1976 yazı olmalı. tıp fakültesinin ikinci sınıfını geçmişiz. o zamanın herkesçe kabul edilen bir kuralına göre artık "hekim" olmuşuz. "çünkü tıbbın temelini bilirsen, hekimliği kolay öğrenirsin! zaten hekimlik okuyarak değil, yapılarak öğrenilir."
"hekim olma" düşüncesini çok içselleştirmemiş birisi olarak o günkü duygularımı çok da anımsamıyorum. benim için hekimlik "insanla bir arada olma" olanağını sağlayan bir uğraştı. "mekanik" bir dalda yine aynı nedenle bir şeyler yapmayı amaçlamıştım daha öncesinde. babamın "makinist" olmasının, çocukluk oyuncaklarımın alet edevat olmasının payı olmalıydı bunda.
ama sonuçta makineler insan içindi ve ben de çok düzgün planlanmış başka bir "makine"yle, "insan bedeni"yle uğraşacaktım. uygulama ve sonucunda da pek fark yoktu.
sanırım o zamanlar kafamdakiler bunlar olmalıydı.
dolayısıyla o yolda önemli bir "dönemeç"i geçmiş birisi olarak sınıf arkadaşlarımla birlikte o zaman en azından bizim aramızda "moda" olan gemiyle akdeniz gezisi yapmaya karar verdim. ama bir türlü gerekli parayı denkleştirip erken zamanda bilet alamadığım için o yıl gidemedim o tura.
kısmet ertesi senenin yaz tatilineymiş. bu gecikme, bana "bir tarihe tanıklık etme" fırsatı yarattı.
çünkü bindiğim "ankara gemi"sinin türkiye sınırları içindeki son seferi bu geziydi.
bundan sonra bir sefer de avrupa'ya yaptı ve sonra da tümüyle karaya çekildi, 1977 ekiminde.
fatih, turgay, atilla, iskender, ben beş arkadaştık, sonra vapurda başka arkadaşlar da edindik, çoğaldık. paramız ancak birer güverte bileti almaya yetmişti.
bir öğlen vakti, karaköy'den demir alan ankara gemisi yeni ve ilk kez göreceğim diyarlara doğru "motor" dedi ve 10 günlük bir yolculuğa başladık.
ilk durak ise "izmir"di; istanbul'dan kalkışımızın ertesi günü sabah yedi sularında izmir'de alsancak limanına vardık.
ankara gemisi
bu geminin ilginç bir hikayesi var, burada uzun uzun yazmayacağım. ancak o sırada ve sonrasında bana önemli gelen şu iki noktayı ifade etmeliyim:
bunlardan ilki, geminin bir zamanlar bir "hastane gemisi" olarak kullanılması. 1927 yılında denize indirilen bu gemi sadece "yolcu taşımak" üzere yapılmış, içinde bir yük ambarı bulunmuyor. ikinci dünya savaşı sırasında amerikan ordusu alıyor ve "hastane gemisi" haline getirip kullanıyor.
İkincisi ise, bu geminin ünlü pearl harbour baskınından hiçbir yara almadan çıkmış olması.
gemi üzerinde taşıdığı "haç" işaretleri nedeniyle japonların ünlü pearl harbour bombardımanından kurtulan tek gemi olarak tarihe geçmiş.
ilginç üçüncü bir nokta daha var, onu merak edenler ali bozoğlu'nun şu yazısından ankara gemisinin 50 yıllık ömrünün tüm hikâyesini öğrenebilirler.
diyeceğim o ki, görmediğim yerlere gidiyor olmanın ötesinde eski bir hastane gemisinde yolculuk etmek, üçüncü sınıfını tamamlamış bir doktor adayı için önemli olaylardan birisiydi.
bu gemide yolculuk sırasında beni şaşırtan bir nokta da neredeyse yolcu başına "bir gemi personeli"nin görevlendirilmiş olmasıydı.
bir de toplumdaki sınıflara koşut dört farklı ekonomik gelir düzeyindeki insanları, biniş-iniş sırasında bile birbirleriyle temas ettirmeyen bir gemi olmasıydı. o personelin çoğu 1.-2.-3. mevki ve güverte olarak bu dört ayrı (aslında üçüncü mevki ile güverte bir arada olabiliyordu) grup insana hizmet etti 10 günlük özgün ve özel bir yolculuk sırasında.
"izmir"
izmir'i ilk kez o zaman gördüm. şimdi de izmir'de olmam nedeniyle "ankara vapuru ile yaptığımız geziyi" anımsadım.
izmir'e 1977'den sonra da pek çok kez geldim. dahası 1982'de de yine bir başka gemiyle geldim; ama bu kez "iki kişilik kamara" yolcusuydum ve gemi sıradan bir feribottu. adını bile anımsamıyorum. anımsadığım kadarıyla artık "güverte bileti" satılmıyordu.
henüz "zengin doktor" olmasam da en azından "sınıf atlama" potansiyeli olduğu ifade edilen meslek gruplarından birisine ait bir insan olarak iki kişilik kamarada kalacak bir bilet alabilmiştik. üstelik bu yolculuk da "balayı"nın ilk etabını oluşturuyordu.
izmir saat kulesi önünde, sevgili atalay girgin ve eşiyle buluştuğum sırada aklıma geldi izmir'e "ilk kez" gelişim. bir arkadaşımızın saat kulesi önünde çektiği bir grup fotoğrafımız vardı (şimdi bulup da bu yazıya ekleyemedim) yaşanan değişimi, her baktığımda o fotoğrafın yenilediği belleğim nedeniyle çok net olarak görüyorum.
o ilk gelişimizde yediden 12:30'a kadar olan süre içinde, alsancak'ta gemiden inip yürüyerek, konak meydanı'na gelmiş, izmir saat kulesini, kemeraltı'nı, asansörü ve kadifekale'yi görmüş, izmir'in sokaklarında yürüyerek yine tam kalkmak üzereyken gemimize yetişmiştik.
bunu sağlayan ise izmir'e ilk kez gelen benim yaptığım rehberlikti. bu rehberliği yapmamı, gelmeden önce nereyi nasıl gezeceğimizi, çektiği dialarla bana anlatan ve iyi bir kent planı veren, halamın oğlu mehmet abi (mehmet emin oflezer) bana sağlamıştı.
ilk denemedeki bu başarı, bundan sonra geminin uygulayacağı ve daha önce hiç görmediğim diğer dokuz farklı liman ve çevresindeki gezilecek yerlerde de aynı rehberliği yapmamı sağlamıştı.
buna ben mi yoksa o dönemdeki değişimin bugüne göre daha yavaş olması mı neden olmuştu, bundan emin değilim. ama emin olduğum tek şey, izmir'in sokak adlarının her sokağın girişinde mutlaka yazıyor olması, şehir planında da aynısının kayıtlı olmasıydı.
asansör ve değişimi fark etmek
ilk izmir gezimi, ikinci kez anımsama anım, karataş mahallesi'nde halil rıfat paşa'ya çıkılan "asansör"le yukarı çıktığım andı.
izmir'e sonraki gelişlerimde buraya bir daha gelmemiştim. önceleri bir dönem kapalıydı. sonra da fırsatım olmamıştı. ama şimdi, asansöre gidilen dario moreno sokağı, asansörle çıkıldığında varılan belediye tarafından yaptırılan kafeterya- restoran izmir'e eskiyi anımsatan yerlerden birisi.
yine de o kafeteryaya oturup konak meydanına ve limana doğru baktığımda gördüğüm izmir'in buradan son baktığım "35 yıl öncesi"nin izmir'i olmadığını düşündüm.
aslında izmir'de büyük oranda bir değişim olmadığını düşünürdüm hep, bu yüzden de durumu "acaba ben değişmiş olamaz mıyım" sorusunun yanıtlarını bulmaya çalışarak biraz düşündüm.
bilmem katılacak mısınız ama bu "değişim ve dönüşüm" konusunda her zaman olduğundan daha çok kafa yorulması gerekiyor bana göre. çünkü buna "toplumsal olarak" da gereksinimimiz var!
ilk elden aklıma gelen soru şu:
"yerlerin, mekânların değiştiğine dair duygu ve düşüncelerimiz, onların bu süre içinde geçirdiği gerçek fiziksel değişimlerden daha çok bizim görüş açımız ve bakışımızın değişmesinden kaynaklanıyor olamaz mı?"
bunu sıkça çocukken gördüğümüz yerlerle ilgili hissederiz.
çocukken her yer bize çok büyük, çok kocaman gelir. sonra yıllar sonra yeniden aynı yerlere gidince onları "küçülmüş" gibi hissederiz. sık kullanılan cümlelerden birisi "yahu burası da aslında ne kadar küçükmüş" değerlendirmesidir.
bunun nedeni gözlerimizin yerden yüksekliğidir. küçük gelen yerlerde diz çöküp yeniden baktığınızda, o küçük dediğiniz yerler birdenbire yeniden büyür. bu doğrudan bakış açımızın fiziksel durumuyla ilgilidir. tabii bir de o bakış açımızı etkileyen yıllar içinde edindiğimiz daha başka etmenler var.
"eski daha güzel" mi?
yılları üstüste koyup "yaş" aldıkça sıkça vurguladığımız cümlelerden birisidir; "eskinin daha güzel" olduğu. acaba bu doğru mu?
eski güzel; çünkü önce bizler daha güzeldik, gözlerimiz daha güzel görüyor, gördüğünde daha çok güzellik buluyordu.
eski güzel, çünkü bellek, insanın varlığını sürdürme ve kendisini koruma adına sahip olduğu "kötüyü unutma" işlevini iyi yapıyor. kötülüklerin olduğu anları siliyor ya da belleğin kolay ulaşılamayan çekmecelerine atıyor.
belki de en önemli nedenlerden birisi de artık "ona ulaşma" koşulumuzun olmaması. ulaşılamayan daha değerli, daha önemli ve daha güzel olur her zaman.
bunun nedeni geçen zamanın insan üzerinde etkisi. eskiden "güzel" dediğimiz ve öyle sandıklarımıza bugün baktığımızda sıklıkla güzel bulmuyoruz. evet zaman her şeyi "eskitiyor ve bu eskilik" güzelliklerin üzerine bir görünmez örtü örtüyor, bu doğru ama çoğu zaman nesnel olarak bir değişimi de ortaya koyamıyoruz. biraz "eskimek" her zaman değişim anlamına gelmiyor çünkü.
o zaman başka bir yerde, ona bakan göz ve o gözün bakış açısına bakmak, bir de süreci bu yönden irdelemek gerekiyor.
dünyaya bakışımız, algımız, o değiştiğini zannettiğimizin de içinde olduğu bütüne bakış açımız ve o bütüne dair değerlendirmemiz, o değerlendirmeye temel oluşturan, inançlarımız, düşüncelerimiz, yaşam algımız, bunların hepsi geçen zaman, yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz ve deneyimlerimizle etkileniyor, değişiyor. tabii niyetlerimiz, hayallerimiz, beklentilerimiz de bunda rol oynuyor. neyi görmek isterse göz onu görüyor...
çok açık ki insanda her zaman işler halde olan mutlak bir nesnellik yok; en azından herkes için geçerli bir durum değil bu. eğer bilim insanlarına nesnelliği en azından yalnızca laboratuarlarından içeri girdiklerinde bir görev olarak tanımlıyorsak, insanın böylesi bir nesnellik içinde olamayacağını da öngörmek gerekiyor.
ezberlememek ve ezber bozmak
işte bu yüzden "ezberlememek ve ezber bozmak" her zaman için çok önemli ve değerli.
en azından "değişim" için ve "değişim" adına.
maddi ve manevi dünya ve yaşamdaki değişimin şu anda, dışımızdaki "baskın" etkenler nedeniyle çoğu zaman "yanlış"a doğru olması da, değişime karşı durmanın nedeni olmamalı.
dün akşam diyarbakır büyükşehir belediye başkanı sevgili osman baydemir, olaylara hep farklı ve doğru bir yerden sorular sorarak bakan değerli gazeteci balçiçek ilter'in konuğu olarak bayram, barış ve cezaevlerinde süren açlık grevleri konusunda sohbet ederken bir cümle kurdu; "1920'lerin kuralları, ölçüleri, bugün, 21. yüzyılda geçerli kılınamaz" dedi.
böyle bir bakış açısına sahip olmak, olabilmek çok önemli. değerleri muhafaza etmek başka, o değerlere göre oluşmuş gerçeklikleri korumaya çalışmak başka. çünkü her şey değişiyor; düşüncenin ustalarının dediği, "sol"da olanların sıkça vurguladığı gibi "değişmeyen tek şey değişimin kendisi".
belki de bu tür bir değişime karşı çıkılmasının nedenlerinden birisi de bu süreçteki etkilerimizin hiç ya da çok az noktada olması.
bu yüzden "değerleri koruyalım" derken, bir tür "muhafazakârlığın" içine düşülmesi de bundan.
evet, bakışımızı belirleyen, gözümüzü yönlendiren ve gördüğümüzden çıkardığımız sonucu etkileyen her şeyi sürekli olarak ve yeniden kontrol etmeliyiz.
yalnızca, hemen gözümüzün önünde gerçekleşenleri değil de onun biraz ilerisinde olabilecekleri, hatta olması gerektiğini düşündüklerimizi bir arada görecek şekilde bakmalıyız kendimize, çevremize, yaşamımıza ve dünyaya...
ama bu olumlu ve ileriye doğru bir değişimden, sınıfsız, sömürüsüz, insan haklarını önceleyen, herkesin kendince bir değer olduğu dünyadan ve gelecekten yana olan herkes tarafından yapılmalı.
ilk adımı atmak...
asansörden izmir'e bakınca: söylediğim "gördüğüm 35 yıl önce gördüğüm izmir değil; galiba ben değişmişim" cümlesini bu nedenle kurdum.
gelin önceden baktıklarımıza yeniden bakalım, onlardaki değişimi yeniden değerlendirelim ve gözlerimizi ve bakışlarımızı belirleyen "ezberlerimizi" gözden geçirelim, "hemen hepsini bozalım, reddedelim" de demiyorum; bunun çok kolay olmayacağını biliyorum, ama hiç değilse daha güzel bir gelecek için, onun gerçekleşmesi sürecindeki payımızı çoğaltma adına aklımız ve duygularımızla yeniden irdeleyelim.
beyinlerimizin en azından bir bölümünde nesnelliğin daha temel ve etkin olduğu bir bölüm kuralım; en azından "yaşamsal bulduğumuz" noktalarda, bu laboratuardan bir sonuç alarak davranalım.
belki o zaman farklı tarafların "ayrı kıldığı" farklı bayramları hep birlikte, ortak olarak ve hepimiz için gerçek birer bayram olarak yaşayabiliriz.
nice güzel bayramlara... (MS/YY)