frankenstein teması: Bize hizmet etmesi gerekirken özerk bir canavarın yaratılması.
Filmde, kahraman kontrolün kendisinde olmadığının farkına vardığında doğrudan -seçimleri yapan- seyirciye sesleniyordu: “Sen kimsin, bana bir işaret ver!” Buradaki alegoriyi iyi kavramak zorundayız. Kim olduğumuzu gerçekten düşünmek gerek. Aslında kahramanın durumundan farkımız yok. Önümüze habire seçenekler getiriliyor ve sonra ne olacağını çok da umursamadan keyfimizce ilerliyoruz. Şimdilik kahramanın kaderini mühürlüyoruz, asıl dünyada ise kendimizinkini. Netflix, hangi seçeneklerin hangi aşamada hangi oranla seçildiğine dair bilgiyi oluşturmuştur bile. Belki gelecek yapımlarının kurgusunu buna göre ayarlayacaklardır, kim bilir. Hani iştahla tüketmek için özgür irademizle seçeceğimiz yeni yapımların yani.
Felsefenin olmazsa olmazlarından biri, bir başkasının düşüncesiyle karşılaşıldığında oluşan diyalektiktir. Bunun öyle ya da böyle ortadan kalktığı hallerde, bireyler yukarıda anlattığımız üzere dışarıyla teması kesmiş, izole, steril ve kendi zevklerinin konforuna göre dizayn edilmiş hücrelerin içine hapsolur. Bu ortamda insanın kendini biricik, özgün, haklı sanması kaçınılmazlaşır, fakat diyalektikten yoksun kaldığı için radikalliği tepkisellikten öteye de geçemez. Demokrasi, felsefenin amacı olmamakla birlikte felsefi ortamın oluşumunun koşuludur fakat böylesi opak ve eşitliksiz bir demokrasi bunu bile sağlayamaz. Kendi zevklerimize göre her an özelleştirilebilen (customizable) oynak hakikatlerimiz diğerleriyle asla asli bir şekilde mücadeleye girmeden sınanamaz, öncü ve sürükleyici olamaz, tutum alamaz, tutarlılık kazanamaz, tekleşemez, birleştiremez. Güçlünün bizim için hazırladığı hakikatin altında savrulur gideriz, üstelik daha da kötüsü özgür kaldığımızı sanarak ve buna rıza göstererek.
Hakikatler panayırı
Madem konu oyunlar... 2014 yapımı “Transistor” adlı oyunda, herkesin her an katılabildiği oylamalarla sürekli nasıl görüneceğine karar verdiği kurgu bir dünya vardı. Mesela, sabahleyin mor renk olarak belirlenmiş gökyüzü daha akşama kalmadan başka bir anketle yeşil olabiliyordu. Bu sisteme karşı çıkarak bir virüs yaratıp sistemi bozan gizli örgütün mottosu ise şuydu: “Her şey sürekli değişirse aslında hiçbir şey değişmez.”
Filmdeki sonların çeşitliliğini bu daimi değişkenliğin faydasızlığına benzetebiliriz. Hükümetin ebeveynleri kiralayarak çocukluğumuzda yiyip içtiğimize ilaçlar katıp üzerimizde deneyler yaptığı PAC (power and control) konusunun belki zorlarsak Freudyen bir okuması bile olabilir ama ne önemi var ki! Paralel evrenli, uyuşturuculu temalar için de ha keza. Her biri kendi albenili twist’ine sahip, hepsinin alıcısı var. Bir hakikatler panayırında oyuncaktan oyuncağa biniyor gibiyiz. Hevesimizi alınca hemen diğerine geçiyoruz. Fakat inandırıcılıkları ve geçerlilikleri eşdeğer, “atış serbest” minvalindeki bu teoriler, sadece ürün çeşitliliğini zenginleştirmekten başka işe yaramıyor gibi. Maksat, piyasa canlı kalsın.
İnsanlığın ortak tarihinden ne anladığımızı araştırmadıkça gündelik olasılıkların dönüm noktası gibi algılandığı, her biri sanki birer kariyer planlaması olan kişisel tarihimize takıntılı hale geliriz. Hal böyleyken, popüler fiziğin bilimsel kullanımdan muaf şekilde allayıp pulladığı Quantum teorilerine, daha gerçek bir gerçeği gösterdiği iddia edilen uyuşturucuların yarattığı algı bozukluklarına, psikoloji disiplininden bozma kişisel gelişim pazarlamalarına ya da yenilgiye mahkum kaldığı ölçüde kapalılaşan, hatta kendisi de yeni bir tüketim kalemi haline gelen tepkisel nitelikli kimlik politikalarına tav oluruz. Metafiziğin bir anlam yaratma sanatı değil, bizimkinden başka fizik ötesi anlamlı bir boyut olduğunu düşünür, günlük toplumsal hayatın zorluklarıyla baş edemediğimizde bu yeni boyutlarda paravan, geçici, moda hakikatlerin peşine takılır, sonuç değişmediğinde ya büsbütün yeni bir akım bulur ya da mevcut olanın daha süslüsü ve günceline terfi ederiz. Nasıl olsa Yeni Dünya’da yeterince arz bulunur, Netflix gibi dağıtımcı tekeller ne güne duruyor? Bizi bu kültürel ürün bolluğuna boğan ama aynı zamanda endüstriyel-apolitik standartlaşmaya mahkum eden aktörlerden biri o değil mi? İşte sistem hiç sertleşmeden nasıl da bütün değişim ihtimallerini durdurdu. Filmler, diziler toplum için çoktan afyon oldu da yerlerini hızlıca oyunlara bırakıyor.
Sonuç yerine özet
Bandersnatch’in post-modern bir üstkurgu denemesi olduğundan ama bu düşünsel geleneğin çok daha eskilere dayandığından bahsederek girdik söze. Hıristiyanlık bile tek bir tanrısal hakikat sunmasına rağmen insanın çoklu seçimler seviyesine -özgür irade üzerinden- mahkum olduğunu vurgulayarak bu belirsizlikten bir devinim mekaniği üretiyordu. Film ise benzer bir formülü uygulayarak, normalde dört başı mahmur tek bir hikaye anlatacağı yerde sinemayı oyunlaştırıp bizi dallı budaklı, sürekli çatallanan, içinde kaybolabileceğimiz interaktif bir seçimler yolculuğuna çıkarıyor. Fakat bit yeniği şu: Yayınlandığı mecra Netflix’in niteliğinden ayrı tutulamayacak bir şekilde yaratılan özgür irade yanılsaması. Seyirci kendi öyküsünü oluşturduğunu sanarken aslında önüne sürülenleri sonuna kadar tüketmekten başka bir şey yapmıyor. Tüketmek dediğimiz anda bunun bizi götürdüğü yer, tek devlet hakikatinin altında toplumun ezildiği ve filmin geçtiği tarih itibariyle referans verilen Orwell’in 1984’ü değil, serbest pazar cehenneminde aşırı bilginin altında boğulan ve dikkati sürekli dağınık Cesur Yeni Dünya. İkisi arasındaki bağlantıyı kuran ve Orwell’in 1984’ünü tersyüz edip kendi versiyonunu sunan anahtar ise Apple 1984 reklamının içinde. Kişisel bilgisayarların kolay arayüz sayesinde kitleselleşebildiği bu yeni dönemde her birey kendi bilgisini üreten bir elemana dönüşüyor. Doğru yanlış her şeyi ifade etme özgürlüğünün verilmesi özneleşme açısından olumlu fakat tek bir hakikat kurma açısından kaotik iken ortamı dikkatli incelediğimizde zaten klasik sınıf dinamiklerinin ve neo-liberal eşitliksiz ekonomik mantığın baskın çıktığını görüyoruz. Herkesin sesi çıkıyor ama sermayenin ve seçtiklerinin sesi daha gür çıkıyor. Bunca sesin olduğu bir dünyada insan elbette daha güçlü duyduğuna meylediyor.
Bundan sonrası daha trajik: Bir kere seçim yaptıktan ve beğenilerimizi ya da hoşlanmadıklarımızı teşhir ettikten sonra bütün bunları sisteme -bilinçli ya da bilinçsiz- toplam bir veri olarak gönüllüce sunup (çünkü internette hepimiz birer bilgi üreticisiyiz) karar verici teknokratların bir sonraki adımda bizi tavlamak için ne yapmaları gerektiğinin ipucunu kendi elimizle teslim ediyoruz. Çözülmesi zor bir paradoks: Başlangıçta etken hissettiğimiz için sonrasında dibine kadar edilgenleştirilmek. Bu noktada, Bandersnatch’de kontrol edilen kahraman ile onu kontrol eden seyirci arasındaki ayrım bulanıklaşıyor. Bu hafife alınmamalı. Güncel siyasetin dizayn edilişini sağlayan bir teknikten bahsediyoruz. Kullanıcı eğilimlerinin bilgilerini Cambridge Analytica ile paylaştığı için Facebook’un üstüne boşuna gidilmedi. Daha vahim kısım, karar vericilerin, bu teknolojinin sınıfsal çıkar açısından sadece getiri tarafına odaklanması ama toplumsal götürülerinden bihaber olması ya da bunu göz ardı etmesi olasılığı. Bu tekno-deterministik ortamda bize özel hazırlanmış baloncuklara kapatılıp, filmdeki gibi her biri kendi çekiciliğine sahip çıkmaz sokaklara hapsediliyoruz. Filmin sunduklarının dışında, kendimizin türeteceği ve başkalarınınkilerle daha iddialı etkileşimlere girecek üçüncü seçenekler, alternatifler yok mu? Teknik yetersizlik bir yana, bu mecra bize paradigma değiştirecek seçimleri sunar mı ki! Daha doğrusu, sanki kendisinin aklına gelir mi? Sonuçta, tekil fakat diyalektik hakikati geride bırakıp çoklu fakat diyalektik olmayan hakikatlerle sınırlandırılıyoruz. Ebeveynlerin çocuklarına belli bir alanda oynama serbestliği vermesi, çocukların o alanda istediğini hayal etmesi, fakat oradan bir adım bile ayrılmaya izinlerinin olmaması gibi. Kısıtlı seçimler ne kadar çeşitli olursa olsun, bu kısırlığı yenebilir mi? Kuruluş mantığı sınırlı ve problemliyse istediğin kadar izin ve özgürlük ver, ne fark edecek! Çoklu sonların gereksizliği, Cesur Yeni Dünya’daki gibi sırf eğlencenin ve kendini oyalamanın basiretsiz çeşitliliğini yansıtmıyor mu?
Kurgu da olsa değerli, diyalektik ve cüretkar, dikkatimiz dağılmadan istikrarlı şekilde sadık kalacağımız alternatif bir hakikate erişimimizin güçleştiği bu dönemlerin, insanlara üst söylemde demokratik, katılımcı bir rejim adı altında iç ve öngörüden yoksun, sorgulamadan, araştırmadan her aklına geleni konuşabilme özgürlüğünün verildiği zamanlara denk gelmesi tarihte ilk kez olan bir durum değil. Kaldı ki bu özgürlüğün aslında nasıl ideolojik kısır döngülere kapatıldığından sayısız kere bahsettik. Örneklerin klişeleşecek kadar tekrara düşmesi, tarihsel koşulların farkına varacak olgunluğa eriştiğimizi gösteriyor ve tüm bunlardan çok daha kapsayıcı teoriler üretmemizi zorunlu kılıyor.
Bandersnatch asli bir gerçeğe teğet geçmesiyle bile izlenmeye değer. Yapımcıların entelektüel darlığı ve yönelimi çok da umurumuzda olmamalı, zaten konunun büyüklüğünün farkında bile değiller. Filmde olduğu gibi tüm Black Mirror serisinde de hissedilen eleştirel fakat alaycı, indirgemeci, felaket tellalı ve mürteci yaklaşım artık yetmiyor. 19. yüzyıl başlarında Sanayi Çağı İngiltere’sindeki Luddistler (Makine kırıcılar) gibi tüm aletlerimizi parçalayacak halimiz yok, zaten buradan geriye dönüş de yok. Teknolojinin hangi zümre tarafından ne amaçla yönlendirildiğini, siyasete, ekonomiye, topluma nasıl etkilerde bulunduğunu, bundan sonraki gelişmelerin neler olabileceğini iyi kestirmeliyiz fakat daha ötesi, acaba karar alıcılar bile tam anlamıyla ne yaptıklarının farkında mı? Teknolojinin edilgen bir nesne olmayarak onu bizzat keşfedenlere ve kullananlara yönelik bilmediğimiz bambaşka bir ajandası ve yönelimi mi var, üstelik teknoloji ne kadar diyalektik ne kadar özerk? Acilen yaygınlaştırılması gereken sorular...
Sonuç olarak gerek Black Mirror’ların gerek Bandersnatch’in kaldırmaya hamurunun olmadığı o taşın altına girmeye biz cesaret etmeliyiz, yok eğer taşı hiç oynatamıyorsak işimizi kolaylaştıracak yepyeni kaldıraçlar bulmalı. Çoklu sonlar sunmak ya da bağlamsız spekülasyonlar pazarlamak yerine “anlatılanın bizim hikayemiz olduğunu” dillendirmeye cüret eden, kendi yeni ahlaki anlamını üreten ve öğreten büyük anlatılar zamanı tekrar yaşanmalı. Aksi halde bu şaşkın insanlığın, kültür ve oyunun karışımıyla yaratılmış çoktan seçmeli hikayelerde kendini kaybetmesi mümkün. Lunaparktaki bir çocuk gibi. (ET/HK)