Çizim: Mohamed Hassan / Pixabay
Tüm özneler, var olmak, bilmek, bilinmek için yekdiğerine ihtiyaç duyar. Bu diyalektik, tanrı için de insan için de geçerlidir. Tanrının bu ihtiyaçla kenz-i mahfî yani gizli hazine olarak tabiri hadis anlamında şöyle dediği rivayet edilir: “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım.” Goethe’nin “İnsan, kendini yalnızca insanda tanır.” sözü de insanın kendini bilmek ve/ya var olmak için türdeşi insanlara ihtiyaç duyduğunu imler. İnsan için öteki, kendi dışındaki evrende yer alan türdeşidir. Türdeşi ile birlikte kurduğu ben-öteki ilişkisi, doğası gereği taşla, ağaçla, rüzgarla kurduğu animistik ilişkiden farklıdır. Hislerimiz, sosyal bir hayvan olmaklığımız içkindir. Kabileden dışlanmamak- kabileyi yönetmek arasında salınan evrimsel bir sarkac olarak, atalarımızın bize hediyesidir. Kelimeler bulunana dek kokular, sesler, renkler, mimikler hislerle çözümlenmiştir. Hisleri bize getiren uzuvlarımız arasında en çok da gözlerimiz ile burnumuz dolayımıyla ötekini kavradığımız söylenir.
Gözler yalan söylemez.
Korkumuz, mahcubiyetimiz, arzumuz, sevincimiz gözlerimize yansır. Saklayamayız. Çünkü gerçektir. O nedenle kaçırırız gözlerimizi. İnsan, bir başkası ile göz göze gelir. Bu göz göze gelme, sevişmeyle sonuçlanabileceği gibi ölümüne bir kavgayla da bitebilir. Bakışlarımıza siner kim olduğumuz; çünkü kimliğimize içkindir bütün deneyimlerimiz, hayallerimiz. Hakikat, bakışta dile gelir. Ve bakış, bilincimizi aşar. Sezgiseldir aynı zamanda. İnsanın kültürelliğini imleyen aklını da aşar, ondan daha temellidir. Çünkü doğasaldır. O nedenle sahicidir. Sahici olduğundan da anlam dünyamızı kuşatır halesiyle. O anlık bakışmalarla başlar dostluklar da aşklar da.
Aynayla tanışmanın, insanın kendini, o bitimsiz evreni tanıması için başka insanlara ihtiyaç duymadığı bir kırılma anı olduğu söylenebilir. Ayna, insanın var olmak için ihtiyaç duyduğu öteki(nin) yerine kendisini koymasını sağlar. İnsanın kendinde kendini görebilmesi de hiç şüphesiz büyülü bir andır. Peki insanın kendini kendinde görmesi ne demek?
İnsanın aynada kendini ötekinin dolayımına ihtiyaç duymadan görebilmesi, deyim yerindeyse kendini temaşa edebilmesi, kendini, kendisi için arzu nesnesi olduğu kadar korku nesnesine de dönüştürebilmesine neden olur. İnsanın kendini arzulamasına egoseksüel, kendinden korkmasına ise egofobi denebilir. O yeterince anlamlandıramadığımız diyalektikten yoksun özbakışım, ayna nöronlarının açımlanmasından çok kastre olmasına neden olabilir. Kendinde kendini keşfetmek bu bakımdan olanaksız gibi görünür. Ötekiyle karşılaşmada kurulan göz temasını arayan kişi, kendiyle göz göze geldiğinde yaşadığı karşılaşmanın farklı olduğunun bilincindedir ama ne olduğunu yeterince anlamlandıramaz. Bir tür bocalama durumu söz konusu olur. Kurtulmak ister bu anlayamamanın yarattığı nefessiz halden. Tanrısal bir ışık, bu donma halini aşmasını sağlar. Tanrısaldır çünkü bilinci, kendiyle karşılaşmasında yeniden karılır; tanrı, işte bu karılmadan (da) doğar. Artık var olmak için ötekine, ötekilerinin gözüne ihtiyaç duymaz. “Öteki için nesne”den “kendi için özne”ye, yani tanrıya, tekil özneye dönüşür. İnsanbiçimli (Antropomorfik) tanrı kavrayışının kaynaklarından biri de budur denebilir.
Kendisiyle karşılaşan insan, var olduğunu anlamak için ötekine ihtiyacı olmadığı sanrısına kapılır. Bu sanrı, onu türselliğinden, yani topluluk halinde yaşayan bir varlık olmaktan uzaklaştırır. Bu hal, insanın bir tür kibir, megalomani, kendi kendine yeterlik boş-duygusuna kapılmasına neden olur.
İnsanın cehennemi belki de kendisiyle yüzleşmesidir. İnsan, sudaki aksini ilk kez gördüğünde olan nedir? Bu karşılaşma ne anlama gelir? Peki, karşılaşan tamam, karşılaşılan kimdir? Sahi, gerçekte/n gördüğü kimdir?
Kendini hiç görmemiş biri, ilk defa kendiyle karşılaştığında ne görür, kimi görür? Bunlar, hiç kuşkusuz, yanıtlanması güç sorular. Belki mitolojideki Narcissus hikayesi ışık tutabilir böylesi karşılaşmalara. Aynaya yani sudaki aksine bakan Narcissus, gördüğü şeye büyülenir, aşık olur adeta. Onun gözlerine baktıkça aksi de ona bakar, birbirlerinin gözlerinde kaybolurlar. Birlikte zamanın dışına çıkarlar. Kaldı ki aşk, bir tür zaman ve mekanın dışına çıkmaktan başka nedir ki! Perilerin kulağına fısıldamalarına pek de anlam veremeyen Narcissus, sudaki suretinde o oluşturamadığı anlamın nesnesini bulur: Aşık olur ona. Kendinden geçer, o gözlerde kaybolur, baktıkça daha çok bakmak ister, kendine bakan gözlerin içinde sonsuzluk evrenine bırakır kendini, yaklaşır, yaklaşır… ve kavuşur. Kavuşması ölümdür çünkü o gözler onu kendine daha çok çeker, suda boğulur. Narcissus’un ölümünden nergiz çiçeği doğar. Ne zariftir, sevgilinin o doyulamaz kokusu gibi eşsiz. Bu mitik hikaye, insanın, kendinde kendinden geçmesini de anlatır.
Narcissus, bir ruh hali ise eğer, toplumların da bu hallerinden bahsedebilir miyiz? Muradı bir tür arayış patikası açmak olan düşünmemize bir alegori ile devam edelim.
Narcissus’un yansımasını gördüğü gibi doğal, temiz bir gölü bugüne etrafı yapılarla dolmamış, asfaltlanmamış, içine kanalizasyon akıtılmamış örneğini bulmak zor olacağından, biz peşinen, bir havuz düşünelim. Ama alabildiğine uzamalı, ufuk çizgisine kadar gitmeli çünkü yansıyacak akiste bir uzun adam belirecek. Suyun kıyısında eğlenenler, kayıp düşenler, kapri şortları dizine kadar ıslanmış beyefendiler, kimi beline kimi boynuna kadar suya girmeye heves etmiş öncü birlikler… İşbu belediye havuzundan yansıyan ‘Dünyaya kafa tutan lider. Dünya lideri. Upuzun Adam. Sağlam İrade dik dik bakıyor. Havuz ne kadar da derindi. Oysa bir süredir suda cisimleşen aşkına kavuşmak arzusuyla atlayanlar kafa üstü çakılıyor. Çünkü havuzda kaçak var, sığlaşıyor; sığlaştıkça yosunlaşıyor su; çürük yumurta kokusu kaplıyor havuzun içini de dışını da; belediye tesislerinin pencerelerinden mahallenin üzerine çörekleniyor bir sis bulutuymuşçasına. Artık tek gündem nereye gidilirse gidilsin kaçılamayan bu kokudur! Çünkü koku gerçektir. Burnumuz, o gerçeği dolaysız biçimde bize getirir.
“İnsan, ötekini gözleriyle ve burnuyla temaşa eder.” demiştik. Artık burunları tıkamadan bırakın havuza mahalleye bile yaklaşmak mümkün değil. Su, balçığa dönüşürken uzun adamın aksi netliğini yitiriyor. Bir zamanların eğlenceli, bol gürültülü havuzu topraklaşıyor ve yeşil gerçeklikler filizleniyor: Kilosu 30 TL olan soğanlar bitiyor.
İnsan, aynada gördüğü ile görmek istediği varlık arasındaki mesafeyi aşmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, gerçekliğin reddidir bir bakıma. Çünkü, gerçek, aynaya yansıyandır. Gerçek olmayan ise, o aksi reddeden kişinin bakışı, yargısı, beklentisidir. Ayna, gerçeği olduğu gibi gösterebilir, onu eğip bükebilir de. Kendini eksik, kusurlu gören biri, aynada tam da karşısındaki görüntüyü değiştirmek ister: gözlerini kapar, fantazyasındaki kişiyi imgelemine getirir. Böylece insan, gözlerine indirdiği perdeyle, o çekilmez, kaçmak istediği gerçeklikten fantezi dünyasına hicret eder. Lider, şeyh gibi kişiler, hicret edilen yerde giyilen birer persona, kıyafet ya da özdeşleşilen kimliktir. İnsanın aynada gördüğü görüntü ile kendi arasındaki makas ne denli açıksa hicreti de o denli uzun; özdeşleştiği kişilik de o denli gerçeklikten -zaman ve mekanın- uzak olur. İnsanın, her ne kadar önünde hazır, konfeksiyon personalar olsa da fantezide yaratma eyleminin öznesi kendisidir. Oysa, kişi, bu eylemi/ni, araçsallaştırdığı lidere, şeyhe, özdeşleşmek istediği insana atfeder. Böylece ona bağımlı, deyim yerindeyse onun kölesine dönüşür. O halde?
Pazar günü mührü elimize aldığımızda karşımızda kendimizi mi yoksa ötekini mi göreceğiz? Özdeşleştiğimiz öteki, artık öteki değildir. Özdeşliğin olduğu yerde diyalektik işlemez. Neticede kendi kendini soğuran bir denklem içindeyizdir artık.
Hakikat özgürleştirir.
Sahi, çıplak biçimde gerçeklikle ne zaman karşılaşacağız, daha sert bir ifadeyle yüzleşeceğiz? Yüzleşmek ama özdeşlik ilişkimiz olmayan “ötekiler” ile. Hakikatle aramıza çekilen -en çok da kendimizden kaçarcasına çektiğimiz- perdeleri, örülen duvarları çekip almak, yıkmak, yıkmaya gücümüz yetmiyorsa da turmanıp duvarın ardında, perdelerin gerisinde neler olduğuna bakmak zamanı.
Şükrü Erbaş’ın Aynalar Pazarı adlı şiiriyle bitirelim…
Aynalar pazarı
Cehalet bitti şükür!
Bilgiyle bilgisizlik arasındaki o anlamsız ayrım kalktı!
Artık herkes her şeyi biliyor.
Artık herkes kendini şehvetle seviyor.
Kaldıysa bir huzursuzluk, o da bilmeyenlerin bilenleri küçümsemesinden başka bir şey değil!
Herkes bilgi zehirlenmesinden ölecek!
İki söz arasında kir-çapak, aksırık-tıksırık, toz-pas gibi sesler duyulsa da, herkesin siyasetten iklime, aşktan ölüme, hukuktan petrole, karıncalardan kutuplara… büyük düşünceleri var!
Hatta şiir, müzik, resim… bilmek ne, hepsine kendi yüksek seviyelerinden sözler, sesler, renkler ekliyorlar.
Öyle yüce gönüllü ki herkes, kimse dehasını esirgemiyor.
Özel gazeteleri, televizyonları, sayfaları var!
En az bir milyon fotoğrafını görmedikleri kimseyi önemsemiyorlar!
Bazıları “bu bir pornografi” dese de, onlara göre bu içtenlik.
Hatta eşitlik.
Dürüstlük.
Belki biraz yalnızlıktan söz edilebilir ama dünyanın kendilerinden yapıldığını hemen görüyorlar.
Yedi milyar yalnızlık olur mu hiç?..
Şükür cehalet bitti!
Kimse okumuyor, herkes yazıyor.
Kimse öğrenmiyor, herkes biliyor.
Kimse susmuyor, herkes konuşuyor.
Kimse çekilmiyor, herkes ortada.
Kimse kederlenmiyor, herkes şenlik.
Kimse yere bakmıyor, herkes gökyüzü.
Kimse sevmiyor, herkes arzu ediyor.
Kimse gözyaşı değil, herkes küfür.
Kimse eşik değil, herkes ufukların ötesi.
Kimse gölge değil, herkes ışık.
Tevazu bitti.
İncelik bitti.
Hatıra bitti.
Gönül bitti.
Şarkı bitti.
Bir aynalar pazarı ki, yaşıyoruz işte…
Şükrü Erbaş
(MVB/AS)