Bahar Y. 25 yaşında, oğlu E. İse 3,5. Bahar kara kuru, ceylan gözlü, içine kapanık bir kadın, E. ise fırça saçlı, kara gözlü, uzun kirpikli bir oğlancık.
9 Mayıs’ta kaldığım koğuşa girdiklerinde annesinin kucağındaydı. Koğuşta kaldığı günler boyunca da ya Bahar’ın kucağında ya da bacağına sımsıkı sarılmış olarak durdu. İlk gün ateşlenip hastalandı E. Ertesi gün revire çıkardığımızda ciğerlerinden kaynaklı olduğunu öğrendik. Sabahtan yazılan ilaçları tüm gün gelmediğinden çocuk bütün gece ateşler içinde yandı, tek yapabildiğimiz diğer koğuşlardan Carpol istemekti. Öyle idare ettik zira burası tam teşekküllü bir hapishane! Harcanan onca paraya ve ayrılan bütçeye rağmen, günlük işler dahi “Türk tipi” görülüyor: En az on defa söyle, hatırlat, sor, kendini parçala; belki olur, belki olmaz…
Bahar, Siirtli bir Kürt kızı ve 2011’de Mersin’de kurulan barış çadırına gitmiş. Tüm arkadaşları orada olduğundan eksik kalmamış. Gidilebilir de elbette, barış çadırına gitmenin ve barış istemenin nesi kötü?
Bahar aynı zamanda Şafi ve koğuşa geldiğinden beri ağzından dua, elinden tespih eksik olmadı, sürekli namaz kıldı. Hatta bundan sonra hep onunla anacağım ve aklıma geldikçe gülümseyeceğim, hiç tutmayan tespih fallarına baktı, belki günde yüz defa! Bir gün Bahar’a “çarpılacaksın,” dedim. “Bir elinde Kuran, bir elinde tespih falı. Orada yazıyor mu bu fal işi?” “Yok abla,” dedi. “Tamam o zaman çarpılacaksın,” diye takılmaya devam ettim.
Bahar 2013’te bir günlüğüne gözaltına alınmış ve tutuklanmış, sonra bırakılmış. Mahkeme ona barış istediği için, pardon “örgüt üyeliğinden” 5 yıl 4 ay ceza vermiş, Yargıtay da onaylamış. Bu karar Bahar’ı şok etmiş. Çünkü âşık olup evlendiği Türk eşi uğruna ailesine tavır almış ve sonrasında eşi başka bir kadına âşık olmuş, Bahar’a da kapıyı göstermiş. Ama Bahar gitmemiş, hem gidecek bir yeri olmadığından hem de oğlu E. olmadan bir yere gitmeyeceğinden. Açıkça itiraf etmese de eşine duyduğu aşk sönümlenmemiş, “belki bir gün bana döner” umudunu koruyor.
Hal böyleyken Bahar eşi tarafından tehditlere, tacizlere ve dayağa maruz kalmaya başlamış. Hatta E.’nin önünde dahi dayak yemişliği olmuş. İki kez intihar girişiminde bulunsa da dayanmış; oğlu için dayanmış, -imkânsız olsa da- “aşk” için dayanmış. Eşi, çocuğu bırakıp gitmesini dayattıkça, o daha çok sarılmış E.’ye. Lakin diğer kadını eve getirmeye başladığında artık ipler kopmuş. Bahar bu duruma, üzerine de yediği dayaklara artık dayanamayarak kapıyı çekip çıkmış ve kadın sığınma evine yerleşmiş E. ile birlikte. Anlattıklarından anladığım; kadın sığınma evleri de bir nevi hapishane. Kurallar, yoksunluklar, uygulamalar vb. hepsi bana kız yurtlarının, kadın sığınma evlerinin ve kadın hapishanelerinin birbirine ne kadar çok benzediğini bir kez daha gösterdi. Foucalt çok haklıydı; kapatılma kurumlarının hepsi nüanslara rağmen hemen hemen aynıydı ve buna okullar da dahildi. Yine de Bahar sığınma evindeki yaşamını özlüyor, çünkü orada “özgürdü”, E.’nin yanındaydı.
Her an her dakika dertlenen, dertlenmediği zamanlarda da her türlü ibadeti yapan Bahar’a görüşmeye çıktığı zaman hapishane psikologları, E.’yi dışarıya vermesi gerektiğini söylediler. Hem 4 yaşından sonra çocuklar hapishanede tutulmuyordu hem de hapishane koşulları gelişme çağındaki bir çocuğun psikolojisi için zararlıydı. Bu gerekçelere diyecek laf yoktu ve aslında onaylıyordum, lakin öte yandan çocuk, Bahar’ın verebileceği tek yer olan babaanneye verildiğinde babanın çocuğu alması ve bir daha Bahar’a göstermeme ihtimali söz konusuydu. Bahar hükümlü olduğundan, eşinin boşanıp çocuğunun velayetini alması da gayet kolaydı.
Tüm bu kaygılar ve tedirginlik Bahar’ı olumsuz etkiledi. Sonunda kaynanasıyla bir kadın infaz koruma memur şahitliğinde protokol imzaladılar. E. her hafta görüşe getirilecek, annesinden koparılmayacaktı. Bu koşullar altında E. babaannesine verildi. Ancak Bahar, E. gittikten sonra çok daha endişeli hale geldi. Her ne kadar ona “Önce E.’yi düşün, burada kalmasındansa özgür bir ortamda babaannesiyle yaşaması daha iyi. Hem protokol var,” desem de benim de içim içimi yiyordu. “Babaannesi seviyor mu E.’yi?” diye sordum. “Evet çok,” dedi. “Tamam o zaman, sorun yok, üzülme, fedakârlık yapacaksın oğlun için.”
Bahar, eşinin ve diğer kadının çocuğu alarak ona göstermemesinden endişe ediyordu. Ona; “Diğer kadın senin mızmız E.’yi istemez, bir gün dayanır iki gün dayanır, sonra babaannesinin yanında kalsın der,” dedim. Başka bir şey gelmemişti aklıma onu teselli etmek için. Bahar dinlese de, onaylasa da kafasında artık sabit bir fikir oluşturmuştu, gittikçe daha çok kaygı ve endişe duyuyordu. E. gittikten sonra günleri, onun sevdiği hiçbir şeyi yemeyerek, ondan kalan eşyalara dokunmayarak ve sürekli ağlayarak geçti. Elimizden bir şey gelmiyordu maalesef. Öyle bir dışarı çıkma isteği vardı ki; beklentileriyle Türkiye hukukunu altüst edebilirdi. Yargıtay da onaylanmış cezası için ağır cezaya itiraz dilekçesi yazmamı istemekten, AYM’nin hemen sonuçlanmayacağını düşünmeye kadar sürekli bir beklenti içindeydi. Onunla oturup AYM’ye dilekçe yazdık. Aslında dilekçe değil de mektup gibiydi. Bozuk psikolojili iki kadının dilinden ve elinden çıkan bir mektup. Nitekim başvuru formu ve harç gibi gereklilikleri bildiğimizden ve mevzuata uygun olmadığından geri geldi. Şimdi daha sakin olacağız ve mevzuata uygun olarak yenisini yazacağız İmam Baho için (Ona taktığım ve seslendiğim lakaptır).
Bu arada babaannesi ve E. açık görüşe geldi. 19 Mayıs’ta. Yalnız bu görüşte sadece birinci derece akrabalar alındığından babaannesi içeri girmedi.
Bahar ve E.’nin görüş sonu ayrılığı ise yürek yakıcıydı. E. Bahar’ı elinden çekiyor, dimdik ileriye bakıp kimseyi muhatap almayarak ortaya, “annem de gelsin,” diyor, inat ediyordu. Bahar ise gözyaşları içindeydi. Ona, “Ağlama, çocuk daha çok üzülecek,” diyebildim sadece. Mümkün mü kederi ertelemek? Öte yandan kelin merhemi olsa başına sürer; ben ağlayınca susabiliyor muyum veya hüznümü kontrol ettiğim görülmüş müydü?
Sonraki hafta babaanne kapalı görüşe gelmedi. Asıl yıkım bu oldu Bahar için. Çocuğunu, E.’sini elinden alacaklarına kanaat getirdi. Yüzlerce kez tespih falı bakmıştı bu konuyla ilgili. Görüş saati boyunca bekledi ama nafile, gelmediler. “Haftaya gelirler,” dedik, dedik de dedik. Ona söylemesem de Ankara’da olmalarına rağmen gelmemeleri manidar diye düşünüyordum içimden. Dört duvar arasına kapatılınca ve “aciz” durumda kalınca dışarıdakilerin küçük ihmalleri ne kadar belirgin ve çarpık görünmekteydi. Onlara gayet makul ve anlaşılır gelen gerekçeler aslında bizim bulunduğumuz yerden duyarsızlık olarak görünmekteydi. Bunu ancak hassas ve acı çekmiş yürekler anlayabilir.
Yaşananlar ve ona yaşatılanlar Bahar için turnusol işlevi gördü. Görüş saati bitip çaresizliğin denizinde boğulmaya başlayınca “Abla AYM’ye hemen yazalım,” dedi.
“Her şey hemen olmuyor Bahar, broşür istedim, kitapçık istedim, form istedim, gelsinler yazalım. AYM reddederse AİHM’e başvurursun. Onu biz yazamayız, prosedürü bilmiyoruz, avukat yapmalı.” Anlamadığını biliyordum ya, yine de olması gerekeni söyledim. Bu özgürlük tutkusu çok güzeldi öte yandan. Dedi ki birden, “Ağabeyim bana hep takılırdı en küçük olduğum için. Sen bize hiç benzemiyorsun, seni cami avlusunda bulduk aslında,” derdi. “Ben de kızıp üzülür, ağlardım. Yoksa gerçek mi gerçekten mi beni cami avlusunda mı buldular? Baksana hiç gelmiyorlar.” “Olur mu öyle şey Bahar, şaka yapıyormuş sana,” diye yanıtladım. Benim için önemli olan Bahar’ı teselli etmekti ancak tüm kelimeler, onun E.’ye olan özlemi ve acısı karşısında yetersizdi. Bahar için AYM’ye başvuracağız ve Bahar her perşembe “cennete açılan kapı”yı bekleyecek.
Not: Bu yazı yazıldıktan sonra Bahar’ın ailesi onu ”affetti” ve barıştılar. Artık ziyarete geliyor, ona sahip çıkıyorlar. Yani, gerçekten de Bahar’ı “cami avlusunda” bulmamışlar. (AG/HK)
Yarın: Çiğdem’in Su’yu
Sincan'dan Kadın Portreleri yazı dizisi