Resmi tarih meselesi son dönem Türkiye sinemasında sıkça deşeleniyor. Resmi tarih anlatılarının dışına atılan "ötekiler" sinema aracılığıyla ifade ve anlatı haklarını geri istiyorlar. Yeşim Ustaoğlu, Özcan Alper, Hüseyin Karabey, Kazım Öz, Sedat Yılmaz, Mijgin Müjde Arslan ve Tayfur Aydın gibi yeni kuşak sinemacılar tek taraflı temsil dayatmasını kırıp, Foucault'nun "karşı-tarih" dediği şeyi içeren filmler yapıyorlar. İki Dil Bir Bavul'da Mardin'in bir köyünde yaşananları Kürtlere söz hakkı vererek anlatan Orhan Eskisoy ve Zeynel Doğan da şimdi de Babamın Sesi ile tarihi kurcalıyorlar.
Geçmiş, hafıza ve kimlik arasındaki bağlantılara odaklanan film ismini, Mehmet'in (Zeynel Doğan) babasının hikayesini yeniden kurmak için dinlediği ses kayıtlarından alıyor. Kürtçe ile Türkçe arasında gidip gelen bu gayriresmi tarih belgesi, onu geçmişin peşinde bir yolculuğa çıkarıyor. Mehmet'in Kahramanmaraş'ta, Elbistan'da yaşayan annesi Basê'yi, yaşadığı Diyarbakır'a, yanına almak ve ses kayıtlarının devamını bulmak üzere gittiği eski eve bir boşluk ve bekleme hali hakim. Ve evin her yerini geçmişin hayaletleri dolduruyor. Basê şimdiki zamandan çok bu hayaletlerle meşgul bir Kürt Alevi'dir. Bu "hayalet ev" durumu insanın aklına Türkiye'deki yeni sinemanın "hayalet ev"leri ve bu evler üzerinden aidiyet ve bellek meselesini anlattığını söyleyen Asuman Suner'i getiriyor. Bu hayalet ev sendromunun bu filme de hakim olması rastlantı değil. Terk edilmiş, unutulmaya bırakılmış bir alanda arkeolojik bir kazı yapma çabası, filmin temel iskeletini oluşturuyor. Eğer bu bir bilimkurgu olsaydı, Mehmet elindeki tuhaf cihazla geçmişin hayaletlerini arardı ve o hayaletlerin varlığını gösteren kırmızı ya da yeşil ışık film boyunca yanardı.
Filmin bütün görüntülere tek tek hakkını veren ve bir anlamda "tefekkür" sinemasına yaklaşan ritmi içinde açığa çıkan detaylar bizi Maraş Katliamı'na götürüyor. Filmdeki arkeolojik kazıyla bulunup çıkarılan travma anı bu: Basê ve ailesi 1978 Maraş Katliamı'nı yaşamışlardır. Alevilere karşı Sünni Türklerin giriştiği bu kıyımda Alevi ve üzerine de Kürt olmak iki kere lanetli ilan edilmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla insanın insana yapabileceği kötülüğü fazlasıyla yaşamış bir aileden bahsediyoruz.
Filmin hafızaya verdiği önemin aksine, bu travmatik geçmişi yaşamış olan Basê geçmişi çok da anlatmak istemeyen, ketum bir figür. Burası çok gerçekçi bir nokta.
Bu bir propaganda filmi değil. Fikirlerden yola çıkıp, insan halleri yaratmıyor. İnsan hallerinin içinden o fikirlere ulaşıyor. Oğlu Mehmet'in ısrarlı hali karşısında, adım adım çözülen Basê'den o kasetlerin ve oğlu Hasan'ın hikayesini dinliyoruz. Hasan, filmde hafıza yolculuğuna çıkan Mehmet'in ağabeyi. Bütün "makul" olma çağrılarına karşın, yaşadığı travmaların öfkesiyle "gerillaya" karışmıştır. Kasetlerde Hasan'ın babası (ki o da kendi yerinde barınamayıp, uzak bir yerde "çalışmaya" gitmek zorunda kalmıştır) Basê'ye oğullarının "hatırladıklarının öfkesi"ne kapılmaması için uğraşmasını söylüyor. Ama Hasan olağan hayata devam edemeyecek kadar geçmişten yaralanmış bir çocuk. Okulda da "Kürt ve Alevi" olduğu için yaşadığı feci baskılar, onu bir intikam öfkesine sürüklemiştir. İlk önce "sakıncalı" kitaplar okumuş, sonra da "dağa" çıkmıştır. Şimdi Basê (kimlik üstündeki adı, Bulutları Beklerken'deki Eleni'nin "Ayşe" olması gibi, "Asiye"ye dönüştürülmüştür) onun geri dönmesini beklemektedir. Ve bu boş evin bir köşesinde bir bavul vardır, bir hafıza bavulu. İçinde Maraş Katliamı'na dair küpürler saklanmaktadır.
Oğlu Mehmet'in bu küpürleri görmesini istemez. Mehmet'in "öyleyse niye saklıyorsun" yönündeki sorusu karşısında yaşadığı bocalama Basê'nin ikili durumunu özetliyor. O travmatik geçmişi yok mu saymalı, hatırlamalı mı, hatırlarsa insan o geçmişin öfkesiyle ne yapar? Muhtemelen bir gün sokak lambasını kırıp, sokağı karanlığa boğarak, intikamını almaya giden Hasan'ın yaptığını yapar.
Filmde bunun gibi "semboller" çok kuvvetli kullanılıyor. Malumun ilanı olabilir ama, Hasan'ın sokak lambasına fırlattığı taş, aslında hiçbir şeyi aydınlatmayan bu yapay ışığa verilen bir tepki. Yapay ışıktansa kendi karanlığını tercih etmiş ve intikamını almaya gitmiştir. Foucault da karşı tarih konusunda buna benzer bir şey söylüyor. Karşı tarih anlatılarının "tarih" ışığını yadsıyıp, karanlıkta bırakılan noktalara baktığını söylüyor. Bu bazı kısımları karanlıkta bırakma stratejisi, ikditarın temel hegemonya aygıtlarından biridir. Hakikati temsil ve kimlik politikaları buna dayanır.
Babamın Sesi'nin temel derdi geçmiş ve kimlik meselesi olduğu için, Hamid Naficy'nin bu iki meseleyle yakından bağlantılı olan "aksanlı sinema" kavramından da bahsetmek lazım. Naficy'nin aslında "diospora"daki, "sürgün" ya da "göçmen" yönetmenlerin filmlerini tanımlamak için kullandığı bu kavram, hakim kültür içinde yok sayılanları anlatan filmlere de uyarlanabilir. Resmi film diline kendi "aksanını" sokan aksanlı filmlere bir "yerinden yurdundan edilmişlik" hissi hakimdir, genellikle iki dillidirler (yadsınan dil ve hakim dil), kimliği ifade eden nesneleri, fotoğrafları, hikayeleri, şarkıları ve masalları kullanarak kimlik ve geçmişe sahip çıkmaya çalışırlar.
Orhan Eskisoy ve Zeynel Doğan da filmde çeşitli hafıza aygıtlarını - fotoğraflar, ses kayıtları, Basê'nin anlattığı hikayeler vs.- ve Kürtçeyi bol bol kullanarak tam da bunu yapıyorlar. Ve bunu neo-realist bir estetiğe yaslanarak, gerçeğin gücüyle kameranın gücünü birleştirerek yapıyorlar. Önemli olan bir şey daha var: bu travmatik anlatı "mağduriyetçi" bir tona sahip değil. Basê'nin yüzündeki sert, mağrur ve hafiften alaycı ifade de bunun göstergesi.
Orhan Eskisoy ve Zeynel Doğan, Özgür Doğan'la birlikte kurdukları Perişan film yapım şirketinin misyonunu şöyle açıklıyorlar: "Diğer insanları ve hayatları anlamaya yardımcı olmak için, küçük hikayelerden yola çıkarak evrensel konuları ele alan filmler yapıyoruz." Daha önce İki Dil Bir Bavul'un yanı sıra Hayaller Bir Kırık Ayna, Anneler ve Çocuklar, Birlikte ve Sancı adlı belgesellerle yakın tarihin pek dile getirilmeyen "küçük hikayelerini" anlatmış olan bu ekip, müdahil, politik sinemayla sağlam bir film estetiğinin birleştiği noktayı iyi yakalayan filmler yapacaklar gibi görünüyor. Ulus Baker, Godard'la alakalı bir yazısında Türkiye'de "politik sinema" yapılamadığından, bir politik sinema estetiği yaratılamadığından yakınıyordu. Babamın Sesi'ni izleseydi eminim severdi zira estetiğin ve politik derdin kaynaşıp içiçe geçtiği bir film bu, "aksanı" da cabası. (AE/HK)