Sermayenin hikayesi fütursuzluğun, şımarıklığın ve zorbalığın hikayesidir. Oyunun kurallarını koyan ve canı istediğinde kuralları değiştiren, itiraz edeni de suçlu ilan eden, “Sıfır toplamlı” oyunun arsız ve açgözlü “Kazanan her şeyi alır” diyeni, kurnazlığın zafer olduğuna inandırmak ister herkesi.
Sıfırı kabul etmeyenleri ve oyuna katılmayanları düşman ilan eder. Tanınmaktır onu dehşete düşüren. Kendini semirtmek için yıkmak ve yıkımı istikrar olarak sunmak zorundadır. İstikrar, kapitalizmin sözlüğünde yaşamın ölümü ve ölü nesneler dünyası demektir. Ölümde ve yoksullukta eşit olmak emeğe, cinayet işleme özgürlüğü sermayeye... Budur düzenin özeti!
1980’lerden itibaren, Hobbes’cu fiksiyonu mutlak gerçeklik mertebesine çıkaran neoliberal yağma, her koyunun kendi bacağından asılması gereğini ve herkesin herkesle savaşını, mutlak bir önkabul olarak sürdü piyasaya. Yarattığı dehşeti düzen olarak kalıcılaştırma telaşı, akıl, vicdan ve idrak gerektirmeyen boşluğundan kaynaklanan, politikasız siyasetin bu janjanlı paketi, şiddetin kalıcılaşması ve gücün yoğunlaşması ekseninde zorbalığın evrenselleştirilmesinden başka bir şey değil.
Siyasetin teknokratlaşması, uzmanlar arası bir prosedür olarak demokrasinin formelleşmesine ve içeriksizleştirilmesine yol açarak, ekonomik zorbalığın eşitsizlik üretimini meşrulaştırır. Dolayısıyla, siyasetin bilim olma iddialarını besleyen teknikçi-teknotrat-pozitivist gelişiminin, aynı zamanda toplumsal-politik alanda bir daralmanın tarihi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu nedenle resmi tarihin ve güncel sistemik siyasetin tarihdışı niteliği hatırda tutulmadan bir özgürlük mücadelesi inşa etmek zordur.
Belki de bu nedenle siyaset bilimi kitaplarından daha çok, roman-şiir-öykü-deneme okumalı ve bağımsız filmler izlemeli ve gündelik yaşam içinde birbirimizle teması sürekli bir biçimde yeniden örgütlemeliyiz. Çünkü toplu mezarlara gömülen tüm öyküleri ancak oralarda bulabiliriz. Tarihsel hafıza, tarihin içinde kalmakla mümkündür çünkü. Tarih toplu mezarların hikayesidir, açığa çıkarılmayı bekler ve açığa çıkaran da hesap sormadan yola devam edemeyendir.
Banu Bülbül’ün “Jaguarın Gözleri” romanını belki de bu nedenle bir romanın ötesinde düşünmek istedim. Benim için toplumsal mücadelede biçimin tartışıldığı bir tarihsel tanıklıktı daha çok.
Politik özneye dair bütünlükçü-temsilci söylemleri kendi kurgusuyla eleştiren, fazladan söz söyleme gereği duymayan, örgüt-iktidar denklemini tartışmaya açan ve aleniyet ilkesinin bir örgütlenme pratiği olarak işlevsel ve kapsayıcı yönünü düşünmeye davet eden romanda, dayanışma formları ve bilgiye ulaşma yolları açısından sokakta ve sokakla örgütlenmenin önemine yapılan vurgu belirgindi.
Mevcut örgütsel yapıların iktidarları çöküyor, zira temsiline soyundukları çoklukla başedebilecek bilgiye ve sezgiye sahip değiller. Yasakçı, susturucu mantık bu nedenle şiddetin farklı biçimlerini örgütlemenin ötesinde bir işleve sahip değil. Dolayısıyla, kitabın politik mücadelede biçim arayışına ilişkin boyutu, eski örgüt modellerinin hiyerarşik yapısı ile merkezde durma-iktidar olma arayışlarından kaynaklanan bürokratik ve katılaşmış dışlayıcılığın, neden artık kabul görmediğini de ortaya koyar nitelikte.
Son dönem roman ve öykülerde eş zamanlı olarak ortaya çıkanın da örgütlenme ve mücadelede özne sorunsalı etrafında şekillendiğini görmek mümkün. Gezi bu anlamda önemli bir deneyim ve Gezi belleği, hem kuşak sorununu hem de mücadelede yeni form arayışlarının ifade kanallarını gündeme taşıması açısından önemli, tarihsel bir ders olarak duruyor karşımızda.
Temsil artık temsil etmediğinin idrakinde; kadını, yoksulu, dışlanmışı görmeyen gözlerin egemen olduğu mücadele alanı bu nedenle çoklu mücadele süreçleri gerektiriyor.
Mücadele, aşk ve arkadaşlık için temas gerekiyor. Romanın karakterlerinden Zeynep’in işaret ettiği durum aslında “çaresizliği örgütleyen” kabulleri ortaya koyması açısından önemli:
“Dokunmak bir büyüyü bozuyor diye öğrenmiş bu toprakların insanları. Yakınlık kirletir, bozar sanmışlar. Uzaktan sevmelerin insanı olmuşlar... (D)okunmanın, temasın değersizleştirildiği topraklar bunlar.”
Zeynep’in bu tespitinin izini sürmek gerek; orta sınıflaştırmanın, siyasetten arındırılmış kamusal alanın ve politik alandan dışlanmışların sus payı olarak borçlandırma rejimi, hijyen yaşam tarzlarının pazarlanarak palazlandığı getto kentlerde, hijyene nasıl teslim olduğumuzu düşünmemizi sağlar en azından.
Temassızlık gettoyu besler; hem muhafazakarlığın bakışsızlığı ve gözgöze gelme korkusunu normalleştirir hem de entelektüel mesafe adına kirlenmeme endişesini sırça kümesin hammaddesi yapar. Yoksulluğun gettolarında ne yaşandığı anlaşılmadan kalırken, toplumsalın ufuk yitimi, tahakkümün mutlaklaştırılmasına giden yolları döşer.
Jaguarın Gözleri, aşkın, arkadaşlığın, komşuluğun ve aslında uzamın politikliği üzerine, söylemsel siyasetin dışına çıkan ve politik olanın kalbine dalan bir bakış öneriyor. Demirören, Ağaoğlu, Çalık gibi türedi isimlerin ve belediyelerin, vurguncu rantın taşeronlaşmış kalelerine dönüşmelerinin, aşina olduğumuz tarihsiz tarihini, Cumartesi Anneleri’nin simgelediği siyasi kayıpların hikayesine bağlayan bir bütünlüklü bakışa davet ediyor bizi.
Kapitalizm-sınıf ve sermaye birikim sürecinin ortak tarihine gözlerini kapatan ya da bakışını kaçıranların ummanında, Jaguarın bakışını ödünç alanların mücadelesini aktarıyor. Hak aramanın kriminalize edildiği koşullarda, şirket-devlet-çete üçgeni, imtiyazlı iktidar alanlarını korumak için ömrümüzü polisiye hikâyeye çevirmişken, bu hikâyeyi açığa çıkaran bir romana polisiye demek ne kadar yerinde olabilir?
Jaguarın Gözleri, Özgür’ün müdahilliğinin açtığı yolu Umut’un doğumuna taşırken, aynı zamanda eşitler arası bir yaşamı örgütlemenin yöntemlerini sorguluyor. Eylemsel düzlemde bütünleştirici bir öneri sunan ancak müdahil öznelerin hiçbirini bütünlüğe kurban etmeyen, temsil ve iktidar kavramlarının olgucu dayatmalarına direnen bir politik alan açmanın imkanları üzerine düşünmek, biraz da kendinden sıyrılmakla ilgili değil mi?
Hasım gördüğünü anında cesede çeviren bir örgütlü suç mekanizması olarak sermaye birikim mekanizmalarının geride bıraktığı toplu mezarları, cesetlerimiz üzerinde yükselen beton kentler üzerinden okumak, salt kimlik olarak görünenin ötesine geçmeye imkân tanıyor.
Siyasalı ekonominin hizmetine sokanlar için toplumsal olan ne varsa, atılması, bastırılması, sindirilmesi gereken bir posadan ibarettir ve aynı zamanda politik olanın ve politik alanın imhası, iktidar için de hukuk ve siyaset dışı bir çete örgütlenmesini kalıcılaştırmaya yarar. Geniş toplumsal kesimleri dışlayan sermaye-iktidar için toplumun yokluğunda açılan alan, genişleme değil ama bizzat kendisi için daralma alanıdır ve suç işlemeksizin varolamayacağı bir yeraltı örgütlenmesidir artık iktidar. Yani alanı kendisi için temizlerken aynı zamanda meşruiyetini ve zeminini kaybetmeye yazgılıdır.
Aleniyet bu nedenle önemli bir mücadele biçimidir ve iktidar sermayenin anonimleştirerek yok ettiği toplumsal sınıfsal dokunun bumerang olarak kendine dönmesi de aleniyet ve anonimlikle sağlanabilir. Kolektiviteye dayalı ve standardizasyon ve pasifizasyonun dışında ve reddinde örgütlenen bir anonimlik, yatay örgütlenmenin de dinamik formunu oluşturabilir. Hukuksuzlukla kuşatılmış aleniyet kısa vadede sonucu garantilemese de, iktidarı dehşete düşürmenin en etkili formu olabilir.
Kentsel dönüşüm politikaları, direnişin çoklu ve acil biçimlerini zorlayan bir dayatmacı dinamiğe sahip. Şirket-devlet-çete üçgeninde gerçekleşen bu politikaların kuralsızlığı, demokrasiyi ve katılımı kurtulunması gereken bir yüke çevirmekte de oldukça mahir.
Sarıyer’deki toplu mezar bu açıdan romanın merkezi metaforu olarak okunabilir. Kentsel dönüşüm aslında, doğanın, yaşam alanlarının, kültürün, tarihin ve yaşam kaynaklarının yok edildiği bir yıkım süreciyken, bu sürece karşı çıkanların faili meçhule kurban gitmesi kural haline geldi.
Güneydoğu’da izlenen saldırgan ve yıkıcı politikaların da temelinde, Kürt coğrafyasının ilksel birikim süreçlerinde mülksüzleştirilmesi ve devletin şimdiye kadar giremediği yerleri, şirketler lehine gaspı olarak görmek de mümkün. Sarıyer aynı zamanda sokaklarına beton dökülerek suç izleri silinen Sur’dur, bodrumlarında devletin ölümcül izini taşıyan Cizre’dir, Suruç’tur...
Jaguarın Gözleri politik özneye ilişkin sorunsalı merkeze koyması ile önemli bir iş yapıyor. Kimlik politikalarının ayrıştırıcı dinamiğine karşı kentsel dönüşümün yıktığı tüm özneleri bir arada düşünebilen ve henüz oluşum halindeki sınıfın farklılıklardan ziyade ortaklıklarla belirginleşen kapsamına kapı aralayan bir yaklaşıma sahip. Tek eleştirim “Hepberaber” derneğinin forumlarında kullanılan dilin didaktik doğrudanlığı. Ama politik alanda didaktizm işlevseldir de aynı zamanda.
“Cinayeti gördüm” diyebilmenin koşulu tek başına fedalıktan değil, suçun bilgisini ve delillerini alenileştirmekten ve farklı mücadele düzeylerini örgütlemekten geçer. Jaguarın Gözleri’nde gördüğüm bakış yalın, net ve basit. Herkes için eşit göz seviyesi sunan romanı okumanızı öneririm.
Bir de kadın dayanışmasının cesarete dayalı kendiliğindenliğini görmek her zaman iyi gelir. (OY/YY)
* Jaguarın Gözleri, Banu Bülbül, Notabene Yayınları, 2017, 248 sayfa