Babalar Günü'nde bir anlamda korktuğum için yazıyorum. Bu korkunun kaynağı, yazmazsam bianet içinde tepki geleceğinden değil...Yazmazsam bir dahaki Babalar Günleri'nde daha hüzünlü şeyler yazmak durumunda kalabilirim mi? Endişem bu galiba...
Büyük bir iştahla yazmıyorum o nedenle. Evet, sanki babalık daha zor benim için. Hal böyle de olsa, bu işin ilacı, kafanızı karıştırmak pahasına, yazmak da olabilir diye düşündüm.
Fransa'da zorlu şartlarda çalışan babam, sohbetler sırasında sıkıştığını hissettiğinde, "çocuğunuz olduğunda anlarsınız" derdi. Bir çoğu gibi benim için de boğucu ve sıkıcı muhabbetti.
Zorlaşıyor mu yoksa babalık hali...?
Fakat aynı "bayat muhabbet" şu sıralar şaşırtıcı şekilde aklımı çelen bir ses haline geldi. Biraz "problem" düşünmeye başlasam, bu çağrışım aklıma bir an girip çıkıyor. Sıkılsam ve hatta sinirlensem de...Sıkışmışlık hissi olsa gerek..
Peki, acaba zorlu günlere mi kaldık gerçekten? Bilmiyorum. Ekin'in dünyaya gelmesi, belki çocuk sahibi olan veya bir çocuğa o sevgiyi verebilen tüm insanlar gibi, tartışmasız olarak hayatımda yaşadığım en güzel his... Sorun belki de babalığı, ayrışmış mekanlar ve sağa sola dağılmış duygular içerisinde yaşamak durumunda kalmak...
İstanbul'da gürültülü, keşmekeş bir alanda yaşıyor olmak da sandığımızdan fazla "tuz biber"dir. Belki de, şehir yorgunluğunu yenememiş olmak, dolayısıyla babalık heyecanını doyasıya yaşayamıyor olmaktır etkili olan...Doğru, yaşamı yeterince üretemiyoruz galiba..!
Evet yazıya hoş bir girizgah olmadı ama Babalar Günü'ne bu halde gireceğime de inanmıyorsunuzdur, umarım!
Tıraş olunca benzerliğimiz daha bir ortaya çıktı
Geçen gün, belki beş yıldır ilk kez kuaförde jiletli bir tıraş oldum. Bu kadar süre sonra tıraş olmanın bir tazeliği ve güzelliği olmaz mı? Yüzüm "daha bir açıldı"ğında Ekin'imin bana ne kadar benzediğini uzun aradan sonra bir kez daha gördüm. Umumi kanaat annesine benzediği yönünde olsa dahi,...İnsanın, küçük kopyasını görmesi hoş...
Ekin beş yaşını aştı. Canlı, gönlü hoş tutulduğunda gönül alan, kısıtlanmayı sevmeyen, sevdiği etkinliklere dahil edildiğinde geçimi kolay, muhabbetten hoşlanan bir çocuk...
Dünyada ve cennete güvence peşinde..!
Son zamanlarda, babasının gittiği Norveç'in cennete yakın olup olmadığını sorup duruyor. Dedesinin sigaradan ölüp ölmediğini merak ediyor, etkenin o olduğunu öğrenince de babasının nasıl olsa sigara içmediğini, ömrünün de bu nedenle uzun olacağını doğrulatmak istiyor: "Sen içmiyosun?", "Sen ölmicen?"...
En sevdiği hareketlerden biri de, ahşap zemin üstünde top oynadığında "pozisyonu tamamlamak" oluyor. Bir uçtan kendisini hızla yere atıp salon ucunda kurulu futbol kalesinin önünde "topu filelere göndermek"... Ba-yı-lı-yor!
Servet Çetin'e geçmiş olsuna gidecektik!
Hatta, bir gün, mağdur bir sesle, ayağından yaralanan Galatasaraylı Servet Çetin'e geçmiş olsun ziyaretinde bulunmaya ikna etmeye çalıştı. "Evine gidelim mi? Bir daha dikkat et, çabuk ileşisin diyelim mi?" N olur!?"...
Neyse evine gitmenin iyi bir fikir olmadığını anlatmak yerine, futbolcunun ancak iyi dinlenirse iyileşebileceğinden, onu rahatsız etmememiz gerektiğinden söz ettim, çaresizce...
Babalık öyle bir şey ki...
Babalık çok güzel bir şey...Bir sinema filminde baba-oğul ilişkisini anlatan klasik bir hikayeden farksız: Zinde bir sabah beraberliği, okul-iş ayrılığı, akşamüzeri özlemi, dalgın buluşma derken akşam üzere heyecanlı etkinlikler başlar.. Hatta yorgunlukla bazen sürtüşmeye de varabilir. Uyma vakti gelince, yatağa uğurlandıktan sonraysa, tadına doyum olmaz! Salonda bıraktığı boşluk gözüne batar hemen...
Dedim ya, babalık öyle bir şey ki, yokuşu bayırı vardır ama hep o his baskın çıkar, "onsuz olamamak"...Bu yazıdan farksız yani...Kötü mötü başlarsın ama sonunda güzellikler görünür hep!
Babacığım, rahat uyu! (EÖ)