Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Evde kalmanın dördüncü haftası. Daha önce hastalığın ismini şöyle bir duymuştuk, bir dalga gibi. Ama o dalganın bize ulaşacağını, bizi vuracağını konduramamıştık kendimize. Nasılsa bizden uzaktaydı, adı bize yabancıydı. Belki teğet geçerdi, belki tuzlu suyla kandırırdık, ama olmadı.
Bu küçük varlıklar haritada bizim ülkemizi görmezden gelmediler, iltimas geçmediler, yani mucize olmadı. Virüsler kendi bildiğince dağılıp durdular. Dört haftada evimiz, mahallemiz, şehir, ülke, dünya başka bir şeye dönüştü. Artık onla yatıyor, onla kalkıyoruz: Yeni koronavirüsü!
Bu günlerde hepimiz mümkün olduğunca evdeyiz. Konu komşuyla görüşme mini-minimum düzeyde. Dostlarımızla öpüşerek sarılarak geçirdiğimiz o günler çok uzak şimdi. Filmde dahi sarılan birini görsem, "Eyvah!"diyorum. Evlerimizde yeni temizlik modelleri, yemek hazırlama usülleri, yeni alışveriş, yeni oturuş, yeni kalkış.
Televizyonda koca koca profesörler bir ekmek alıp gelmenin yöntemini belletiyorlar bize, yeni baştan. Bu arada kötü haberler telefondan, televizyondan yağmur gibi iniyor, tanıdığımız insanların virüsle karşılaşma bilgileri sinsice sızıyor hayatımıza. Bu haberlerin nesnesi olmak, birebir yaşamak da ‘an meselesi’. Yani artık koronavirüs veya Covid-19 hastalığı oldukça tanıdık geliyor bize.
Her fırsatta soluğu sokakta alanlar, ıvıra zıvıra şehrin bir ucundan bir ucuna koşan bizler, şimdi evlerdeyiz. Anamız babamız bizden her gün ziyaret dilenirken şimdi "Aman, diyorlar, gelmeyin, bir telefon açın yeter. Yel essin, kokunuz gelsin, siz değil.." Yaşını epeyce almış, görmüş geçirmiş bir dostumla telefonla konuştum, konu kolonya sıkıntısına gelince şaşkınlıkla şöyle dedi, "Kolonya da bitermiş?" Yani demem o ki, bir kaç haftada yaşlı-genç ezberimiz bozuldu. Yeni bir yaşama şekli, düşünme kodu ufukta.
Çalışmanın da yöntemi değişti, eğitimin de, alışverişin de. Ofis çalışanları evlerden rahat rahat yürütüyorlar işlerini. Gözümün gördüğü örneklerde, oldukça yoğun tempoda. Oğlumu, odasından mutfağa yemeğe çağırıyorum: "Şimdi gelemem, sonra!" diyor. Okullar bir haftada evden sürdürülebilir hale geldi, en çok da buna şaşırıyorum. E madem öyleydi, bu zamana kadar, niye onca zahmet, onca masraf... Neyse.
Mizah tam gaz...
Şu dönemi bir atlatsak ne yenilikler, ne kısa yollar, ne inovasyonlar bulunacak, kim bilir! Bu arada, Zadig’de ilk defa evlerimizde ekranlar üzerinden canlı bayramlaşma modelini yaşadık. Bayram akşamı anne-baba evinde bir araya gelen bizler bu defa ekranda bir araya geldik. Bunu bize yaşatan önce teknolojiye teşne gençlerimiz, sonra adını bilmediğimiz teknoloji mucitlerine alkışlar... Ama gün, bu günleri ‘sağlıkla’ aşmanın günü.
Şimdilerde bize en yakın dostumuz-düşmanımız: Televizyon (gerçi bizim evde hala akşamdaaaan akşamaa...). Bakan’dan salgın haberleri, sonra güzel yurdumun seçkin yönetiminin icraatları, diğer dünya ülkeleri ile karşılaştırmalar. Bir haber sevindirirken, diğeri kederlere gark ediyor. Mizah tam gaz, yazılı, sözlü, görsel... gidiyor.
Türkiye’ye özgü olaylar bizi kah güldürüyor, kah utandırıyor. Sonuçta bir gülümseme kalıyor, acı-tatlı. Artık salgın uzmanlarına da akraba gibiyiz, sanki amcamızın oğlu. Her gün, her biri bir kanalda. Kiminin gözleri ışıl ışıl, kimileri kaygılı (özellikle kadınlar). Onların da hakkı var: Uzmanlığı "salgın" olan bir hoca ömrünü bu hikayelerle geçirmiş, şimdi ise karşısında alası:
Yeni korona! Yani doktor hastanın ayağına gelmemiş, hastalık doktorun ayağına gelmiş! Ama televizyon kanalına gelenler adeta kumandanlar gibi. Oysa gerçekte pek çoğu sahada, adeta savaş alanındalar. Hastanelerde, eczanelerde, hastalarla yüz yüze, işiyle birlikte insanlığı da sınananlar... Sadece onlar mı? Çöpümüzü toplayanlardan suyumuzu getirenlere, markette çalışandan hastalara yemek yapana, maske dikene, tüm emekçilerle birlikte gerçekten herkesin yerine getirdiği görev çok kritik, hayati. Bir de tabii evlerin kumandanları var, genellikle anneler, genellikle kadınlar. Eski köye yeni adetlerin türlü çeşidi...
Bu günler, zor günler. Elbette hepimizin sınavları olacak, ne ilk, ne son. Bu zor günlerde benim de aklıma, babamdan dinlediğim, bir hikaye geliyor. İkinci Dünya Savaşı dünyada gümbür gümbür yürürken bizim Anadolu’nun hissesine de kıtlık, yokluk, pahalılık düşmüş. Babamın deyişiyle "pahalılık senede" Adıyaman’ın Samsat kazasında Hacı Şeyh Ağa fırın açmış, bedava ekmek dağıtmış, evinde büyük sofralar kurmuş, geleni geçeni doyurmuş.
Bugünler nasıl anılacak?
Samsat, zenginliğin, cömertliğin mekanı imiş meğer. Babam, anlatacağı konu daha uzaktan Samsat’a dokunacak bile olsa hemen Samsatlı o Ağa’dan bahseder, onu anlatacağı hikayeye sıkıştırır. Çünkü o yıllardan o kalmış hafızada, başka bir şey değil. 1942 yılında babam 12 yaşında (veya biraz daha büyük) ilk defa nüfusa kaydedilmiş ki, ekmek karnesi alabilsin. Aynı sofrada kaşık çalan kardeşlerden ağır davrananın aç kaldığı günlermiş, o günler.
Bugünler nasıl anılacak? Ev günleri, izolasyon günleri, karantina günleri, yalnız günler, sevimsiz günler, salgın günleri, korona günleri, virüs günleri, hastane günleri, yatak günleri, pencere önü günleri... Biz de bu günleri kendi marifetimizle yaşayacağız, yaşatacağız. Ama ileride bu günlerden Samsatlı Ağa gibi yüce gönüllüler anılacak. Kibir, gösteriş, büyüklenme.. Hepsi boşa çıkacak, bir kez daha. Vatandaştan devletlere kadar her birimde yeni çıkarımlar, yeni tanımlar, yeni yöntemler geliştirilecek. Başka başka hikayeler yazılacak. Ama tahtada tek şey kalacak: İyilik!
Benzerini daha önce hiç yaşamadığımız bu salgın günlerinde ‘bir gün bir gün daha’ sağlıklı geçirmeye çalışıyoruz. Ailemizi, yakınlarımızı, komşularımızı kaygıyla yokluyoruz. Bir yandan da yaşadıklarımızı anlamaya, tanımlamaya çalışıyoruz. Corona adlı küçük bir virüs marifetiyle dünyanın tüm ülkelerinde yaşayanlar aynı filmin içinde oynuyor. Her akşam, olay sayıları, ölen sayıları ülke ülke veriliyor. Borsa gibi inenler çıkanlar...
Heyecanlı, korkulu, sürükleyici. Yedi küsur milyarlık insan topluluğu bu filmde hem oynuyoruz, hem izliyoruz. Baş kahramansa görünmez fakat etkileriyle ortada. Filmin sonunu da bilmiyoruz, belirsizli. Salgın, savaş, afet hep vardı ama bu defa naklen yayımlanıyor. Dünyanın bir ucundaki arkadaşımızın boğaz ağrısı bilgimiz dahilinde. Bizi dehşete düşüren de bu sanırım, görünürlük. Aslında çok şey yazılır, çizilir, konuşulur da, virüs riski kafamızı aç bir kuş gibi gagalamasa...
Hele bu günleri sağlıkla sayalım. Şimdilik, bir-iki-üç-dört!
Bu arada bir notu düşmeden geçmeyeceğim: Koronadan önce, Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali kitabında karşılaştığım insan eliyle yaratılmış bir virüs tema’sı bana "fazla kurgusal" görünmüştü. Bu konular bize çok uzakmış gibi adeta, yerli bir konu olamazdı! Oysa, bizde de gayet yaşanılabilir bir durummuş. Şu anda karşılaştığımız virüsler insan eliyle yaratılmamışsa da, çok absürt değilmiş, bize çok uzak değilmiş, virüsün ince fakat hoyrat eli boğazımıza dek uzanırmış meğer. Yazarına özürlerimle... (LÜ/EMK)
* Lüsan Bıçakçı'nın yazısını Agos'tan aldık.