Sabah erkenden yıkanan, sonra orada bir güzel kahvaltı yapılan, kahve içilen, kitap okunan, gelip geçene bakılan, sohbet edilen balkonların çok şanslı olduklarını düşünüyorum. Bir balkona hayat vermenin ve orayı yaşam alanının bir parçası olarak kabul etmenin de insanın kendisiyle ve dış dünyayla kurduğu ilişkinin keyifli oluşundan ileri geldiğine inanıyorum. Yani bana göre balkonların, mutlulukla kesinlikle bir ilgisi var.
Ancak son zamanlarda yapılan yeni binaların balkonsuzluğu iyice gözüme batar hale geldi. Balkonlara olan özel düşkünlüğümün ve balkon “stalker”lığımın kesintiye uğramasının yanı sıra, sanki verilmeye çalışılan mimari görünümlü sosyo-politik, psikolojik bir mesaj varmış gibi geliyor. Ben de bu vesileyle balkonların psikodinamiği üzerine düşünmek istiyorum.
Biraz “balkon” kelimesini havalandırmakta fayda var. Balkon dediğimiz şey, ne içeriye ne de dışarıya ait bir mekândır. Bu anlamda bir “ara alan” olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bir açıdan da hem içeriye hem de dışarıya aittir. Burnunu her tarafa sokabilir. Bu anlamda oldukça omnipotans (tümgüçlü) bir yapıda olduğunu söylemek mümkün olabilir. Kısacası iç-dış ayrımının çok da kesin olmadığı bir noktadadır. Evin nefes alan kısmıdır. Dışarıyla ilişki kurmamızı sağlayan, içeriden dışarıya, yani “öteki”ne açılan önemli bir bağlantıdır. Dışarıda olup biteni gören, dışarının hallerini gözetleyen ancak müdahale imkânının oldukça kısıtlı olmasından mütevellit gördüklerini biraz kendisine saklayan, hatta sır tutabilen bir yerdir. Evin içini dışarının gürültüsünden, olası darbelerinden koruyan bir yerdir. Mesela dışarıdan gelen herhangi bir etki evin içine ulaşmadan önce, balkona uğrar, balkondan geçer ve belki evin içine bile ulaşmadan balkonda kalır.
Tüm bu işlevlerine rağmen, evlerin son zamanlarda gitgide balkonsuzlaştırılması, yani evlerin kastre edilen mekânlarının balkonlar olması oldukça düşündürücü, duygusal olarak da ürpertici. Kastre edilmiş balkon biçimi ise, “fransız balkonu” diye tabir edilen, sanırım dış dünyaya “fransız” kalmamızı arzu eden 40 santimetrelik bir çıkıntı. Balkon”muş” gibi yani. “–Mış gibi” yaşamlarımıza oldukça uygun bir biçim olsa gerek. “Balkon yok” denmiyor da, “fransız balkonu var” deniyor. Bir kandırmaca mı bu? Yoksa bir teselli mi?
Bir evden balkon kalkınca sadece içerisi ve dışarısı kalıyor. Bir ara alan, ortalama bir konum, dışarıyla içerisi arasındaki bağlantı kayboluyor. Sanki balkonsuzlukla beraber toplumsal olarak da ara renklerimizi, tonlarımızı, ara geçişlerimizi kaybetmek üzereyiz. Çok keskin geçişler içinde salınıyoruz. Belli bir tarafta olmak, diğer tarafları reddetmekle mümkünmüş gibi geliyor. Duygu-düşünce işleyişimiz, kutuplaşmalar üzerinden ilerliyor. Ruhsallığımızda var olan yıkıcı taraflarımız, iyi taraflarımıza saldırmak istiyor. İyiyle kötüyü, güzelle çirkini, boşlukla doluluğu, benle ötekini bir arada kabullenmekte oldukça zorlanıyoruz. Kavramlar arası geçirgenliğimiz ve geçişliliğimiz oldukça sınırlı. Ayırma, bölme, parçalama mekanizmalarımız; bağ kurma, birleştirme, bir arada tutma eylemlerinden çok daha baskın bir hale gelmiş durumda.
Örneğin yas tutamıyoruz artık. Yasın da bir geçiş alanı olduğunu inkâr ederek, ya hiç bir şey olmamış gibi davranıyor ya da çok ağır bir depresyona giriyoruz.
İkili ilişkilerde karşımızdakiyle ya sembiyotik bir bağ kurup onsuz yaşayamayacağımızı düşünüyor ya da sadece “öylesine bir bağlantı” kuruyoruz. Hem kendi bireyselliğimizi hem de karşımızdakinin öznelliğini kolladığımız bir ilişkiyi sürdürmek oldukça zor bir hale geliyor. Ya seviyor ya terk ediyoruz. Ya içerideyiz ya dışarıda. Ya kenardayız ya en merkezde. Ya başındayız ya da en sonunda. Ayarsızlığımızın ucu bucağı yok.
Hem toplumsal hem de bireysel olarak süreçlerin alabildiğince ıskalandığı bir dönemdeyiz. Bir buzun kaynar suya atıldığı ilk anı düşünün. Isıyı yavaş yavaş içine alıp usul usul erimektense, çat! diye çatlayıverir buz. Süreçleri ıskalamak, geçiş alanlarını ortadan kaldırmak demek, buz misali kendimizi de çatlatmak, bölmek demektir bir bakıma. Bölersek ne olur? Bütünlüğümüzü yitiririz ve bunun sonucunda da gerçekliğimizi, köklendiğimiz zeminimizi...
Balkonsuzluk, bizi hem kendi ruhsallığımızda hem de toplumsal bağlamda geçiş alanlarımızdan ve ara yüzlerimizden yoksun, ötekiyle bağ kuramayan, nefessiz bırakan bir hale sokuyor ne yazık ki.
Hayatımızdan balkonlar gidiyor. Her şey bizi daha da nefessiz bırakmaya, daha da keskin geçişler yapmaya yönelik işliyor sanki.
Bu sebeple “Balkonları Koruma ve Yaşatma Derneği” kursak diyorum. Pek hayırlı bir iş olabilir bu. Öyleyse buradan çağrımı yapmış olayım. Gelin şu işe bir el atalım sevgili okuyucu. Çok fazla gönüllüye ihtiyacımız var orası kesin. Dernek merkezimizi halâ varlığını sürdürmekte olan çiçekli, böcekli, keyifli bir balkona kurarız belki. Sonra teker teker başka şubelerimizi, başka balkonlarda açarız. İstekli ve istikrarlı çalışırsak balkonlar yeniden hayat bulur belki, hem evlerimizde hem ruhsallığımızda. Ara ara çıkar havalanırız, nefesleniriz orada. Hem dışımızda hem de içimizde olup bitene, geçip gidene bakarız. Müdahale etme ihtiyacı hissetmeden olanla kalırız, olanı taşırız belki bir süre.
Hem balkonları yeterince koruyabilirsek ve onlara hak ettikleri değeri verirsek, belki birtakım adamların “balkon” kavramını farklı algılayıp orada yaptıkları birtakım konuşmaları, faşizan bir performans gösterisine dönüştürmelerini de bir nebze engellemiş oluruz, kim bilir. (TI/EKN)