Çok eski bir bayramın ikinci sabahı. Zaten hiç haz etmiyorum bayramda gidip el öpme hadisesinden. Onu da geçtim bana ne canım. Tanımadığım kadına, sırf bizim dükkanın eski sahibi diye niye harcayayım ki bayramın ikinci gününü. İlk günü örf ve ananelere vermişim zaten. Bırakın beni bisiklete bineceğim!
Madam’ın kapısındaki tatsız bekleyiş, Madam Talya’nın kapıyı açıp bizi huysuzca içeri buyur edişiyle son buldu. Ben ise kendimi boyutça en ufak üyesi olduğum dairenin yaşça en büyük kişisinin kucağında buldum. Kucağında oturduğum Talya, dükkanın babama devrolmadan önceki sahibiydi.
Librairie De Pera (nam-ı diğer Beyoğlu Kitapçısı), Yüksekkaldırım’ın hemen tünele açılan yüzünde, müzikçilerin arasında sarı rengiyle dikkat çeken bir yerdi. Genellikle antika, el yazması ve eski kitapları satsa da modern edebiyattan koleksiyon parçalarını da bulundururdu. Okumayı orada sökmüştüm. İlkokulda çocuklara “baban ne iş yapıyor?” diye sorulduğunda tam bilemeyenler “serbest meslek” derdi ya. Ben nettim ve memnundum: Kitapçının oğluydum. Beyoğlu’nda esnaf oğlu olmanın tadını tüm semtte nefis şekilde çıkartıyordum. Tünel’de kaç kez kulağımın çekilmesinden kurtarmış, ilk mandolinimi satın alırken indirim bile sağlamıştı bu tanım.
"Seviyor musun buraları?" diye sordu Madam Talya. Başımla evetledim. "Dükkanın başına geçicen mi babandan sonra? Bak ben kendi babamdan almıştım" dedi. "Üf..! Dükkan o kadar zamandır sizde miydi?! O zaman dükkanın kapısındaki arapça levhaların anlamını da biliyorsundur!" dedim. Güldü, "Abim Constantin’indi dükkan. Ondan önce ise babam Militiadis Nomidis’in. Benden iyi kim bilecek!" dedi.
Madam Talya Beyoğlu anılarını anlatırken küçük bir kız olduğu zamanlara kadar döndü. Küçük kafam almadı. Bu dükkan benim babamındı, ondan önce Talya’nın, sonra onun babasının, hatta başkalarının. Bu dükkan bu kadar eskiyse Beyoğlu’nda pek çok şeyin sırrı burada olabilirdi. Kimbilir belki de karanlık dehlizlere açılan bir gizli tünel? Çok isterdim.
Ben sordum, Madam anlattı. İstanbul’un işgalinin ardından aklıselim Avrupalılar, ilk iş sağlık, barınak ve kültürlerini bu yeni şehre hızla getirmeye başladılar. İşte bu esnada Almanca kitapların ithalat ve satışı için A. Plathner tarafından 20’lerde kurulur Librairie De Pera. Kısa süre sonra buralı bir Rum olan Yorgo Patriarkias’e devrolur. 1940’lara kadar Beyoğlu Kitapçısı Librairie De Pera’nın ışığını açık tutan Patriarkias, dükkanı çalışmalarını sürdürmek üzere İstanbul’da kendine uygun bir mesken aramakta olan dünyaca ünlü Bizantolog Militiadis Nomidis’e devreder.
O dönemde dünyaca ünlü bir çok Bizantolog’un İstanbul ve Galata surları üstüne çalışmalarına mekan olan Librairie De Pera, Militiadis’in ölümü üzerine önce oğlu Constantin’e oradan da onun kızkardeşi Talya’ya geçer. Sonra dükkan müdavimlerinden babama, ben de Talya’nın kucağına… Altıncı sahibidir babam dükkanın. Cumhuriyet Dönemi’nin ilk kitap müzayedesini yaparak mezat kültürüne öncülük eden Librairie De Pera, mezatlarını Pera Palas’ta yapar. Mezatlarda kurulan mini sergide kitaplara yaslanmış zibidi duruşuma bakılırsa 7. sahibi de ben olacağım denilebilirdi kolaylıkla.
Ama hayat bizi bambaşka yerlere sürükledi. Okuduk, adam sayılmasa da bir şeyler olduk. İnişleriyle çıkışlarıyla dükkan hayatını sürdürdü. Talya hayata gözlerini yumdu. 100 yıllık Librairie De Pera ise bugün (1 Eylül) kepenklerini bir daha açmamak üzere kapattı. Beyoğlu ve Tarlabaşı’nın yeniden düzenlenmesi projesinde İnci Pastanesi, Emek Sineması gibi ünlü kaderdaşlarının ardından sessiz sedasız bundan 100 sene sonra başka bir sahafın satacağı gazetelerden, birinde belki göze takılacak bir kültür sanat haberi olarak veda etti.
Osmanlı döneminde bugün Tünel diye andığımız bölgenin karakolu olarak kullanılan, 2. dereceden tarihi eser niteliğindeki bina (ve çevresi), Tünel’de yükselen kebapçı, hamburgerci trendinden nemalanmak amacıyla ihale usulü ile yeni sahibini buldu. Üç sene süren hukuk savaşına rağmen aylık 800 TL kirası olan dükkanı, aylık 40 bin TL kira ile, aynı zamanda Hazzopulo pasajında çaycı işletmekte olan Ali Tanrıkulu ihale usulüyle kazandı.
Söylemek istediklerimin yarısını bile ifade edemeyeceğime eminim. Bugün beni ben yapan her şeyi tek başına sembolize eden, Beyoğlu’nda çapulculuk, Asmalı’da avarelik, esnaf evlatlığı, ukalalık gibi sıfatların sebebi olan Librairie De Pera kapandı.
Dükkanın deposunda, binlerce kitabın arasında tasnif yaparak geçirdiğim yıllar sayesinde öğrendiğim “bilmiyorsan otur araştır öyle konuş” mottosunun kafama kazınmasının sebebi olan, ilk müzik enstrümanımın, okuduğum ilk cümlelerin, edindiğim ilk kayda değer bilgilerin, hasbel kader tanıştığım onlarca yazar ve yüzlerce harika kitapseverin hayatımdaki buluşma noktası olan mekan, kent çekirdeğinin tekrar değerlenmesi ve hızına sosyal kültürün yetişememesi dolayısı ile kapandı. Artık ilkokuldan beri kabara kabara dillendirdiğim “kitapçının oğlu” değilim.
Elbette ki İstanbul gibi çok eski yerleşim alanlarına sahip bir kent yaşadıkça farklı lokasyonlarını tekrar değerlendirmek durumunda. Ancak canımı yakan, bunun kent kültürü düşünülmeksizin, pazarda karpuz satar gibi yapılmış olması aslında biraz da. İnci Pastanesi, Emek Sineması, AKM gibi binalar, kent kültürünün, şehirli hafızasının önemli sembolleri. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan bu kültür, bu hafızadan gelmektedir. Beyoğlu’nu tekrar değerli hale getiren de yine bu kültürün yükselişidir. O kadar çok isterdim ki yönetmekte olanların da bir kitapçının oğlu, ya da müşterisi olmalarını. Belki o zaman bilirlerdi: Değişimler, onlara sebep veren kültürel kontekst dahilinde gerçekleşir. Barlarda alkol yasaklanmasa dahi artık gece bakkal önünde bira içemeyecek olmamızdan çok farklı bir değişim değil bu. Kültürü yok sayarak üstüne inşa edilen bu derme çatma yeni şehrin raf ömrü elbet rantı ağız sulandıran bir hamburgerinkinden uzun olmayacak. Beyaz Ruslardan, Rumlardan, Ermenilerden aldığımız Beyoğlu, semte aitlikten uzak, “zirilyonluk” çaycı/kafe/büfe ihaleleri ile malesef adım adım yok oluyor.
Ama dediğim gibi üzüntüm dükkandan çok Beyoğluna, biraz da kendimi tanımladığım şeylerin kepenklerle beraber içeride kalmasına. Yıllar önce babam bir müzayedesinin kataloğuna ön söz olarak “Müslüman mahallesinde salyangoz, kör mahallesinde ayna satmaya benziyor biraz bu yaptığımız” diye yazmıştı. Plathner’den başlayan bu kültür babam ile birlikte 6. jenerasyonunu tamamladı. Neyse ki mekanlar ölse de kültürler aynı hızla yok olmuyor. Hayat devam ediyor, şehir değişiyor ve böyle şeyler oluyor/olacak. Dilerim ki bu yazıyı okuyan herkesin kucağında hikayeler dinleyeceği bir Madam’ı, avarelik edeceği bir semti, özgürce yaşayacağı bir kültürü olur. Ne şanslıyız ki 7. jenerasyon olarak bize düştü yeni bir körler mahallesi bulmak ve itinayla ayna satmak. (AG/AS)
* Beyoğlu Kitapçısı, Librairie De Pera’yla ilgili habere buradan ulaşabilirsiniz.
* Yazı ilk olarak Güracar'ın blog'unda yayınlandı.