“Bizim küçük dünyamızı ardında bırakmak ve yeni kadınınla büyük bir dünyaya girmek istiyorsun. Senin gözünde biz kendi gençliğini nasıl da yaktığının kanıtıyız.”
2018’in Aralık ayında Yüz Kitap’tan çıkan Bağlar, yayınevinin yayınladığı ilk roman olmakla birlikte gelecektekiler için de heyecan uyandırıyor. Yazarı Domenico Starnone olan kitap Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle yayınlandı.
12 yıllık eşi Aldo’nun başka bir kadın için onu terk etmesiyle iki çocuğuyla tek başına kalan Vanda’nın mektuplarıyla başlayan roman, konuyu terk eden adam ve çocukların gözünden de anlatıyor.
Evlilik dışı ilişkinin dinamikleri, erkeği başka bir kadına çeken etmenler, kadının bu durumla baş etme yöntemleri, bazen yalnızca araç olan çocukların ailedeki konumları ve rollerin getirdiği ağırlık kitapta hakkıyla işlenmiş. Ailedeki çözülmeyi engelleyen bağlar burada öyle kuvvetli ki, bu kuvvet ilişkinin önceliği haline geliyor. Hem ailede hem karakterlerdeki çözülmeye izin verilmedikçe sıkışma, daralma ve başkalaşma yaşanıyor. Olanlar akla şu soruları getiriyor; bağlılık tam olarak hangi evrede zarar vermeye başlıyor? İnsan için ailevi bağlar kurmak mutluluğun anahtarı gibi sunulurken aslında bu imkansız mı? Bağ(ım)sızlık tehlikeli mi yasak mı? Yahut bağların devamı için illa düğümler mi atılmalı?
Geniş çerçeveden baktığımızda kitapta aile sisteminin, gerektiğinde hiçbir manipülasyondan kaçınmadan, kendisinden ayrılma girişiminde bulunanı geri döndürme gücünde olduğunu görüyoruz. Bu sistem anne baba ve çocuklardan oluşsa da şüphesiz çarkı döndüren daha ziyade ebeveynler oluyor. Çiftin ayrılışıyla çocuklar; varlıkları sorumluluk ve iş bölümüne indirgenmiş nesneler oluyor. Eh tabii romanda da söylendiği gibi; “Eninde sonunda insan çocuklarına zarar veriyor, dolayısıyla anne babalar çocuklarının kendilerine daha çok zarar verebileceklerini bilmeli.”
Ayrılık aşamasındaki ilişkilerde de böyle değil mi? Krizlerle kuşatılmış bir ilişkiden veya ayrılıktan sıfır hasarla çıkmak ne yetişkinler ne de çocuklar için gerçekçi değil. İlişki krizlerini yönetme biçimimiz nasıl bizlerin güven ve bağlanma tarzlarımızla alakalıysa, yönetemediğimiz krizler de çocuklarımızın hayatta kalma tarzlarını belirleyebiliyor. Yaşanmayan yalnızca sürdürülen bir ilişki içinde büyüyen çocuk belki de en iyi sürüklemeyi ya da bırakamamayı öğreniyor.
Kitabı aileden ayrışmak isteyip de ayrışamayan, bir süre evi terk edip ardından geri dönen baba açısından değerlendirdiğimizde, akla Adam Phillips’in sadakat ve ihanet üzerine aforizmalardan oluşan kitabı Tekeşlilik’teki şu cümleler geliyor:
“(…) Karşılaştığımız herkes, biz beğenelim beğenmeyelim, bizi icat eder… Tekeşlilik kendimizin versiyonlarının sayısını minimumda tutmanın yollarından biridir. Ve tabii kendimizi bazı versiyonların diğerinden daha hakiki olduğuna, bazılarının gerçekten özel olduğuna inandırmanın yolu.”
Aldatan eş, terk eden baba olmak pek de kabul görecek ‘versiyonlar’ değil. Üstelik bu ayrılışı bir kaçışa çevirmek, diğerlerini görmezden gelerek, yokmuşlarcasına yaşamaya çalışmak çocukça bir kurtuluş planını andırıyor. Tıpkı eve dönüşün, sahip olunan aileye dönüşten ziyade annenin boyunduruğuna yani itaate dönüşü andırması gibi. Özlem ya da eksiklik hissinden ziyade utanç duygusuyla harekete geçen bu dönüşü sağlayan da işte bu kudretli bağlar. Ve bahsi geçen bağlar sanıyorum diğerinin içsel dünyasıyla, kendisiyle değil temsil ettiği şeyle kuruluyor. Kalpten kalbe bir yol değil utançtan intikama bir kalkan, hırstan güvensizliğe bir silah oluyor.
İlişki korkular tarafından yönetiliyorsa; içinde kendimizi sabit tutmanın, versiyonlarımızı en aza indirmenin bir yöntemi olarak tekeşlilik pek de başarıyla işlemiyor. Versiyonlarımızın çokluğu karakteristik zenginlikler olmak yerine korkulan karanlık öğeler oluyor. Artık aşk ya da sevgi, ilgi ve merakın olmadığı bir ilişkide dikenli tel örgüyü hatırlatan bağlar dışında pek de bir şey kalmıyor. Çok eşliliğin de bundan altta kalır yanı yok tabii. Bazılarımız kendi versiyonlarını öyle hunharca çoğaltıyor ki kendi yarattığı kalabalıkta kayboluyor. Ya da zaten bulunmaktan çekindiği, bilinmek çok zor ve ağrılı geldiği için tutunmamayı tercih ediyor.
Diğer taraftan ideal ilişki beklentisine de değinmeli.
Bir ideale hapsolmamız, yaşanan deneyimi orasından burasından mıncıklayarak aklımızdakine dönüştürmeye çalışmamız manasına gelir. Bir ilişkiye zoraki bir biçim vermeye çabalamaksa, o ilişkinin gerçekliğini yadsımaktır. Tıpkı kumsalları toprakla, gereksiz atıklarla ve hatta enkazla doldurulan denizin depremlerle kendine ait alanı geri alması gibi ilişki de kendi gerçekliğini er ya da geç ortaya çıkarır.
Hem manzarası ne kadar güzel olursa olsun bir enkazın üzerine çocuk parkı inşa edemezsiniz. Çünkü çocuklar gördükleri ilk yıkıntı emaresinden kendiliklerindeki boşluklara ekleme yapma konusunda da, o yıkıntıları alıp salonun ortasına taşıma konusunda da oldukça başarılıdırlar. Ve üstelik taşıyamazlarsa bile en baştan yeni enkazlar yaratırlar. Tıpkı sizden öğrendikleri gibi... (BK/EKN)
* Fotoğraf: LibreShot