Tarihinde düşünceye karşı yasakların önemli bir yer tuttuğu toplumda, yasakları, yargılanma ve hapis yatma pahasına delmeye çalışan bir aydın olduğu için...
Düşünceyi, oluştuğu beynin kıvrımlarında sancılı bir hasta olmaktan kurtarıp, dili ve kalemi ile işbirliği yaparak, yönetenler açısından suça dönüştürmeyi başardığı için...
“Düşünüyorum öyleyse varım” ile yetinmeyip, mademki düşünüyorum, o halde düşündüklerimi yaşamımda eyleme dönüştürmeliyim dediği için...
Düşünce ile düşünmek arasında ilişkiyi kurarken, korkuya gerçeklik üzerinde egemenlik kurma hakkı tanımadığı için...
Yaşadığı dönemin sessiz ve silik bir seyircisi olmak yerine, bireysel çabalarıyla ve yazdıklarıyla aktif bir tanık olmaya çalıştığı için...
Toplumsal kültüre katkıda bulunmayı, bir insan olarak ödenmesi zorunlu bir borç sayıp, bu borcu ödemek için gece gündüz çalışmayı kendine hedef seçtiği için...
Bütün bunların yanında bir başka özelliğe daha sahip olabildiği için...
Birçok insan yaşamı ile söylemi arasında bir uyum olup olmadığına özen göstermez, söyleminde dile getirdiği doğruların sıra pratikte uygulanmasına gelince yan çizer.
Söyleminde, kimliğini belirleyen ilkeler olarak adlandırdığı, insanı insan yapan değerler diye tanımladığı birçok değeri, sıra uygulamaya gelince, ya bilinçli olarak uygulamaz, ya da uygularsa karşılaşacağı baskılardan korkarak onları değersizleştirir. İşi inkara kadar vardırarak, doğruya düşman olanların gazabından kurtulmaya çalışır.
İşte Aziz Nesin, yaşamı boyunca, söylemi ile pratiği arasındaki uyumu sürekli kılabilmiş ender insanlardan biridir. Onun için söylem, pratiğe mutlaka geçirilmesi gereken bir emir gibidir..
Düşündüklerini söylerken gösterdiği cesareti onları eyleme geçirme aşamasında da sürdürür. Doğru bildiklerini, kişisel çıkarları uğrunda kurban etmeyi aklından bile geçirmez. Aydın olmanın ağır bedelini ödemeye her zaman hazır olan kişiliğiyle, aydın olmayı lafazanlıkla karıştıranlardan ayrı bir konumda durur.
Ve öğretirken öğrenen, öğretmenlik yaparken öğrenciliğini unutmayan, yaşama asılırken ölüm ile randevusunun pazarlığını yapabilen, bir yaşam ustası olduğu için...
Bu yaşam ustasının, kendi tarzıyla anlattığı yaşam öyküsü ve ölümle pazarlığı olan “Son Konuğuma Mektup” Aziz Nesin’in kişiliğinin, mücadelesinden ödün vermemişliğinin bir fotoğrafı gibidir. Bu fotoğrafta, zorluklarla dolu bir yaşamın bütün ayrıntılarına rastlamak mümkündür...
“Son Konuğuma Mektup…
Uykumdayken, kancıkcasına baskın verme! Gelince de, saygısız konuklar gibi oturup, yerleşip, siftinif, çöreklenme! Seni bir müzmin tedirginlik olarak derime yapışmış, canıma sıvışmış olarak kendimde duymayayım. Düşün ki ben seni, varlığımın bilincine vardığımdan beri beklemekteyim. Bunca zamandır beklenen bir konuğa yaraşır bir saygınlıkla gel! Sana olan saygımı yitirtme bana.
Gürültülü patırtılı gelme! Kimseler duymasın geldiğini. Bir sen bil, bir de ben bileyim yeter. Gelişin herkesleri ayağa kaldırmasın.
Tam bana göre, bana uygun bir davranışla gel. Sessiz sessiz,sürdürdüğüm bunca yıllık yaşamıma yaraşacağı üzre suskun, susuk gel! Çünkü benim için geleceksin, beni almaya geleceksin, başkalarını tedirgin etmeye değil.
Uykumda birden bastırma ki, bunca yıldan beri gelişini gözlediğim en gerçek ve en son konuğuma göstermem gereken saygıda bir eksikliğim olmasın. Saygıyla ayağa kalkıp seni buyur edeyim. Almak istediğini, sana onurla kendim sunarak vereyim.
Bir yaşam boyu çektiklerimi az bulup, bana bir de sen çektirmeye kalkma! Her ne çektimse hepsine güler yüzle katlandım, onları salt kendim bildim. Üzünçlerimi kendime sakladım, sevinçlerimi elle bölüştüm. Sonumda böyle olsun isterim.
Bilirim güçlüsün. Kimselere eğilmemiş başım, senin önünde eğilebilir; ama bunu bana yaptırma! Senin amansızlığından böyle bir yiğitlik bekliyorum, bana önünde baş eğdirtme! Güler yüzle gel, gülümseyerek karşılayayım seni... Dimdik yaşadım, sende beni dimdik kucakla, al götür. Pusu kurma, arkadan vurma. Ayakta karşılaşalım soylucasına...
Öyle çelebicesine gel ki, seninle gitmek için istekleneyim. Senin gelişinle ikimizin gidişi birden olsun. Şimdi var, şimdi yok olalım. Bekletme beni. Elini çabuk tut. Her şey birdenbire olup bitsin. Sen öyle kesin bir gerçeksin ki, sana yalan da söylenemez. Bütün yaşamımda çağdaşlarımdan hiçbirini kıskanmadığımı bilirsin; iyi yürekliliğimden değil, hiçbirini kendimden büyük görmediğimden...
Yine bilirsin, yaptıklarımla da, yapmayı tasarlayıp dahaca yapamadıklarımla da böbürlenirim. Bana verdiğin süre içinde, tasarladıklarımı yapamadımsa, evet, suç kimsenin değil, benim...
Bu ceza yeter bana; çünkü acısını duyanlar için cezaların en ağırıdır. Herkes gibi ben de seninle ilk ve son olarak, yalnız bir kez karşılaşacağım. Bu karşılaşmamız, nerede, ne zaman, nasıl olsun diye, zaman zaman çok değişik istekler geçirdim içimden.
Kahraman olmak istediğim dönemlerim oldu. Kahramanlar ilk savaşlarında ölmeyen, son savaşlarından da sağ çıkamayanlardır. Seninle son savaşımda karşılaşmayı istedim bir zamanlar. Savaşın yaşam boyu sürdüğünü, yaşadıkça sonu olmadığını bilmiyordum. Sonsuzca süren bu savaşımın öyle bir yerinde gel, öyle bir güzel gel ki, sana gülümseyerek elimi uzatıp “Merhaba!” diyebileyim.
Bir zamanlar da, uzun uzun yaşayıp bitkiselliğe dönüşmeyi, bitkisel yaşamında gelişini bile bilmemeyi istedim. Şimdiyse, ne kahramanlık gösterisinde, ne de bitkisel bitikliğimde gelmeni istiyorum.
Dilersen, en beklemediğimi sandığın zaman gel. Beni hiç şaşırtmayacaksın, çünkü hep aklımdasın, beynimde bir kıymık gibi... Korkmadan bekliyorum, gel! Nice yaşadımsa, seninle baş başa, diş dişe dövüştüm. Pek çok kez yendiğim de, yenildiğim de oldu.
Canım ki, en kutsal olan her şeyim benim, onu elbette bana yakıştığı gibi, ayakta, saygıyla, yiğitçe vermek isterim; teslim olmadan... Bir armağan gibi vermek canımı! Sen de yeniğin kalemini -ki o kalem hep kılıçtı- teslim alırken, iki elinle başının üstüne saygıyla kaldırarak al beni! Lekesiz, arı -duru, yaşamı süresince hep kendi kendini arıtan bir cana saygılı ol, benim sana saygılı olduğum gibi.
Kimseler duymadı of dediğimi, sen de kendine of dedirtme bana. Ne kahramanlıkta, ne bitkisellikte, işte şimdi olduğum gibi, elimde kalem, önümde kâğıtla yazı makinem, böyle bir zamanımda gel, istersen gündüz, ister yazın, istersen kışın gel; kapım da yüreğim de her zaman açık sana! Yeter ki, kendi gözümde kendimi küçültme bana, kimseden su istetme, yardım diletme bana...
Seninle yiğitçesine dövüşmedim mi? Bunları istemeyi hak etmedim mi? Bana ille de of dedirteceksen, hiç olmazsa bunu ikimizden başkası duymasın. Bunca yıl durmaksızın karşı karşıya savaşmış iki savaşçıyız. Üstelik benim savaşım, seninkinden çok daha yüceydi. Çünkü sen, nasıl olsa utkunun senden yana olacağını biliyordun.
Oysa ben sonunda nasıl olsa yenileceğimi biliyordum. Yenileceğimi bile bile, ama hiç yenilmeyecekmişim gibi, beni yenecek olanın üstüne üstüne varmadım mı?
Bir an olsun korktum mu, ya da kaçmayı düşündüm mü? Birazcık daha yaşayabilmek için, bunca güzel bu yeryüzü uğruna bile, sana bir kıpı ödün verdim mi?
Yaşamayı hak etmeye çalıştığım gibi, ölümü de hak etmek istiyorum. Bu hakkı bana tanı! Çünkü bu sonsuz güzellikler açan dünyaya, bence gücümce güzellikler katmaya çalıştım.
Bir güzel ada, atlasta görünmeyecek denli küçük diye, yok sayılabilir mi? Benim katkım da atlasta görünmeyecek denli küçücük olsa da, var.
Ne mi yaptım? Ortaçağ simyacıları, taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum. Saygıyla gel ölüm, bekliyorum.” (Aziz Nesini, Büyük Grev, S. 11)
Bu, ölüme yazdığı bir son mektup değil, bir aman dileme hiç değil, yaşamının son düellosunda, bu düello için öne sürdüğü şartların bir dökümü. Bu şartlar aynı zamanda onun yaşamına yön veren ilkeler.
Ölümden, zamanı titizlikle kullanmasını istiyor; tıpkı kendisi gibi. Ölümden dürüstlük bekliyor, kalleşlikten nefret ettiğini, eğer kalleşliğe başvurursa, bütün kalleşlere olduğu gibi ona da saygı duymayacağını belirtiyor.
Ölüme, kendisi ile olan hesaplaşmasında, başkalarına zarar vermemesini öğütlüyor. Çünkü o yaşamı boyunca verdiği kavgada, kendi eylemlerinden dolayı başkalarının zarar görmemesine aşırı özen gösterir. Ölüme, beni almaya gel, ama teslim almaya değil derken, teslimiyetçiliğe sözlüğünde yer olmadığını anlatmaya çalışır.
Ölüme, ondan korkmadığını anlatırken, başka insancıl korkularının ipuçlarını verir. Başkalarına muhtaç olmak, yapmak istediklerini yapamadan bu dünyadan ayrılmak, çaresizliğe düşmek, kılıcı olarak gördüğü kalemini, kullanamayacak kadar hasta duruma düşmek gibi...
Yine ölüme, sana kendi çıkarlarım için ödün verdim mi? derken, ödünsüz bir mücadelenin yılmaz savaşçısı olduğunu hatırlatmak ister... O kendine yakışacak ölümü tarif ederken, yakışıklı yaşamının sırlarına dikkatleri çekmek ister. Ölümü tarif ederken, aslında yaşamı anlatmakta onun gibi bir mizah dehasına yakışır.
“Neden Aziz Nesin?” - ne yazılsa bir şeyler eksik kalıyor… Ancak kendini kendince anlattığı “Son Konuğuma Mektup” yazısı, eksik kalan ne varsa tamamlıyor. Bu son konuğa yazılan mektup, Aziz Nesin ile ilk defa tanışanlar ve tanışmak isteyenler için bir ön bilgi sayılabilir.
Yaşamı boyunca kendini borçlu saydığı “halkına” karşı, borcunu ödeme uğraşı içinde olan bir aydının, biyografisini soyutlamaya çalışmak, onun bir ömre sığdıramadıklarını, cümlelerin daracık odalarına hapsetme uğraşından başka bir şey olmasa da, onu tarihin sayfaları içinde unutulmaya terk etmekten daha iyidir.
Aziz Nesin 100 yaşında. Neden onunla ilgili bir şeyler yazmalı, belki çocukluğumuzdan itibaren bizi borçlandırdığı ve bu vadesi çoktan geçmiş borcu ödemek için, ödenebilir mi, bilmiyoruz…
Eğer ödenemez ise, topluma borcunu ödemede eli açık davranmış olan bir aydına, o toplumun bir bireyi olarak, toplumsal borçtan üstüne düşeni ödeme çabası olarak kabul edilebilir...
Kuşkusuz bu çaba yeterli değil; ancak hiç değilse, borcu bilince çıkartıp, onun sorumluluğunu duyarak, ödemeye bir başlangıç olması açısından önemli. Ayrıca, aydın olma ve aydına bakış açısının, yazar olmanın önüne taşındığı bir yaşam öyküsünün yazıya dökülmesi, küreselleşen dünyada, ulusal kültürleri yutarak “tek-tip” olma yolunda hızla ilerleyen insanlığın kültürsüzleştirilme stratejisine karşı cılız da olsa bir karşı duruşun belgelendirilmesi olabilir.
Aziz Nesin... Onu toplum, bir gülmece yazarı, çağımızın Nasrettin Hocası olarak tanır ve kabullenir. Çevresinde olup bitenlere onun gözlüğüyle bakar ve kendince gülmeye değer bulduğu olayları tanımlarken “tam Aziz Nesin’lik bir olay” diye başlar.
Onun toplumsal olayları mizahı kullanarak eleştirdiği yazılarını zevkle okur; hatta Aziz Nesin’in kitaplarında yarattığı kahramanlarla, çevresindeki kişiler arasında benzerlik kurmaktan kaçınmaz.
Kim bilir kaç kişi, “Zübük” de betimlenen politikacı tipi ile kendi oyları ile seçip meclise gönderdiği politikacılar arasında benzerlik kurup, onlara zübük derken bir sakınca görmez.
Ancak böylesine ilgi görmesine karşın, Aziz Nesin Devlet katında olduğu gibi, toplumun belirli kesimlerinde de sakıncalı kişi konumundadır. Kitapları bunca çok okunmasına ve yazdıklarının kabul görmesine karşın, siyasal görüşleri nedeniyle hep sakıncalı görülür.
O, zübük’ün yaratıcısı, ama kendisi hiçbir zaman kişisel çıkarları uğruna asla zübükleşmeyen, toplumsal gelişmeye katkıda bulunmak için aydın olma sorumluluğunu her koşulda taşımayı ilke edinmiş bir yalnız insandır. Yalnızlığıyla baş başa kalmayı belki de hiç arzulamaz. Ancak kendisinin de sık sık dile getirdiği gibi, halka olan borcunu ödeme çabası, onu yalnızlığa doğru sürükler.
Söylemde geç kalmak ile yalnızlığa mahkûm olmak arasındaki seçimi, yalnızlığa mahkûm olma pahasına, yalnızlıktan yana yapar.
“Ah biz ödlek aydınlar” adını verdiği kitabında Türk aydınlarının tepkilerinde hep geciktiğini anlatırken, aydın olmanın, verileri iyi algılayarak geleceği önceden sezmek gibi bir görevi olduğunu belirtir.
Ona göre aydın yalnız kalma tehlikesini göze alabilmeli ve söylemesi gerekenleri araba devrilmeden önce söyleme cesaretini gösterebilmelidir. Aydın, popülizmin tuzağına düşmeye hakkı olmayan kişidir. Aydın, doğruların gün ışığına çıkarılmasında sıra dışı olmak ve çoğunluğu karşısına alma cesaretini kendinde bulmak zorundadır. Gelişmeler karşısında sessiz kalmanın suça ortak olma anlamına geldiğini her zaman dile getiren bir tavır gösterir.
Aydınların sessizliğine isyanını, aydınların sesinin boğulmaya çalışıldığı her yerde tek başına kalmayı göze alarak, karşı çıktığı o kadar çok şey var ki...
Örneğin 12 Eylül cunta döneminde “aydınlar dilekçesi” girişimi bunlardan biri. Cunta lideri Kenan Evren’in, aydınlara saldırısını “vatan hainliğine” kadar götürdüğü dönemde, toplumsal suskunluğun içinden yine onun çığlığı yükselir. Cuntanın astığı astık kestiği kestik şefine karşı, aydınlara hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye başvuruda bulunur.
Baskılar karşısında susmayı içine sinderemez. Baskı ve yasaklardan dolayı, konuşması gerekenlerin sustukları, kapalı kapılar ardında dile getirdikleri eleştirileri, kamuoyuna açıklamaya korktukları bir dönemde, suskunluğu yırtan girişimde bulunmak yine Aziz Nesin’e düşer.
Toplumun karanlığa sürüklendiği, kişisel hak ve özgürlüklerin yasaklar yoluyla birer birer ortadan kaldırıldığı bir dönemde, devlet katında sakıncalı konuma düşmekten korkan aydınlar susmayı tercih ederken, o aydın olmanın gereğini yerine getirmek için, hakkında açılabilecek soruşturmalara aldırmadan, yine anında harekete geçer.
Amacı, bazılarının yaptığı gibi ucuz yoldan kahramanlığı kapmak ya da ününe ün katmak değildir. Zaten o hem halk katında, hem de devlet katında ünlüdür. Adı, devletin polis arşivinde tehlikeliler listesinde en önlerde, kitapları ise kendini seven ve sevmeyen herkesin evinde.
O halde neden kendini tehlikeye atıyordu Aziz Nesin?
Bu soruya yanıt olabilecek birçok görüşünü öykülerinde bulmak olası. Ancak en özlü sayılabilecek yanıt “Ah biz ödlek aydınlar” isimli kitabında saklı.
Orada diyor ki: “Her dönemde, o dönemin koşullarına göre aydınların yapması gereken görevleri vardır. Düşünmeliyiz: Halkımıza olan borcumuzu ödüyor, görevimizi yapıyor muyuz?
O, ödemek ile bitmesi mümkün olmayan bir borcu ödeyebilme çabasını bütün yaşamı boyunca sürdürür. Ölümden korkmamasına karşın, ölüm ile olan randevusunu erteleme isteğinin altında yatan hep bu vicdani borcu olmuştur.
O ölümün ertelenemeyeceğini bile bile, ölümle olan randevusuna kadar çalışmaya devam eder.
Tarihe "Sivas olayları" olarak geçen, 37 kişinin [33 aydın, 2 otel görevlisi ve 2 yurttaş] yakılarak öldürüldüğü otelde o da vardır. Pir Sultan Abdal şenliklerine katılmak için gittiği Sivas’ta bir mucize eseri olarak kurtulduktan sonra çalışmalarına hız vermesi, doktorunun dinlenmelisiniz sözüne aldırmaması hep halkına borçlu kalmak istemeyişindendir.
Ölümden kaçışının nedenini “Ölüme geç kalınmaz” başlıklı yazısında şöyle anlatır: “Çalışamayacaksam öyleyse öldüm.”
Onun için ölüm çalışamamaktır. Çünkü çalışıp üretemediği zaman halkına olan borcunu ödeyemeyecektir. Bu ise Aziz Nesin için ölümden daha korkunçtur. Üretmeden yaşamak için can atanların, dünya nimetlerinden yararlanmayı sürdürmek ve devlet tarafından aforoz edilmemek için aydın olduğunu unutanların yaşadığı bir ülkede, üretememeyi ve çalışamamayı ölümden daha korkunç saydığı için, bir örnek yaşamdır Aziz Nesin.
O da her canlı gibi ölümüne geç kalamadı. Ölüm, onu kendine doğru koşarken İzmir’de yakaladı. Ve onun istediği gibi aniden geldi, kimseye muhtaç etmeden, kalleşliğe girişmeden, odasına son konuk olarak girdi ve alacağını aldıktan sonra sessizce odadan ayrıldı. Geride, onu sevenler için hiç bitmeyecek bir hüzün bırakarak.
Birçoğumuz için ölüm, doğumla başlayan bir sürecin noktalanması anlamını taşır. Sürece nokta konduğu andan itibaren yaşam ile olan ilişkide biter. Geride kalanlar için unutulacak bir isim olmaktan öte bir anlam taşımaz, varlığımızın bu dünyadan ayrılışı.
Ancak bazılarının sürece nokta değil, üç nokta, soru işareti ve de ünlem koyarak bu dünyadan ayrıldıkları görülür. Fiziksel varlıkları ayrıldığı halde, yaşama inatla yapışıp kalan düşünsel varlıklarıyla hep dünyada kalmayı başarırlar. Yalnızca kendi kuşakları tarafından değil, kendi yaşadıkları dönemde yaşamış olanlar tarafından değil, ölümlerinden yıllar sonra doğacak olanlar tarafından bile tanınırlar. Sürecin sonuna koydukları soru işaretlerinde, ünlemlerde ve üç noktalarla her dönem canlı kalma becerisine sahiptirler.
Ölümlü dünyada, ölümsüzlüğü, insanlığa bıraktıkları kültür mirasıyla hak ederler. İşte ölümünü, ölümsüzleştirmeyi başarabilenler arasında Aziz Nesin de vardır.
Onu İzmir’de yakaladığını sanan ölümün, onu elinden kaçırdığından haberi olduğunu sanmıyorum. O, ölümle karşı karşıya kaldığı anda, kendi beyniyle yarattığı kahramanların en gözü açık olanı “zübük” gibi, kendisine madik atmaya çalışan ölüme, cansız bedenini bırakarak bir kazık atmış ve toplumsal düşüncenin karmaşık labirentlerine dalarak izini kaybettirir.
Ölümün izini kaybettiği Aziz Nesin’i yaşamın canlı akışı içinde bulabiliriz.
O, topluma olan borcunu ödeyebilmek için var gücüyle çalışmaya devam etmektedir. Onun ölümünden sonra da, toplum yöneticilerinin ve bürokratlarının, uygulamada gösterdikleri beceriksizliklere, Aziz Nesin’in mizah aynasından bakmaya devam ediyor.
Baskı rejimlerinde, mizahın en büyük eleştiri silahı olduğu bilinir. Tartışma kanallarının, yasaklarla tıkandığı, dillendirilen en küçük eleştirinin bile suç sayıldığı bu tip rejimlerde, mizah, toplumun yasalar karşında sığındığı kale gibidir.
Söylenmesi yasak sayılan bütün görüşler, mizahın, çizimsel ve yazımsal araçları devreye sokularak, söylenir. En ciddi eleştirilerin, gülmece yoluyla topluma iletilmesi, suskunluğun yarattığı karamsarlığın dağıtılması mizah yoluyla gerçekleştirilir.
Kendisini, toplum karşısında borçlu sayan ve bu borcu ödemeyi görev kabul eden bir aydın için, baskılar karşısında susmak ölüm anlamına gelir.
100. Doğum Günü’nde, ölümle ilişkisini anlatarak yaşama inadını gördüğümüz bu aykırı ihtiyar, ölümünden sonra da geride bıraktığı eserleriyle konuşmaya devam ediyor.
Ak saçlı, aksakallı dede yüz yaşında, korkularımızın, cesaretlerimizin, geçmişimizin ve geleceğimizin içinde muhalifliğine devam ediyor.
Hala… (HK)