Sunucu kadın maden işçilerini karşısına almış. Çat çat sorular soruyor, çat çat yanıtlar alıyor. Günlerdir bir “kardeşim” muhabbeti almış başını gidiyor. Bakanından, başbakanına, sunucusundan, gazetecisine herkes “işçi kardeşlerine” sesleniyor, sorular soruyor.
Öğrenilmiş algı nasıl bir şeydir ki, mesela sunucu, sözüm ona şık olma derdi olmayan, şiveli yurdum vatandaşına “beyefendi” derse tuhaf karşılayacağız.
İşte çemberin dışına itilenlerin derdi bu ülkede bu ufak detayla başlıyor.
Kapıcınızla karşılaştığınızda “nasılsınız beyefendi?” diyor musunuz mesela? “Kardeşim” diye kime hitap edebilirsiniz örneğin? Banka işlemleriniz için karşısında oturduğunuz bir bankacıya? Bir doktora? Hayır. “Kardeşiniz” bakkalınız olabilir mesela. Simitçi de keza. Keza gözünüzün şıp diye tanıdığı beyaz yakaya mensup olmayan, ekonomik gücü ne öldürür ne yaşatır seviyelerinde oynayan, eğitimi de birkaç yılla sınırla kalan herkes olabilir sizin kardeşiniz.
Hepimizin iyiden iyiye bildiği görülmez kurallar var aramızda. İtirafına hacet olmayan, aksi davranışlarda şaka gibi karşılanacağınız.
Eğitim seviyesi de değildir tek problem olarak addedilen. Yani parasız pulsuz insana “beyefendi” denilir mi hiç?
Örneğin parayla saadet olmasa da parayla “medeniler!” arasına dahil edilebilirsiniz. Örneklerimiz:
“Başarılı beş işadamına fahri doktorluk verildi”, Hürriyet, 14 Temmuz 1984
(Bu işadamları Şarık Tara, Cavit Çıtak, Üzeyir Garih, Nurettin Koçak ve Sezai Türkeş’ti. Unvan İTÜ tarafından verildi)
1986 yılında Feyyaz Berker’de onursal doktora sahibi oldu. (Boğaziçi Üniversitesi’nden fahri doktorluk unvanları, Hürriyet, 30 Nisan 1986.
1990 ve 1991 yıllarında Nejat Eczacıbaşı ve Vehbi Koç ODTÜ’den “onursal felsefe doktoru” unvanını alıyorlardı. (1)
İshak Alaton’la ilgili bir anı varmış. Kendisiyle iş yerinde yapılan söyleşilerde arka plan olarak Marx’ın kitaplarını kullanmayı tercih edermiş. Hatta bir gazeteciye “Şimdi Marx’ın kitabını okurken fotoğrafımı çektiniz. Marx’ı merak etmiş ya da okumuş işadamı çok azdır değil mi? Kalıpların dışına çıkmak insanı kanatlandırır.” (2)
Kalıpların dışına çıkan, on köşe yazarını cebinden çıkaracak işçileri görünce nasıl da şaşırırız oysa. Bir yanımızda bilir: Mümkün değil doktora falan alamazlar ki onlardır Marx’ın gerçek özneleri.
Sınıfsal meselelerin hayata yansıyan sonuçları şüphesiz her coğrafyada farklıdır. Sanırım bizimki en trajikomik olanı. “Karakteri cahil” olan insan için en mühimi varsa yoksa nerde yediğin, ne giydiğindir. Düşünün bu şecerede insanlar bir zamanlar bu ülkenin önde gelen gazetecileriydi. En iyi yemekleri ve şarap kültürünü bilen “yuppy” gençlere övgüler düzen Güneri Cıvaoğlu, alışveriş estetiğinden bahseden, alışveriş merkezlerinin açılmasıyla övünen Ertuğrul Özkök, İstanbul’u köylüler basmış diye veryansın eden Rauf Tamer, ülkedeki düşünce erozyonunda TÜSİAD’ı bir düşünce vahası olarak gören Cengiz Çandar, sanat hamilerine methiyeler düzüp Garanti Bankası afişini sevgiyle izleyen Duygu Asenalar, Sedat Erginler, Can Ataklılar, Meral Tamerler, Mehmet Barlaslar, Doğan Hızlan’lar…
“Çocukluğumdaki Beyoğlu’nu kim bu hale getirdi? Beyoğlu’ndan vazgeçtim bütün İstanbul’u kim bu berbat hale soktu? Beni ve benim gibileri kendi kentimizde yabancılaştıran bu insanlar kim? Nerden gelip bizlere böylesine egemen olabildiler? Yıllardır neden kimse ağzını açıp isyan etmedi? Neden herkes köşesine çekilip kendi kentinde itilip kakılmaya razı oldu? Dağlardan gelip bizleri bağlarımızdan kovan bu ucubeler kim?” (Haldun Taner, Güneş Gazetesi, 14 Aralık 1990)
“Köylülerden nefret ediyorum, çünkü şehirliyim. Şehrin nimetlerini seviyorum. Ben kaç kuşaktır İstanbullu olan bir ailenin içinde büyüdüm. Kendinden haberi olmayanlara, yani Türk olmanın gustosunu, zevkini bilmeyenlere, çıkarmayanlara köylü diyorum; onlardan nefret ediyorum ve onları küçümsüyorum. Onlar salak! Köyden şehre geldiler, iki kitap okuyup benimle yarışmak istiyorlar. Bunu yemem. Ben İstanbullu olmayı seviyorum, olmayanları küçümsüyorum, Paris’te ya da Londra’da yaşayanları seviyorum. Bebek’te kebapçı açmalarına izin vermiyoruz mesela. Medeni insanlarla yaşamak istiyorum.” (Okan Bayülgen, Aktüel, sayı 560, 2002)
“Hayatımızı kullanmak zorunda olduğumuz ya da çok beğendiğimiz için kullandığımız markaların başkalarınca nasıl algılandığını her seferinde değerlendirerek mi düzenlemeliyiz? (…) Hayatımı ve zevklerimi başkalarının yaptıklarına göre değil kendi isteklerime göre düzenliyorum. Range Rover’ım var, gururluyum.” (İsmet Berkan, Radikal, 30 Temmuz 2000)
Cep telefonu kullanımın yasak olduğu bir otobüste iki kişinin konuşmasını izleyen Serdar Turgut şunları yazar:
“Ben ilk sinir dalgam geçtikten sonra bir anda müthiş bir hızla sakinleştim. İkisini gülümseyerek izlemeye başladım. İlk sinirimin nedeni, onları insan olarak kabul etmemden kaynaklanıyordu. Bu son derece yanlış bir değerlendirmeydi. Açıkça görülmekteydi ki, bu ikisi evrim sürecinin henüz başında olan birer orangutandır. (…) Yolculuk biraz daha uzun sürseydi orangutanlar birbirlerinin bitlerini de ayıklayacaklardı mutlaka, ama bu gösteriyi kaçırdık.” (Serdar Turgut, Hürriyet, 3 Kasım 2000)
17 Aralık’la ortaya dökülen tapelerin birinde Recep Tayyip Erdoğan, Urla’daki yazlığı için bidenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sanal ortamda bu diyalog dalga konusu yapılmıştı. Gene Erdoğan, bir iki gün önce, Soma’da ölen insanlar için “ex oldu” derken doğru telaffuz edemedi. Aynı anda bu da fark edildi. Cahil Erdoğandı, oydu, buydu.
İster muhafazakâr kesim deyin ister başka bir şey. İlk defa kendi gibi birini lider koltuğunda gören büyük bir çoğunluk var ki bu zamana kadar öyle ya da böyle kabul edilemeyip, bir şekilde toplumsal görüntüden ekarte edilmek istenen.
Êtıenne Balibar, Şiddet ve Medenilik’te, uç noktada olmayan, aşırı gözükmeyen, anonim ve doğal karşılanan bir şiddet biçiminden bahsediyor. Bunun için “kıyıcılık” sözcüğünü kullanıyor. H. Arendt’ın o çok zikredilen kötülüğün sıradanlığını hatırlatıyor ilk anda. Balibar, her sokağın köşe başında bize saldıranın bu sıradanlık olduğunu söylüyor. Hiçbir bölgenin, hiçbir uygarlığın tekelinde bulunmayan, hiçbirinin bağışık olmadığı, en iyi ortaklaşılan olgu olarak, çevremizi saran dünyayı algılayışımıza sirayet eden de gene bu sıradanlık. Siyaset sınırlarının dışına taşan bu şiddet aynı zamanda siyasetin de en önemli tamamlayıcısı.
Asgari ücretle geçinen birinin, bir TV dizisi oyuncusunun bölüm başı alacağı fiyatı duyduğunda hissettiği şey şiddet midir peki? Saç kurutma makinesini ısınmaları için çocuklarına veren ve sonra da diğer odaya geçip intihar eden Emine Akçay’ın hikâyesini nasıl okumalıyız ya da? Ya da şöyle soralım, Akçay’ın hikâyesi sadece sıradan bir yoksulluk hikâyesi midir?
Balibar, Bertrand Ogilvie’nin bir makalesinden alıntılıyor:
“Modern toplumların şiddetinin önemli bir nicel büyümeyle karşılaşacağına ilişkin yaygın düşüncenin aksine, daha ziyade yeni bir şiddet biçimiyle, çıplak, yapısal ya da bir yapının görünmesini sağlayan özellikte modern bir şiddetle karşı karşıya bulunduğumuz varsayımını incelemek istiyorum (…) ‘Şiddet’ diye adlandırdığımız şey, belki de, Batı’nın Antik Çağ’dan bu yana savaş, despotluk, tiranlık, güç sözcükleri vasıtasıyla sözünü ettiğinden başka bir şeydir.” (3)
Evet, başka biçim şiddet örneklerimiz var artık. Adı başka konulmuş. Daha yumuşak hatlara sahip olduğu için gözümüze batmayan. Hatta bizim de ufak da olsa katkımızın olduğu “yaşattığımız şiddet.”
“Aşağıda mühendisler de var” hatırlatmasını yapan, sedye kirlenmesin diye çizmesini çıkartmayı teklif eden madencilerin ömürleri boyunca yaşadığı şiddet. Toplumsal var oluş karşısında, var oluşunu hissetmeyen, kendisine de karşı yabacı kalmaya mecbur bırakılmış binlerce insan. Doktorun tıbbi terimleri karşısında ezilen büzülen, devlet dairelerinde mesai saatleri içerisinde keyfiyen bekletilen, sokakta “sen” diye hitap edilen insanlar.
Meslekler üzerinden insanlara biçilen değer, bu topraklara yabancı insanların Türkiye’de anlamakta zorlandığı şeylerden biridir. Anlatamazsınız yani. Bir avukatla bir madencinin arasındaki fark nedir? “Gazetecilere de saldırıldı” ne demek mesela. Oradaki “de”nin anlamı nedir? Yani şu mudur: “Onlara” saldırdınız, anladık. Ama niye gazetecilere?
Şiddeti bölüşelim oysaki. Bir kısım için alışılan şiddeti onaylamak ayıp değil mi?
Soma için sms yolu ile Fatiha gönderenlere kızıyoruz belki. Çok şeye kızmakta haklıyız da. Ama sorun bir. Bu geçmişle bu sonuca varmak olağan değil mi?
1- Rıfat N. Bali, Tarz-ı Hayat’tan Lıfe Style’a, Yeni Seçkinler, Yeni Mekanlar, Yeni Yaşamlar, İletişim Yayınları, 2011, s. 37
2- a. g. e. 70
3- Êtıenne Balibar, Şiddet ve Medenilik, İletişim Yayınları, 2014, s. 86