“Bana bir hikaye anlat. Bir cadı yokmuş ve o ormanda yaşamıyormuş. Bana bir hikaye anlat; ama mavalı bir yana, cadıyı ve ormanı bir yana bırakabilir miyiz? Bana gerçek bir hikaye anlatabilir misin?”[i]
bianet’e 52 hafta boyunca erkek şiddeti konusunda yazmış olan 52 erkeği okurken sık sık yukarıda yer verdiğim “cadısız, ormansız gerçek bir hikaye” isteğini düşündüm.
Balkonda annesinin kucağındayken şakağından giren ve sonra annesinin kalbine saplanan tek kurşunla ölen üç yaşındaki bir roman kahramanının isteği bu. Keşmir Vadisi’ndeki bir katliamda annesi ve diğer on beş kişiyle birlikte hayata veda eden roman kahramanı bu kız çocuğunun her akşam babasına yönelttiği bu isteği baba mezar taşına yazdırır.
Küçük kız annesiyle birlikte “şehitler” mezarlığına defnedilir. Oysa o şehadet filan değil, hâlâ kısacık hayatını ve talihsiz ölümünü anlatan “gerçek bir hikaye” istiyordur. Babadan ve diğer erkeklerden...
Sanırım bianet yazı dizisini okurken erkeklerin “gerçek” bir hikaye anlatmak konusundaki mütereddit tavrını görmek de bu romanın sayfalarına döndürdü beni. Bir yerden başlamak gerekiyordu sonuçta...
52 Hafta 52 Erkek
bianet’in 52 Hafta 52 Erkek yazı dizisinde erkekler erkeklik halleri, tanıklıkları ve kişisel deneyimleri üzerinden erkek şiddetini tartışıyor. Dizinin vaat ettiği ve gerçekleştirmeye çalıştığı şey bu.
Bu yazı dizisini başından beri desteklenmesi gereken olumlu bir girişim olarak gördüm. Oysa erkek şiddetinin dünyanın her yerinde ve her gün yüzlerce can aldığı bir dünyada, bu konuda biraz da erkeklerin konuşmasını bekliyor olmak kimimizin en başından reddedeceği bir şeydir. Bunun nedenlerini anlamak hiç de zor değil. Zaten kamusal söz hakkı ağırlıklı olarak erkekler tarafından kullanılmıyor mu? Hiç değilse kadınların öldüğü, sakat kaldığı ve ağır biçimde hırpalandığı yerde sözü bize bıraksınlar ve sonsuza dek sussunlar. Böyle düşünülüyor.
Fakat bir yandan da erkek şiddetinin mütemadiyen kadınlar arası konuşmaların ve tartışmaların bir konusu olarak görülmesi, bu konuda kadınların sesi yükseltmesi, örgütlenmesi, mücadele etmesi, çalışması, eğitimler ve eylemler düzenlenmesi ve bütün bu süreçlerin de şiddetin kaynağı olan erkek toplumunun uzağında gerçekleşiyor olmasında bir sorun yok mu?
Üniversitelerin “kadın çalışmaları” programlarında erkek öğrenci sayısının azlığı ve “erkeklik çalışmaları” alanında yine erkek akademisyenlerin nadiren çalışıyor olması da bu sorunla çok ilişkili değil mi?
Eril ketumluk ve şiddet
Erkekler gerçek hikayeler anlatmaları, gerçek sohbetler yapmaları, gerçek ilişkiler kurmaları için cesaretlendirilmeli bence. Kadınların, çocukların ve dünyanın iyiliği için erkekler gerçek konuşmalara teşvik edilmeli. Zira bu ketum erkeklik ya da ele alınan konu üzerinden sabun gibi kayarak, neredeyse o konuya hiç “bulaşmadan” geçen erkek konuşmaları da şiddete alan açıyor.
Her yıl yüzlerce kadının ve çocuğun öldürüldüğü bir dünyada, erkeklerin bu konudaki kamusal konuşmadan dışlanmasını desteklememek gerektiğini düşünüyorum. Konuşmalılar. Konuşmaya kalktıklarında neyi, nasıl konuştuklarını, neyin üzerinden atlayıp geçtiklerini görmeli, konuşmaların tarzını ve içeriğini irdeleyebilmeliyiz.
Bu yüzden de bianet’in bu çabasını asla lüzumsuz bulmadım. Erkekler narsistik bir kendilik algısı içinde bu şiddeti hep kendilerinden uzağa gönderiyorlarsa ve bunu bir arada durabileceğimizi varsaydığımız yazar, çizer, gazeteci, sinemacı, psikolog, akademisyen, yayıncı ve güncel sanatçı bile çoğu kez böyle yapıyorsa, bunu da görmeliyiz. Kendileri de görmeli. Bu konuşmalardan iyi bir şey çıkıyorsa bunu da elbette hep birlikte değerlendirebilmeliyiz.
bianet’e yazan erkeklerin kültür, sanat ve akademik camiadan erkekler olması bir yandan işi kolaylaştırıyor. Hepsi de kendilerini yazarak ifade etmede belirli bir becerisi olan erkekler. Fakat bu beceri aynı zamanda gizlenmelerini de kolaylaştıran bir beceri. Konuşurken bile son derece ketum olabiliyorlar.
Keşke mümkün olsaydı da hayatın başka alanlarından erkeklerle, “sokaktaki” erkeklerle de yapılabilseydi bu çalışma. Tabii ki bu tür bir öz-irdelemeye ya da itirafa yakın bir yazı türü aracılığıyla konuşmak da yazmak da yaygın biçimde isteksizlikle karşılanacak bir şey ki bu hem yazı dizisinin koordinasyonunu yapan Şenay Aydemir’in hem de giriş yazısını yazan Haluk Kalafat’ın dile getirdiği bir sorun olmuş. Dolayısıyla “bizim mahalleden” erkeklerle çalışmanın yapılması biraz da kaçınılmaz hale gelmiş diyebiliriz. Görece kolay bir başlangıç olması bakımından iyi bir seçim.
Erkek ketumluğu ile ilgili düşüncelerle çelişiyor gibi görünse de konuşmanın belirli biçimleri de şiddetten muaf değil. Nasıl konuşulduğu da önemli. Tartışmayı başlatan Murat Çelikkan’ın konuşurken söz kesmeye yaptığı vurgu bunu anlamaya da yardımcı oluyor. Çok yaygın olan söz kesme, yüksek sesle ve çok konuşmanın da bir şiddet biçimi olduğunun bu kadar net anlatılmış olması iyi bir şey. Çünkü bu genellikle görünmez bir şiddet biçiminde işliyor. Oysa bunun karşıdakinde yarattığı yılgınlığın tartılması gerekir. Erkeklerin sayıca çok olduğu ortamda bu eğilim belirginleşiyor ve kadınları suskunlaştırıyor. Elbette bunun tersi de doğru.
Böyle bir yazı aracılığıyla kendini, ilişkilerini, hayatının mahrem “anlarını” bir okura açmak hiç kimse için kolay değil. Bu güçlüğün yarattığı, bazen kulağa tuhaf gelen bir kestirmecilikle yapılmış tespitler ya da ifadeler de var. Örneğin yazılanlar arasında şöyle bir cümleyi not etmişim; “Kadınlar erkek emziren varlıklarken, her erkek son tahlilde kadın düşmanıdır. Bunu yakından gözledim.” Erkek emziren varlıklar olarak kadınlar ifadesine yüklenen kutsiyet kulağa neredeyse irkiltici geliyor...
Yeri gelmişken söyleyeyim, mümkün olduğunca bir samimiyetle yazma ve öz-sorgulama çabası içine girmiş bu isimleri ya da yazdıklarını yargılamak gibi bir niyetim hiç yok. Öyle yapıyormuş gibi görünüyorsam bu okuduğum 52 yazı üzerine benden analiz mahiyetinde başka bir yazı yazmam istenmiş olduğundan dolayıdır. Bir iletişim bilimci olarak; nasıl konuştuğumuz, nasıl tartıştığımız ve neyi nasıl dile getirdiğimiz gibi konulara hem zaten çok ilgi duyarım hem de bu türden bir “eleştirel” okuma çabası çalışma alanımla da ilişkili bir çaba. Umarım bu çerçeveyi aşmadan yazımı tamamlayabilirim.
Erkek şiddeti üzerine yazmak
Yazıların bir kısmı bir özdüşünümsellik de içeriyor. Erkek şiddetini yazarken, erkek şiddetini yazmak üzerine düşünen yazılar. Bunu mesela Yekta Kopan şöyle ifade etmiş: “‘Erkek şiddeti’ üstüne kalem oynatmaya kalkışmak, kişisel tarihinin karanlık, tuhaf ve gömülü anlarıyla da yüzleşmek anlamına geliyor. ‘Kolayca yazarım, erkeklik gösterileri üstünden anlatır kotarırım’ demek yetmiyor”.
Yazıların bir kısmı sadece filmlerden, kitaplardan dolaşıyor. Bir türlü bir iç döküş, bir öznellik kurulamıyor. Kendi hikayeleri aracılığıyla konuşma gerçekleşmiyor. Mesela Sivas filmindeki oğlan çocuğunun, yaralı halde kurtarıp iyileştirdiği ve Sivas adını verdiği köpeğini dövüştürmesi için kendisini zorlayanlara, “İtimi boğuşturmam ben” demesi ve sonra bu sözünde duramaması anlatılıyor. Erkekliğin “dövüş alanına” köpeğiyle birlikte önce istemeye istemeye dahil olması, sonra bunun keyfini sürmesi. Hakan Bıçakçı’nın “Acı var Rocky” başlıklı bu yazısı Sivas’tan önce de Rocky filminden söz ediyor. Bir roman yazarından beklendiği gibi güzel bir yazı. Fakat Bıçakçı’nın kendisine ayrılan yeri, kendi hayatına, “şiddet” deneyimine hemen hiç değmeden kullanmış olması da düşündürücü
Ahmet Ümit’te de benzer bir tutum var. O filmlerden ya da başka romanlardan dolaşmak yerine, “Benim Adım Hatun” isimli bir hikaye yazmış. Tamı tamına edebiyat. “Namus temizleme" adına erkek şiddetinin en ağır biçimine mahkum edilen ve erkek kardeşine öldürtülmesi planlanan gencecik bir kadın Hatun... Ahmet Ümit madem edebi bir hikaye yazmaktan yana kullanacaktı kendisine ayrılan yeri, o halde mesela şiddet eğilimli bir erkeğin zihninin “hastalıklı” kıvrımlarında dolaşarak, bu dizinin amacını daha iyi karşılayan analitik bir hikaye de çıkaramaz mıydı?
Akademisyen erkeklerin erkek şiddeti ile ilişkili yazılarında da ortaklıklar saptamak mümkün. Akademik hayatın erkek şiddeti üzerine düşünmek için sağladığı elverişli ortam, öz-sorgulama bu ortaklığın bir kısmı. Aynı akademik dünyada sadece etkileyici bulunma ve tanınma, hatta basitçe yazıp çizmenin bile maskülen bir güç talebi olup olmadığı da bilgi aracılığıyla kurulan otorite de sorgulanıyor bu yazılarda. Bunu mesela hem Barış Ünlü de, hem Zafer Yılmaz’da görebiliyoruz. Aynı kampüste çalışmış olduğum bu iki akademisyen arkadaşımın feminist akademisyenlerin sayıca çok olduğu bir akademik ortamda çalışmayı ve Türkiye bakımından “köklü” sayılabilecek bir kadın çalışmaları alanının buradaki mevcudiyetini farklı ve sarsıcı bakış açılarıyla değerlendirebileceklerini yazıların satır aralarında sezdiysem de bu sezgi karşılanmıyor. Belki başka yazılarda.
Erkek şiddetini biraz da ketumlukla ilişkilendirme eğiliminde olduğumdan ve dile getirerek/aktararak tanıma ve kendini kurma konusundaki bir eksiklikte de temellenen bir şey olarak gördüğümden, Fırat Yücel’in yazısını özellikle ilginç buldum. Yücel itiraf külliyatının erkeklere ait olduğunu, Saint Augustine’den Rousseau’ya uzanan bir itiraf külliyatını ve roman, anı, kişisel gelişim gibi erkeklerce kaleme alınmış sayısız burjuva birey anlatısını hatırlatarak söylüyor.
Bu külliyattan yola çıkarak erkekliğin sadece gündelik olarak değil geriye dönük olarak da kurulup durduğu tespitini yapıyor Fırat Yücel. “Erkeklerin itiraf ve iç-yüzleşmeye bu kadar meyilli olmasının nedeni, kendi hayatlarını değerlendirmeyi başkalarına bırakmaktan korkmaları olabilir mi?” diye soruyor ki gerçekten düşünmeye değer.
Tanıl Bora’nın erkek erkeğe muhabbetler ile mecliste kadın varken yapılan muhabbetler arasındaki açıyı da değerlendirdiği “Erkek Erkeğe” yazısı epeyce zihin açıcı bir yazı. Sözünü ettiği açının homofobiyle ilişkisini kurduğu yer bilhassa etkileyici: “Söylemeye gerek var mı; erkek meclisinde fuzulîyat askısına asılan nezakete, bir kadınsılık, ‘dahası’ eşcinsellik şüphesi de yapışmıştır. Nezaket, kırıtmak addedilir ve ‘cilvegözü sınır kapısı’dır! Kadınlar, ‘hele’ eşcinseller kendini sakınmadığında, ‘açık’ hatta argo konuştuğunda, en erkek meclisler behemehal nezaket paravanının arkasına sığınırlar. Sınırlı sorumlu sahte nezaket, homofobinin de bekçisidir.”
Ben yine de bu yazı dizisinin hakiki bir konuşma imkanı olarak kullanılmasından yanaydım. Tanıl Bora’nın mezun olduğu erkek mektebini anlattığı gibi, erkekliğin çelişkilerle dolu dünyası yanı başında akıp dururken bir oğul babası olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatması da ne iyi olabilirdi. Yazının ve yazmanın eril ve narsistik krallığında yıllar boyu yayıncılık yapmanın, üretmenin ve editörlüğün “özel” olarak muhatap ettiği erkek şiddeti biçimlerinin olup olmadığını yazmasını da bekledim sanırım. Fakat yazı dizisi içinde erkekliğe dair yeni bir şey öğrenmek adına yine de en yararlandığım yazılardan biri oldu.
Bazı yazılar bu yazı dizisinin yarattığı fırsatı mesafeli bir dille erkek şiddetini genel olarak değerlendirmek üzere kullanmış. Mesela Murat Yetkin erkek şiddetine ilişkin düşüncelerini yazmış. Bu konudaki istatistikleri ayrıntılı biçimde vermiş. Erkek şiddetinin üç halinden söz etmiş. Murat Yetkin’in bir gazeteci olarak ele aldığı diğer konulardaki serinkanlı ve mesafeli tutumu, burada da olduğu gibi korunmuş. Bir yazı ile “değişim,” içe bakış, öz-irdelemeci bir tartışma ummak belki gerçekçi de değil zaten.
Kendine dönük bir samimiyetle erkek şiddetini yazanların başında Atilla Taş var. Kendisiyle onca mücadele etme ve dönüşme çabasına rağmen “İçinde bir yerlerde yontulmamış bir odunun hala dipdiri” durduğunu söylüyor Atilla Taş.
Özcan Sapan’ın yazısı erkek şiddeti meselesini babaya ve çocukluğa dönerek anlatacakmış hissiyatı veren ama açacakmış gibi olduğu kapıyı aynı hızla kapatan diğer anlatılardan farklı bir yazı. Sapan anneye dönük baba şiddetini ve bunun kendisini nasıl yaraladığını ve öfkelendirdiğini samimiyetle anlatıyor. Fakat bundan çok daha sarsıcı olan şey, baba şiddeti karşısında çocuk aklına ilk gelenin bunu bir daha yaparsa kendisinin de onun annesini (kendi babaannesini) dövmek olması ve bunu gerçekten yapması.
Erkek erkeğe şiddetin hep anneler ya da kız kardeşlere dönük küfürler eşliğinde açığa çıkmasını da yeniden düşündüren bir öz-sorgulama var Özcan Sapan’ın anlattıklarında. Belki de bu dizinin amacına en çok yaklaşan yazı da bu yazı. Gördüğü şiddet, uyguladığı şiddet, kendini kurtarma çabası içinde kimi zaman yine yenik düştüğü şiddet eğilimi... Ailenin “özel” hayatını ve dokunulmazlığını da aynı netlikle sorgulayarak biten bir yazı.
Erkeklerin şiddet hikayeleri ilginç bir biçimde, yoğunlukla tribünlerde, mahalle futbolunda, asker ocağında ve toplu taşıma araçlarında geçiyor. Evdeki şiddetle ilişkili deneyimleri ise adeta babalarının annelerine yönelik şiddetiyle başlıyor ve orada bitiyor. Birçoğu yukarıda da dediğim gibi bu şiddeti konuşma konusunda da bir giriş yapmanın ötesine geçemiyor.
Kesinlikle kolay değil...
Dizide yazılarına yer verilen 52 ismin birçoğu kendi hayatlarından, gerçek bir “erkek şiddeti” hikayesi ya da kesiti anlatmaya hiç yanaşmamış. Bundan da öte, “kültürel olarak anlaşılabilir” bulunacak bir noktadan alıp getirerek bile olsa, kendilerindeki bir zaafı, diyelim ki kıskançlığı ve bu kıskançlığın içerdiği şiddet eğilimini açık eden somut bir olay ya da durumu örneklemeye yeltenen de epeyce az. İnsan düşünmeden edemiyor, yetişkinlik hayatlarında hiç mi hesaplaşabilecekleri bir “şiddet” yükleri olmamış, kendilerini suçüstü yakaladıkları bir düşünceleri, tutum ya da davranışları hiç mi yok?
Yazıların çoğunun bir ölçüde başka bir hayal kırıklığı yarattığını da eklemeliyim. Sadece erkeklerin “gerçek” bir hikaye anlatma konusundaki isteksizliklerine tanık olmaktan değil, herhangi bir yazıyı okurken karşılanmasını beklediğimiz etkileyicilik dozunun ya da okuma hazzının da zaman zaman boşa çıkmasından kaynaklanıyor bu hayal kırıklığı.
Erkek şiddetini anlatan erkekler sanki ellerini koyacak yer bulamıyor, mütemadiyen gözlerini kaçırıyor ve bir sınava çekilmişler de öyle yüksek bir puan almaya değil, sadece çakmamaya razı olacaklarmış gibi konuşuyor. Hakları da var belki. Kesinlikle hiç kolay değil.
Burada yer açamadığım birçok başka yazı da var dizide.
Erkek şiddeti üzerine bianet yazı dizisini okurken, bir vakitler incelemiş olduğum,[ii] hayatlarındaki kadınları öldüren veya ölümüne/intiharına sebebiyet verdiği düşünülen erkeklerin itiraflarını da hatırladım sık sık. İncelediğim o itiraflarda erkekler, trajedilerini anlatırken farkında olarak ya da bir sezgisellikle birey oluş süreçlerindeki “yaralanmalara” gidiyordu hep... O çalışmayı itirafın kendisinin “hakikat” olmadığını bir semptom olduğunu ifade ederek bitirmiştim.
Erkek şiddetini tartıştırmayı uman bir yazı dizisinde gerçek hikayelerin/itirafların yokluğunun ya da azlığının nedenlerini de bu noktadan değerlendirmek mümkün. Bu hikayelerin yazan kişinin deneyimini teğet geçerek “kaçtığı” yeri ve kaçma biçimlerini bir semptom olarak düşünmek de birçok bakımdan zihin açıcı olabilir.
Diziye emeği geçenlere teşekkürler. (SÇ/HK)
[ii] Sevilay Çelenk, “Trajedilerinin Semptomlarını Okuyan Erkekler: Pierre Riviere, Louis Althusser ve Ted Hughes,” İletişim Araştırmaları Dergisi, 2003. (Tam metin: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/23/668/8515.pdf )
* 52 Erkek 52 Hafta dizisinin analiz ve tartışma yazıları (21-26 Ocak 2019) Oslo Metropolitan Üniversitesi (Oslo Met) - Journalism and Media International Center (JMIC) mali desteğiyle yayınlanmıştır.