Bir zamanlar bilhassa turistik sezon dışında sık sık uğradığım Ayvalık'a film festivali vesilesiyle tekrar geldiğimde Cunda'ya bağlanan yolda kemerli köprünün bittiğini uzaktan görüp çok sevindim. Yıllardan sonra körfez sularının tekrar temizleneceğini düşünerek ümitlendim, mazide kasabaya adını veren kidonyaların tekrar çoğalacağına dair inancım canlandı.
Üstelik konsepti Sahir Erdinç'e ait festival afişinde mevzubahis deniz kabuklusunu başrolde görünce sevincim katlandı. Görsel tasarım danışmanı hanesinde estetik anlayışına daima güvendiğim Tulya Madra'nın adı geçiyordu. Afişin canlanmış hali olan festivalin sevimli fragmanındaki animasyonun uygulaması ise Fatih Yılmaz'a aitti.
Hepimizi saran sinema heyecanını Ayvalık'ta, üstelik Ekim ayında yaşamak yeni bir ayrıcalık olarak karşımızda belirmişti. Benim cep telefonum pek uygun değildi ama teknolojiyi yakından takip edenler için genelde işleyen sanal bilet sistemiyle kağıt israfı bile bertaraf edilmişti.
Vural Sineması, Sanat Fabrikası ve Ma'adra binası dışında açık havada yapılan çeşitli gösterimlere koşuşturuyor, arada Ayvalık'ın nimetlerinden, zeytinyağından, çorbalarından, otlarından ve balıklarından faydalanıyorduk. Binbir çeşit muhallebiden, dünya, uzay, hatta evren mutfağına uzanan geniş mi geniş bir spektrumla karşı karşıyaydık.
Bölgede yalnız eski Rum evleri değil, fabrikalar, küçücük adaların üzerindeki yıkık kiliseler, koca koca manastırlar restore ediliyor, geçmişteki işlevlerine kavuşamasalar da bir şekilde birilerince değerlendirilmiş oluyorlardı. Eskinin, gelenekselin güzelliği cilalanarak ortaya çıkarılıyordu.
Aynı zamanda yıllar boyunca Ayvalık'a girenleri karşılayan devasa boyuttaki çirkin Rauf Denktaş duvar yazısı da artık silinmişti. Kasabada estetikten nasibini almamış yeni yaklaşımlar da yok değildi ama dönem devasa projelerin, işlevselliğin, çağdaşlığın parlak dönemiydi.
Körfezin akıntıları
Ama benim aklım köprüde kalmıştı. Vaziyet nasıldı, yeni düzen işe yaramış mıydı, yaramamış mıydı? Körfeze yeterince su giriyor, gerekli sirkülasyon sağlanıyor muydu?
Ya kidonyalar, avdet etmeye başlamış mıydı? İstanbul'a bile seneler boyunca yok olmuş taraklar geri gelmiş, kirlilikten dolayı içlerinde barındırdıkları zararlı maddeleri bildiğimizden midye ve istiridyeleri artık yemez olan biz adalılara bu durum epeyce ümit vermişti.
Fakat Ayvalık körfezinde vaziyet galiba bu kadar da basit değildi. Yapılan köprünün tamamıyla fuzuli olduğundan söz eden bile vardı. Mevzubahis su geçişinin istense yol seviyesinin altından çok daha az masrafla geniş çaplı borularla yapılabileceğini iddia ediyorlardı. Tabii ortaya çıkacak sonuç bu kadar ihtişamlı olamayacaktı ve Osmanlı'nın gücünü, Mimar Sinan'ın eserlerini bu durumda anımsayamayacaktık.
Bu arada kemerlerin tümünden su geçişinin sağlanmadığından, bu vaziyette bile körfez akıntılarında istenmeyen bazı değişimler gözlemlendiğinden bahsediliyordu.
Bir de hem körfezin etrafında hem de kuzeyinde kalan bazı mahallelerden atık suların arındırılmadan denize dökülmeye devam edilmesinin esas mesele olduğu, bu yüzden de kirlilikte bir azalmanın sözkonusu olamayacağı söyleniyordu. Hatta yeni açılan kanal yüzünden bölgede sık sık esen poyraz nedeniyle lağım sularının daha da serbest bir şekilde körfeze sızdığı bilgisi geldi.
Don Kişot'u kim öldürebilir?
Tüm bu malumata sahip olmaya çalışırken içimdeki Don Kişot'un uyanmaması mümkün değil gibiydi. Ayvalık Körfezini kurtarmak için neler yapılabileceğini kara kara düşünmeye başlamıştım. Kidonyalar dışında, midye, istiridiye ve taraklar da döner miydi?
Bu durumda festivalin gayet zengin programında yer alan Don Kişot'u Öldüren Adam'ı kaçırmam da ihtimal dışıydı. Cervantes'in nadide edebiyat şaheserini yazıldığı dönemin İspanyolcası'ndan direkt tercüme edilmiş haliyle okuma şansına sahip dünyadaki sayılı insanlardan olduğumun bilincinde, Vural sinemasındaki koltuğuma şevkle oturdum. Yılan hikâyesine dönüşen projesini gerçekleştirmek için çılgın sinemacı Terry Gilliam yirmi seneyi aşkın bir süre çabalamıştı.
Benim ve Ayvalık Körfezinin bu kadar vakti ve sabrı var mıydı?
Olgun Jonathan Price ve alımlı Adam Driver'ın devleştiği filmde oradan oraya, tarihin derinliklerinden günümüze savrulduk; boyuttan boyuta geçtik, gerçeğe tam yaklaşmışken tekrar hayallere daldık. Joana Ribeiro ile Olga Kurylenko da idare ediyor sayılırlardı. Tam kendimize gelecekken tekrar tekrar yuvarlandık, kah kahkahalarla güldük, kah hüzünlendik, kah içimiz öfkeyle doldu, kah hüzün ve sevgiyle...
Film hakkında söylenecek daha çok şey var biliyorum, ama tam da o müthiş öfori anlarından birinde aklıma çok parlak bir fikir geldi. Körfezde akıntının etkili ve kalıcı olması için Kuzey-Güney aksında bir kanal açılmalıydı. Üstelik Sarmısaklı'ya uzanan coğrafya genelde yüksek olmayan kumullardan müteşekkil değil miydi? Kanal-İstanbul oluyor da Kanal-Ayvalık niye olmasındı? Gezegenimiz doğal felaketlerin tehdidi altında, adeta kıyamete koşuyoruz, ama bize vız gelir tırıs giderdi, öyle değil miydi Sanço? (RL/BK)