Gazeteci Mehmet Ali Solak yıllardır "Hatay Güney Rüzgârı" dergisini inatla çıkarmaya devam ediyor. Bu ısrarını, gazeteci inadına, bir de doğup büyüdüğü topraklara ve bu topraklarda birlikte yaşadığı insanlara karşı sevgisine bağlamalı. Böyle düşünmeme neden olan gazeteciliği, yazdıkları ve yaptıklarıdır.
Yerelde gazeteciliğin onca yoksulluğuna karşılık Hatay Güney Rüzgârı aylık aktüel dergi'ni inatla 14 yıldan beri yayınlamaya devam ediyor. Gazeteci Mehmet Ali Solak Hatay Güney Rüzgârı'nın Şubat 2010, yıl 14, sayı 122'nin kapağına işletmesinden büyük keyif aldığı "Antakya Evi" nin iç mekân fotoğrafını koymuş.
Gözlerimle gördüğüm, ayaklarımla üzerine bastığım, üzerlerinde yürürken durup yere baktığımda hayran kaldığım çini desenli yer karoları...
Derginin kapağındaki fotoğrafı çeken gazeteci Solak "desenli yer karolarını" anlatıyor:
"Deklanşöre her bastığımda, izlemeye doyamıyor, yeniden yeniden göz göze gelmek istiyordum. Gözlerimi alamadığım bu çekici güzellik bir görüşte âşık olmanın da ötesindeydi. Endamlı duruşu, düzeni ve dikkat çekici özelliği idi... Her ne kadar günümüzün modem çizgileri abartılı olarak sunulmuş olsa da, çiçek gibi açan desenler geçmişte ne kadar zevklere düşkünlüğü çok açıkça belli ediyordu. Hatta bu, zevkin ve yaratıcılığın ötesinde, geçmişte yaşam alanlarını anlamlı kılmak ve yaşamanın farkına varmaktı. Ellerimle yüzeyini okşarken, yüzyılı aşkın süredir esmeri, sarışını, kumralı, ince, kilolusuna bakmadan, siyah, mavi ya da ela gözlü demeden üzerinde dolaşanlardan rahatsız olmamış, aksine herkesi etkileyecek kadar canlı kalabilmeyi başarmıştı. Yaşına göre de halen ipeksi ve kaygandı. Basıldıkça, var oluşundan ve dışlanmadığından sevinen, sevincini benim kadar herkesle paylaşacak kadar da gülümseyen bir yüzü vardı. Ya da bana öyle gelmişti... Onunla tanışmam, çocukluğumda oynadığımız topun farkında olmadan düştüğü evdi. Topu ararken, gördüklerimi unutamadım. Rüyalarımı süsleyen konaklarda hep ama hep o desenli karolar üzerinde yürüdüm. Yürümek ne kelime, bir kelebek gibi kanat çırptım. Gördüklerimden büyülenmiş olacaktım ki, usumda izlekleri hiç silinmedi. Günün birinde onlarla bir araya geldiğimde, ikizlerini bulmanın sevincini yaşadım. O sevincim; limon çiçeklerinin mis kokularıyla; güneye bakan avlularından girilen eski Antakya evleriydi. Onları, gülen çocukların elinden kayan uçurtmalara benzettim".
Antakya Evi'nin fotoğrafının yer aldığı kapakta "Çini Desenli Karolara Veda mı? / İçinde sevgi olmayan, insanlığa hizmet edemez" başlıkları var...
Mehmet Ali Solak desenli karo ustaları Mihail Nalbant'la, Can Antun'la hüzünlü bir söyleşi yapmış. "Asıl üzüntüm, yitip giden bu güzelim sanat şaheserleri ve yitip giden imalatın son izleri. Umarım sizler de bu üzüntümü anlar, neden yitip gidenlere sessiz kalışımızı düşünürsünüz." diyor.
Eski Antakya evlerini gösterişli kılan özelliklerinden biri olan çini desenli karo imalatçılarından Mihail Nalbant ile M. Ali Solak söyleşi yapmış. Başlarken yıllar önce sakladığı bir gazete kesiğindeki Hürriyet Gazetesi muhabirlerinden Ersin Kalkan'ın çocukluğunun geçtiği Balat'ı nasıl anlattığına da yer vermiş.
"Ben çocukken Balat'ta Garo Usta adında büyük bir usta yaşardı. Kapısında bir eski zaman tabelasında 'Karocu Garo' yazardı. Çiniler ve yer karoları imal derdi. Lazok mimarinin yayıldığı, Karadenizli ilk kuşak müteahhitlerin eski evleri yıkarak yerine apartmanlar diktiği dönemde Garo Usta'nın işleri azalmıştı. Dükkânda sinek avlamasının nedenlerinden biri de Garo'nun aksi tabiatlı bir adam olmasıydı. Her siparişi kabul etmezdi. Başından aşağı altın sikkeler de yağdırsanız, kafasına uymayan deseni çiniye işlemezdi. Bir pazar günü kiliseden döndüğünde dükkânının bulunduğu çıkmaz sokağı elinde son kalan çinilerle rengârenk döşeyip, kapattı atölyesini ve çok sevdiği işine veda etti. Altı ay sonra da öldü. Onun ölümünden birkaç ay sonra da belediye işçileri gelip 'Çingene bohçasına döndü' iddiasıyla kaldırımlardaki çinileri söküp attılar. Oysa o çamurlu Balat Sokağı, ustanın çinileriyle bir sanat eserine dönüşmüştü. Garo'dan geriye hiçbir şey kalmadı..."
Balat'ta yaşanan, Antakya'da yaşananlarla benzerlik gösteriyor... Mihail Nalbant'ın ve Can Antun'un anlattıkları düşündürücü.
Karo ustası Mihail Nalbant anlatıyor:
"İlk tanışıklığım 1949. Taşlar kaleden getirilirdi. Ceylan adında birisinin 10 tane eşeği vardı. Eşeksırtında taş getirirdi. Taş kırma makinesine Hamdo Koç bakardı. Eski emniyetin bitişiğinde karo imalatı yapılırdı. (...) İlk karo İtalya'dan Marsilya'dan geldi. Michel Angelo. Dünyanın en ünlü ressamı. Bir tabloya kenar yapıyordu. Bir su ressamcısı da Angelo'dan onu çalıp, karonun buluşunu ortaya koydu. Kireçle başlayıp, çimentoya başladılar. Daha sonra Fransa'ya ihraç edilmeye başlandı. Fransa karoyu çok tuttu. Osmanlı'nın yıkılışından sonra Fransa karo işini Lübnan'a kadar taşıdı. Beyrut'tan sonra Suriye'ye, Suriye'den de İskender Gündüz Antakya'ya getirdi. 1900 ya da 1940'larda.(...)Hiç unutmam, ABD Başkanı John Kennedy öldüğünde, 1961'de Ferit Karayusuf'tan helallaşıp Altınözü'nde imalathane açtım. O günlerde elektrik yoktu. Benzinle elektrik üretip, briket imalatını yaptım".
Karo ustalarından Mihail Nalbant 1973 yılında her şeyini satarak Norveç'e gitmiş.
Üzerine bastığınız her yer karosunun bir imalatçısı ve onun da bir hayat hikayesi var...
Türkiye Cumhuriyeti Başbakan'ı BBC' ye Ermeni Diasporası ve "soykırım" tasarılarının sürece hasar verdiğini anlatırken; "Ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşım. Ama 100 binini biz şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu 100 binine hadi siz de memleketinize diyeceğim. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim" demiş...
Öyle dememiş. Acaba ne demiş, nasıl söylemiş? Söylediğine göre demiş ki; "...'Ülkemdeki kaçak Ermenileri sınır dışı etme' yönündeki ifadem maalesef ulusal ve uluslar arası çevrelerde tamamen art niyetli bir yaklaşımla 'kaçak' kelimesi atılarak kullanıldı ve kullanılıyor."
Ulusal ve uluslar arası çevrelerde yanlış anlaşılmak istemiyorsanız düşünmeden konuşmayın. Ağzınızdan çıkan lafınızı, kulağınız duysun. Ama ben ne dediğinizi çok doğru ve çok iyi anladım.
Acaba Balatlı karocu Garo ustanın sokağa döşediği çinilerini neden söktüler? Mihail usta neden gitti? Çini desenli karolar ne olacak? Türkiye'de yaşayan Ermeni nüfusu neden azaldı?
Bu basit sorulara düşünerek cevap vermeyi deneyin. Yoksa, yanlış anlaşılırsınız...(Fİ/EÜ)